Biriken bu sorunların AKP tarzı yaklaşımların terk edilmesiyle kolayca hallolacağına dair kestirme çözüm beklentilerinin temeli bulunmamaktadır.

AKP: Yükselişi ve tükenişi (II)

Bu yazının birinci bölümünde, 1999-2002 arasındaki 3,5 yıllık son koalisyon döneminde çifte kriz (kamu maliyesi krizi ve finansal kriz) yaşanırken, derin 2001 krizinden çıkışın bedelleri bu son koalisyon hükümeti tarafından ödenirken, 2003 sonrasına görece az bedel ama çok olanak bırakıldığını vurgulamıştık. 

Dünya sermaye piyasaları yüksek getiriye ve düşük varlık fiyatlarına koşarken AKP bol kaynak denizinde yüzmenin rehavetine kapılmıştı. Özelleştirmeler de dolu dizgindi zaten. 

Ama doğrudan sermaye girişleri bile sıfırdan yatırımlara gelmekten çok şirket satın almalara yöneliyordu. Ülkeye kaynak giriyordu girmesine ama ülkenin üretken kapasitesine fazla bir ilave olduğu yoktu. Yatırımdan çok tüketimi destekleyen, bankaların kredi portföylerinin hacmini mevduatlarının üzerine taşıyan bir eğilimdi bu. Hanehalkı borçlanması, GSYH'ya oranla, yüzde 4'den yüzde 20'nin üzerine çıkmıştı yani beş katının üzerine çıkmıştı. Borçlanma üzerinden gelir artışı yaşayanlar çok çaba sarfetmeden kazanılmış bir sahte refah algısına gömülmüşlerdi. AKP açısından kestirmeden pembe ekonomik tablo yaratmanın bütün koşulları oluşmuştu ama kitleler ve şirketler yüksek mali yükümlülükler altına sokulmuşlardı. 2009 krizi bunu frenlemek yerine, iktidarın günü kurtarma politikaları nedeniyle (reel sektöre daha kolay döviz cinsinden borçlanma imkanının getirilmesiyle) daha da azdıracaktı. 

Hakan Özyıldız'ın yaptığı hesaplamaya göre, kamu kesimi (Hazine, KİT'ler, belediyeler) ile özel kesimin (reel sektör, bankalar, hanehalkı) iç ve dış borçları toplamı 2017'de 4,3 trilyon TL'den 2021 I. Çeyrek sonunda 8,2 trilyon TL'ye çıkmaktadır. Dört yılda toplam borçluluk düzeyi ikiye katlanmaktadır. Borcun 2,2 trilyon TL'si kamunun, 6,1 trilyon TL'si özelindir. Toplam borçların milli gelire (GSYH'ya) oranı da yüzde 154'e çıkarak rekor kırmaktadır. 2020 yılı, borçlardaki en yüksek sıçramaların olduğu yıl olarak göze çarpmaktadır. AKP iktidarının, halkı gelir desteği yerine borçlanmaya mahkum etmesinin beklenen sonucudur. Bu arada işsizlik tavan yaparken, iktidarın İSF kaynaklarını kamu borçlanmasına tahsis etmekten vazgeçmeyip KÇÖ'ni bile bu ay sonunda sonlandıracak olması ibretlik bir durumdur. 

AKP'nin ikinci onyılında kamu kesimi büyük mali yükler altına sokulmuştur. Ama yukarıda hesapta, gelecek bütçeleri ve nesilleri de bağlayacak döviz garantili Yap-İşlet-Devret yatırımları yüklerinin dikkate alınmadığını da belirtelim.

***

Bütün bu süreç, aynı zamanda sanayisizleşme eğiliminin de vurgulanmasına yol açmaktaydı. Sayılan nedenlerle Türkiye, Morgan Stanley'in 2013 sonrasında sınıflamasını yaptığı "kırılgan beşlilerin" değişmez müdavimi olacaktı. Ama AKP ekonomi yönetimi, bundan sonraki süreçte, ekonomiyi daha da kırılgan yapmanın peşinde koşacaktı adeta.
Yurtiçi tasarruflar yerinde sayıyordu ve kolay bulunan dış kaynaklara bağımlılık bunu daha da pekiştiriyordu. Öyle ki, yüksek döviz girişlerine rağmen, ekonomik büyüme ancak dış tasarruflarla (yani dış borçlanmaya dayalı yüksek cari açıklarla) finanse edilebiliyordu. Artık ekonomik küçülme yıllarında bile cari açık verilir duruma gelinmişti. Sıcak paraya bağımlılık, spekülatif ataklara karşı savunmasızlık da demekti.

