Yelken dünya rüzgârlarından doluyorsa da içeride acımasız ve yayılmacı bir sömürü ve talan motoru olduğunu unutmamak gerekir.

AKP’nin yelkeni ve motoruna dair

Şefik ağabey o kadar güle oynaya girdi ki ameliyata, öncesinde bir haber etmeyi düşünmedi bile. Facebook’ta görünce aradım, hastanede yakaladım. Kızı Hamiyet Türkiye’de değildi; başka bir yakınının numarasını rica ettim. “Hani, gerekirse diye…” Unuttu mu, yoksa “niye gereksin, alt tarafı bir kapakçık” diye omuz mu silkti, bilmiyorum; ama bir daha göremedik Şefik Asan’ı. Yoğun bakımından çıkamamış bir türlü.

Sevgili Şefik ağabeyle birkaç ay önce bir semt evinde denk gelmiştik; o da söz almış, deneyimlerini gençlere aktarmıştı. Sonra Murat’la (Akad) birlikte evinde bir gün geçirdik; bu kez deneyimlerini kayda aldık. Perşembe günü bir mesaj telefonumda! Ben vedalaşamadığımla kaldım. 1970’lerde TKP’liydi, 2020’lerde yine TKP’li…

Şükran hanımla da ne zaman tanıştığımı tam hatırlamıyorum. Ama Sosyalist Türkiye Partisi’nin Bakırköy ilçe lokaline gelip gittiğini söylüyor Tülin (Başaran İçil). Demek ki 1992, 1993. Demek ki otuz yıla yuvarlayabiliyoruz dostluğumuzu. Benim için nedense “hanım”, başkaları için “hoca” veya “abla”… En iyisi yoldaş elbette! Eşi Çağlar’a son sözlerinden biri Parti’ye yönelikmiş zaten. “… Beni yalnız bırakmasınlar” demiş. Ah Şükran Hanım. Ah Şükran Yoldaş…

Kızı Özge gülmenin ne kadar devrimci bir eylem olduğunu annesinden öğrendiğini söylemiş ölümü üzerine. Eminim uzun süren hastalık süresince gülmeyi hiç ihmal etmemiştir. İstediği üzere Çav Bella eşliğinde bir kadeh rakı içerken gülünmez mi hiç!

Önceki hafta, oğulları Ozan’ın bıraktığı derin acıyı bir nebze olsun paylaşmak için sevgili Attila ve Özen Aşut’un yanına gitmiştim. Moris Gabbay’ı uğurlayışımızın üstündense bir ay geçmiş aşağı yukarı… Fazlası yok, eksiği var ölümün. Hele bizim ülkemizde, içinde yaşadığımız şu dönemde.

Ölüm listesiyle açmak istemezdim bu haftanın köşesini…

***

AKP’nin bir ara sönen yelkenlerinin yardımına dış konjonktürün yetiştiğini biliyoruz. Ancak meselenin bundan ibaret olduğunu düşünmemeliyiz. Hegemonya krizi ve emperyalist rekabetin dev dalgalar yaratmakla kalmayıp dünya sisteminin her bir üyesinin kılcal damarlarında bile taraflaşmalara neden olduğu özgün bir dönemden geçiyoruz. Birkaç saat sonrası bile belirsiz olan dünyada, dış dinamiklerle ilişkilenmeden kimse içeride tek adım atamaz. Ama sadece dışarıya yaslanılarak da varlık kazanılamaz.

Geçmişte sırtını dışarıya dayamış ileri karakol, taşeron devletler olabiliyordu. Türkiye hiç o kadar düşmedi, ama bunu çağrıştırdığı zamanlar oldu. Şimdilerde ise AKP, gözünü dış pazarlara dikecek kadar semirmiş, artık içe dönme seçeneğini silmiş bir sermaye sınıfını temsil ediyor. “Yurtta sulh cihanda sulh” ilk söylendiğinde savaş bıkkını bir ülkenin barış zorunluluğunu ve kararlılığını anlatıyordu. Ama daha önemlisi aynı anda hem yoksul ve yorgun halkın duygularına tercüman oluyor, hem de sermayenin serpilmek için korunaklı bir alana duyduğu ihtiyacı yansıtıyordu. Bu dönem esasen AKP ile kapanmıştır.

Türkiye kapitalizmini işçi sınıfı ve emekçi halkın sıkıştırmasından azade bir ferahlığa çıkaran 12 Eylül generallerinin “eserini”, haklarına el konan kitlelere “öteki dünya” rüyasını pazarlayarak tamamlayan Erdoğan’dır. Ülkesinin güvenliğini sağlayamayan bu rejim silahlı insansız hava araçlarında başı çekmektedir. Halkın ısınması, aydınlanması karşısında çaresiz olan aynı rejim enerji gemisi filosuyla az gelişmiş dünyaya servis sunmaktadır. Yolları bayramlarda, tatillerde kan gölüdür, ama orada burada havaalanı inşa eder… Bu düzeni artık dünya sisteminde mütevazı konumlara çekmek imkânsızdır…

Yelken dünya rüzgârlarından doluyorsa da içeride acımasız ve yayılmacı bir sömürü ve talan motoru olduğunu unutmamak gerekir.

Bana sorarsanız, son aylarda AKP’nin cesareti yerine gelirken bütün masalarıyla düzen içi muhalefetin moralsizleşmesinin nedenleri burada aranmalıdır. Bir yıl önce Erdoğan’ın karşısına boş sandalye konsa yeter diye düşünülürken, seçime sadece aylar kala tuhaf bir tıkanma yaşanmaktadır.

Düzen muhalefeti bu durumu aşar mı aşamaz mı; buna dair bir tahminde bulunmayacağım. Tıkanmanın nedenlerini açığa çıkarmak daha önemli.

Siyaset sınıfsaldır. Ya egemenleri, sömürenleri temsil yeteneğini kazanmak için yapılır, ya da emekçilerin, ezilenlerin sözcülüğüne, öncülüğüne soyunulur. Peki, bizde ne oluyor?

Düzen muhalefeti emekçilerin görmezden gelinmesi konusunda iktidarla akıldışı bir uzlaşma içinde. Ülkenin yaşadığı en ağır yoksullaştırma operasyonu karşısında görüntüyü bile kurtarmayan birkaç jest dışında muhalefet suskundur. Ancak öte yandan muhalefet, AKP’nin sermayeye kaynak aktarmakta gösterdiği fütursuzluğunun yanına bile yaklaşamamaktadır. Sermaye ulusal kabından çoktan taşmışken, düzen muhalefeti AKP’nin maceracı ataklığıyla yarışabilme imkânlarından tamamen yoksundur. En özet haliyle söylersem, muhalefet ne ezenlerin ne ezilenlerin temsiliyetini hak etmektedir!

Bu durumu değiştirebileceğimiz son şansla yüzleşmek üzereyiz. Artık son düzlüğe çıkılıyor. Sermayenin temsili yerin dibine batsın, sosyalistler emekçileri siyasete taşıma görevinin üstesinden gelmelidirler. Bu yönde birkaç güvenilir, sağlam adım attığımızda siyasal tablonun baştan aşağı değişeceğinden emin olabiliriz.