Geçiniz! 1996-97 restorasyon denemesi sırasında, bugün AKP ile süren gelenek, darbecilikten daha beter, eski tip kontracı pozisyonundadır. 

AKP tipi tarihçilikten son haberler…

soL portal Perşembe günü haberini yaptı. CHP’nin ışıkları açıp kapatma çağrısına AKP’li Selvi’nin getirdiği yorum darbecilik çağrışımı olmuştu. soL’a göre asıl sorun ortada bir eylem olamamasıydı. Doğrudur ve bu Özel liderliğinin aynı anda bütün tuşlara basarken bir tını elde edemeyişine yeni bir örnek oluşturmuştur. Bense bugün Selvi’nin yakın tarih çarpıtması üstünden devam edeyim. Hafızası zayıf, çarpıtma kurguculuğu ondan da zayıf olan Abdülkadir Bey, AKP tipi tarihçiliğe katkıda bulunmak istemiş! 

Başlangıç tarihimiz 3 Kasım 1996’dır ve o gün Balıkesir’in Susurluk ilçesi yakınlarında bir otomobil kamyonun altına girmiştir. Araçtakilerin sıfatları kişi sayısından daha uzun bir liste yapıyordu: Mafya, siyasetçi, aşiret reisi, milletvekili, polis şefi, kontrgerilla katili… Hal böyle olunca “kaza” sözcüğünü de tırnak içine almak gerekir. İşin aslı Susurluk, 1990’larda fazla inişli çıkışlı bir yolda ilerleyen Türkiye siyasetinde dönemeçlerden biridir. 

Olayın kökenleri önceki on yıllara uzanır. Aslında NATO üyelerinden başlayarak tüm kapitalist devletlerde kontrgerilla komünizme karşı mücadele esas alınarak yapılandırılmıştı. Ancak 1990’ların başında sosyalist ülkelerin çözülmesiyle bir defter kapandı. Misyonun bizde başarıya ulaşması, daha eskiye, 12 Eylül 1980’e tarihlenmelidir. Solun önünün kesilmesiyle birlikte eski karşıdevrim örgütlenmesi de masaya yatırılmak durumundaydı. 

Masaya yatırılmış olmalı… Ancak sermaye düzeninin en karanlık hücrelerinde nefes alıp veren kontrgerilla örgütlenmesi basit bir hukuk ihlali, yasa tanımazlık değil, küresel bir konseptin uzantısıydı. Nasıl NATO Varşova Paktı son bulduğunda varlık nedenini kaybetti diye feshedilmedi ve bunun yerine yenilenmesi tercih edildiyse, söz konusu örgütlenmeler de benzer arayışlara girdiler. Türkiye’de düşman kolay bulundu ve yeni eksen Kürt hareketine karşı kuruldu. ‘80’lerde Kürt hareketi hafife alınmış sayılıyordu. “Terörle mücadele” için her yol mubahtı. 

Abdülkadir Bey başka türlü, örneğin şeriatçı hareketin engellenemez yükselişi falan diye hatırlıyordur, ama 1990’larda siyasi rejim “kontrgerilla cumhuriyeti” kıvamına gelmişti. 12 Eylül faşizminden çıkışa, yani demokratikleşmeye (!) yakıştırılabilmiş olan Süleyman Demirel’in cumhurbaşkanı olmasıydı. Aynı zamanda, kadın lider diye hakkında kitlelerden sempati talep edilen Tansu Çiller’in de başbakan olduğunun altını çizelim. Yıl 1993’tü. 

Dünyada eski yapının dönüştürülmesi operasyonunun adı, Batının en kitlesel komünist partisine ev sahipliği yapan İtalya’da kondu. 1992’de Milano’da savcı Antonio Di Pietro “Temiz Eller Operasyonunu” başlattı. Eski bir sosyal-demokrat başbakandan girip yakın zamanların şarlatan-faşist bir başbakanından çıkan, mafyayı, bürokrasiyi, sermayeyi radardan geçiren bu operasyon gerçekten zorunluydu. Soğuk Savaş yıllarında Atlantik ittifakında yer alan devletlerin bağırsakları çok fazla dolmuştu. Zehirlenme çoktan başlamıştı da, Sovyet sosyalizmi yenildikten sonra bunu tolere etmek anlamlı olmaktan çıkmıştı… 

Burjuva demokrasisi açısından bakılırsa radikal sayılan, “sömürü düzeni” kriterinden yaklaşırsak makyaj değişiminden ibaret görebileceğimiz bir operasyondan söz ediyoruz. Restorasyon olarak tanımlamakta sakınca olmayan bu hareket, her bir ülkenin iç dinamiklerine göre farklı dozlarda ama hayli yaygın biçimde yaşandı. 

