AKP ekonomisi bir 'büyük sermaye transferleri' dönemi olarak özetlenebilirdi. Şimdi artık bu dönemin sonuna gelinmiştir.

AKP'nin yükselişi ve tükenişi (I)

AKP, 1980'lerde başlayan Üçüncü Küreselleşme Dalgasının son evresinde iktidar oldu. 

Neoliberal düzenleme rejimi 1980 sonrasının belirleyici sermaye birikim rejimiydi ve bu ilk evrede Türkiye'de Özal/ANAP siyaseti iktidardaydı. 

1980'ler Türkiye ekonomisinin dıştan dayatmalı büyük dönüştürme operasyonuydu. Çok ileri gitti; ama tamamlanamadı. Dış ticaret serbestleştirmesi ve sermaye hareketlerinin serbesleştirilmesi konularında, birçok sanayi ülkesinin birkaç adım önünden gitti. Çin, Hindistan ve G. Kore gibi iç pazarlarını korumayı sürdüren ülkelerden olumsuz yönde ayrıştı.

1990'larda önce siyasal sonra ekonomik süreçte kopuş vardı gibiydi ama IMF/DB boş durmadı; 2000'lerin ikinci büyük dönüştürmesi için bürokrasi ve siyaset hazırlandı; bu arada yeni iktidar adayı da kuluçkaya yatırıldı.

1999-2002 arasını kapsayan dört yıllık kritik dönem, biri ılımlı (1999) diğeri derin (2001) iki ekonomik krizi barındırması bakımından koalisyonlar döneminin bitişini haberliyordu. Hepsinin arkasında Özal döneminden tevarüs eden ve büyütülen kamu maliyesi krizi ile finansal kriz vardı. Ama 2000 yılında başlatılan IMF'nin döviz çıpasına bağlı istikrar programı 2001 krizini büyüten etki yaptı ve koalisyon iktidarını daha da çaresiz ve bağımlı duruma soktu. Siyasal İslamcı hareketin iktidara sıçramasını kolaylaştıracak bütün etkenler artık hazırdı.

AKP, IMF ile yola devam etti. IMF reçetesine göre, kamu dış ve iç finansman yükünün hafifletilmesi için kamu ekonomisi uzun süre birincil fazlalar vermeye zorlandı. Bunun bedeli ağır oldu: Kamu harcamaları köklü olarak daraltılırken (tarım destekleri, sosyal sigorta transferleri, işgücü ödemeleri)  kamu gelirleri (özelleştirmelerle, dolaylı vergilerle) artışa zorlandı. 

İçte ve dışta olağanüstü uygun koşullar

AKP 2002 sonunda iktidara geldiğinde, bütün yükü düşen iktidar tarafından üstlenilmiş, orta vadede sorunları hafifletilmiş bir ekonomi teslim alıyordu. 

Uluslararası sermaye piyasasının da olağanüstü uygun koşullarıyla birleşince, dış kaynak bulmak hiç sorun olmuyordu. Dış borçlanmaya/ yabancı sermaye çekmeye dayalı yeni model, yüksek değerli TL (veya düşük değerli döviz) politikasıyla eşleştiriliyor; böylece sıcak paraya kâr/faiz + kur farkı üzerinden yüksek getiriler garanti ediliyor, hatta yabancı yatırımcıya çıkarken zarara uğramayacağı güvencesi veriliyordu.

AKP'yi içerde bekleyen asıl olumlu sürpriz, kabarık özelleştirme portföyü idi. Birçok ülkede 1980'lerde (eski Sovyet ülkelerinde 1990'larda) başlayan özelleştirmeler, Türkiye'de mevzuat eksikliğini de kullanan hukuki/sendikal mücadele nedeniyle çok az yol alabilmişti. AKP bunu büyük bir fırsat olarak gördü ve kullandı.

AKP'nin sermaye transferlerine ilk kapsamlı müdahalesi özelleştirmeler üzerinden oldu. Burada, hem kamudan yerli veya yabancı özel sermayeye, hem giderek kendi yandaş sermayesini oluşturacak şirketlere/gruplara, hem de iktidar gücünü elinde tutan siyaset esnafına değişik ölçeklerde transferler yapıldı. AKP, tepeden tabana bu işlerin uzmanı olan bir siyasi örgütlenme olarak kendini tanımladı ve geliştirdi.

Özelleştirmelerin talana dönüşmesi aslında sistemik bir meseledir. Ama eski Sovyet ülkeleri ile Türkiye gibi devlet işletmelerinin veya KİT'lerin ağırlık taşıdığı ve kamusal/toplumsal denetiminin zayıf olduğu ülkelerde, daha büyük bir yağmanın ve daha haksız zenginleşmelerin kapısı oldu. Bu soygun düzeni, yeni bir mafyalaşmanın da kışkırtıcısıydı.

Kamu kesiminin küçültülerek piyasaya daha fazla yer açılması 1980'lerden beri yürürlükteydi gerçi ve salt KİT'lerle sınırlı olmayıp tüm vergileri ve hizmet üretimini de kapsamaktaydı. Türkiye gibi devletin boyutlarının zaten sanayileşmiş ülkelerdekinden daha küçük olduğu ülkelerde, bu politikalar iki farklı sonuç daha doğurur. Birincisi bu devletler, "düşük regülasyon maliyetli devletler"dir; başka deyişle, sermayeden talep edilen kamu finansmanı bedeli daha düşük olduğu gibi topluma sunulan kamu hizmetleri de daha yetersizdir. Bu da, hem emekçiler üzerindeki dolaysız ve dolaylı vergi baskısının inanılmaz artışıyla telafi edilebilir hem de emekçilere yapılan ücret dışı sosyal transferlerin düşük tutulmasına, sağlık ve eğitim hizmetlerinin düşük standartlı olmasına ve giderek piyasalaştırılmasına yol açar. 

İkincisi, konuyu KİT'lerle sınırlandırarak ele alırsak, çevre ülkelerinde devletin doğrudan iktisadi girişimcilik alanından çekilmesi, sahip olunan göreli bağımsızlık alanının da aşındırılması anlamına gelir. Bu ülkelerde KİT'ler, ulusötesi tekellerin basınçlarına karşı direnebilecek cesamete en fazla sahip olan ve stratejik alanlarda kümelenmiş olmaları bakımından bunu daha da başarıyla gerçekleştirebilecek olanlar iktisadi birimlerdir. Tam da bu nedenle, emperyalizmin ve onun Truva atlarının en fazla hedefe koydukları, çevre ülkelerdeki KİT'lerdir. Hatta AB'nin güçlü ülkeleri, kendi çevre ülkelerini özelleştirmelerle talan ederken gene aynı perspektifle hareket etmişlerdir. Gene tam da bu nedenle AKP dönemi Türkiye'si, görülmemiş hızda ve kapsamda gerçekleştirdiği özelleştirmeler nedeniyle uzun süre uluslararası finans kuruluşlarının ve emperyalist Batı'nın gözdesi olabilmiştir. 

Haftaya devam etmek üzere şu soruyla bağlayalım: "AKP ekonomisi tek bir cümlede en iyi nasıl tanımlanır?" diye sorulsaydı, nasıl ki sanayileşme bir "büyük bir malzeme hareketi" olarak tanımlanır, AKP ekonomisi de bir "büyük sermaye transferleri" dönemi olarak özetlenebilirdi. Şimdi artık bu dönemin sonuna gelinmiştir. Sorun, hikayenin nasıl son bulacağı ile AKP sonrasına geçişin ne kadar sancılı olacağında düğümlenmektedir.