Başlangıçtaki yüksek değerli TL, giderek mecburen tersine dönecekti. Bu, sıcak paranın talep ettiği şey değildi; bu nedenle daha fazla faiz/kâr getirisi talebi de artacaktı. Bu talepler dikkate alınmaktaydı; zira kolay giren sermaye, kolay da çıkabilecekti. TL'nin artık değer yitirdiği bir süreç başlamıştı. Bu da dolarizasyona yönelimi hızlandıracaktı

2018'den itibaren nükseden ve tekrarlanan döviz krizlerinin yolu ardına kadar açılmıştı. Faizi bir iktisat politikası aracı olarak kullanmak istemediğinizi peşinen beyan ettiyseniz, o zaman tüm rezervlerinizi eritmeniz bile yerli paranın değer kaybını önlemeye yetmeyecekti. AKP ekonomi yönetimi ve her şeyi bilen genel başkanı bunu 1994'ten ders almayarak Haziran 2018'de yeniden tecrübe ettikten sonra, 2020 sonbaharında ve etkileri bugün bile sürecek şekilde 2021 ilkbaharında bıkmadan sınamıştır. Hâlâ da öğrenmediğini Erdoğan'ın çeşitli beyanlarından anlıyoruz. Bugünkü yüksek faiz koşullarında, faizleri arttırmanın da artık hem bir sınırı vardır hem de başka sorunların kaynağıdır; ekonomi bir faiz-kur kıskacına girdiğinde her türlü olumsuzluğa kapılar açık demektir

Yüksek kurlar, enflasyonu da yukarı itmekte

İthalat bağımlılığı yüksek olan bir ülkede, kur artışları ara malları üzerinden hızla iç fiyatları etkilemektedir. Kaldı ki emtia ve ara malları fiyatlarında dünya çapındaki artış eğilimi de kurdan bağımsız olarak Yİ-ÜFE (yurtiçi üretici fiyatları endeksi) üzerinde etkili olmaktadır. Nitekim Yİ-ÜFE'nin TÜFE'nin 2,5 katına yakın bir düzeye yükselmesi hayra alamet değildir. Üstelik, Kovid-19 dönemi sonrasında dünyada ve Türkiye'de talep artışlarına bağlı olarak fiyatlar yeniden yükselebilir.

Son Cumhurbaşkanlığı Kararnamesiyle, tütün ve alkollü içkilere uygulanan Özel Tüketim Vergisi'ne 2021 Temmuz-Aralık döneminde ÜFE'de son 6 ayda meydana gelen enflasyon zammının uygulanmaması kararının da, iktidarın birdenbire sosyal devleti hatırlamasıyla bir ilgisi yoktur. Bir yandan yüksek ÜFE'nin fiyatlara bindirilmesinin enflasyonu azdırıcı, toplum tepkisini yükseltici ve merdiven altı üretimi/kaçak ticareti yeniden kışkırtmasından çekinilmesi vardır. Diğer yandan, Aziz Konukman hocanın da dikkat çektiği gibi, ücretlere/emeklilik maaşlarına benzer zam taleplerine haklılık kazandırmamak için vergi gelirlerinden vazgeçmeyi bile göze alma sinikliği vardır.

Bu arada ABD'de ve ona bağlı olarak AB'de enflasyonun artıyor olmasıyla birlikte bu ülkelerde likidite genişlemesinin tersine çevrilmesi, faizlerin yukarı gitmesi yolunun açılmasıyla birlikte çevreden merkeze sermaye göçü hızlanabilecektir. FED'in bundan böyle faizleri yükseltme olasılığı bile çevre ülkelerde ve bilhassa Türkiye'de fırtına etkisi yapmaktadır veya yapmaya adaydır. Bütün bunlar bir ödemeler dengesi krizinin de yabana atılmaması gereken bir olasılık olarak dikkate alınmasını zorunlu kılmaktadır.

AKP'nin tükeniş döneminin bilançosu bunlarla sınırlı değildir. Ekonomik büyüme temposu son üç yılda yerlerde süründüğü gibi inanılmaz bir istikrarsızlığa konu olmaktadır. İşsizliğin artışı emek rejimini daha da olumsuz bir yapıya sürüklemekte, prekaryanın payı artmaktadır. Nüfusta yoksulluk oranı sadece iki yıl içinde 2018'de %8,5'ten 2020'de %12,2'ye çıkmakta; göreli yoksulluktan mutlak yoksulluğa geçişler artık arızi olmaktan çıkmakta; ücret ödemelerinin GSYH içindeki payı çifte kriz yılı olan 2020'de hızla gerilemekte; çevrimiçi/evden çalışma gibi yeni üretim ilişkilerinin doğurduğu yeni sömürü biçimleri  ve yeni sorunlar (tam yalıtlanmışlık, örgütsüzlük, vs.) peydahlanmaktadır.

AKP iktidarı bu sorunların bir bölümünü, tıpkı sermaye gibi, sorundan saymamakta, hatta sömürü ilişkilerini sürdürmenin kaçınılmaz bir uzantısı olarak görmektedir. Sorundan saymak zorunda olduklarıyla başetme kapasitesini yitirdiği ölçüde ise devletin zorba yüzünü daha fazla ortaya çıkarmaktadır. Ancak yaşam düzeyleri arasında büyüyen uçurum ve iktidar edenlerin küstahlığa varan düzeylerdeki gelir ve harcama kalıpları, artık din sömürüsü veya sosyal zorlamalar üzerinden telafi edilememektedir.

Biriken bu sorunların AKP tarzı yaklaşımların terk edilmesiyle kolayca hallolacağına dair kestirme çözüm beklentilerinin temeli bulunmamaktadır. Meclis içi muhalefetin ufku ne yazık ki bununla sınırlıdır.