Türkiye’de bu varta, 12 Eylül’ün üstünü çizdiği liderlerin geri dönüşüyle ve kadın başbakan imajıyla atlatıldı. Susurluk da bu anlamda bir restorasyon gündemi açmıştır. “Kaza” ile vefat değil bir tasfiye ilanı verilmiş oldu. Sonuç olarak kontrgerilla biraz itibar kaybetse de, geleneksel kadroları özenle korundu, yapı yeni döneme adapte edildi. 
Elbette her toplumsal, siyasal kavşakta olacağı gibi herkes olayı kendi cephesinden yorumladı ve müdahalede bulunmayı denedi. Komünistler olarak, kimi devrimci hareketlerle paralel biçimde düzenin bütünlüğüne işaret ettik örneğin. Slogan “Aşiretsiz, Mafyasız, Patronsuz bir Düzen için… Sosyalizme” afişi oldu, duvarları kapladı. 19 Ocak 1997’de Şişli’de Sosyalist İktidar Partisi’nin öncülüğünde bir de miting düzenlendi. 

Şaşırtıcı olmayan bir biçimde liberallerin geliştirdiği inisiyatif çok daha fazla yankılandı. “Sürekli Aydınlık için Yurttaş Girişimi” 1 Şubat 1997’de “bir dakika karanlık eylemini” başlattı. O sıra solda klasik siyasi mücadelelerin demode olduğu, işçi sınıfının kökten değiştiği, parti formunun terk edilmesi gerektiği tezlerinin ağırlığı hissediliyordu. Açıkçası “Temiz Eller” denince, bu bağlama sivil toplum duyarlılığı, yurttaş inisiyatifi vb. daha fazla denk düşüyordu. Üstelik liberal sol bu yoldan düzenin egemenlik mekanizmalarıyla da rezonansa girme şansı yakaladı. Ufuk Uras’ın genel başkanı olduğu ÖDP de 1996 Ocak ayında kurulmuştu… Tesadüf bu ya, yıllar sonra 2014’te, kalabalık ve her kökten liberal, 28 Şubat’ın üstüne yeterince gidilmediği yolunda “Kaygılıyız” başlıklı bir gazete ilanı verdiğinde imzacılar arasında Uras ile Selvi birlikte yerlerini alacaklardı. 

Neyse; iktidarda ise Refahyol vardı. Erbakan’ın Refah Partisi, AKP’nin atasıydı. Türkiye’de düzenin bağırsaklarının zehirleyici ölçülerde şişmesinde Erbakan’ın lideri olduğu akımın payı büyüktür. 1995 Aralık’ında RP’nin birinci parti olmasının yolu, laik aydınların düşürüldükleri pusularla, 2 Temmuz ‘93’te Sivas’taki şeriatçı kalkışmayla döşenmiştir. Yani 12 Eylül döneminde “kendisi zindanda fikirleri iktidarda” olan sadece faşist MHP değildir. Dinci gericiliğin Türkiye karşıdevriminin ana damarlarından biri olduğunun itirafı 1980’lerde icat olunan “Türk-İslam sentezi”dir. Askeri diktatörlük sayesinde memlekete biçilen resmi ideolojide İslamcılığın yeri vardır. Dolayısıyla sadece başbakan yardımcısı Çiller’in Susurluk çetecilerine “vatan için kurşun atanlar” diye sahip çıkması değil, Erbakan’ın olayın üstüne giden herkesi ve kitlesel bir eyleme dönüşen “bir dakika karanlık” dalgasını “glu glu dansı” diye yaftalaması da, eşyanın doğasına gayet uygun olmuştur. 

Abdülkadir Selvi bütün bunları boş vermekte ve ışıkları aç-kapa’dan 28 Şubat’a atlayıvermektedir. Askeri lojmanlarda birileri kampanyaya katılmış mı; Genelkurmay’ın ışıkları gece yanık mıymış… Geçiniz! 1996-97 restorasyon denemesi sırasında, bugün AKP ile süren gelenek, darbecilikten daha beter, eski tip kontracı pozisyonundadır. 

Dedik ya, kavşaklarda her aktör müdahale eder diye... 1997 itibariyle, o zaman kullandığımız bir kavramla Asker Partisi’nin dümeni kaptığı doğrudur. Bu ağırlık merkezinin oluşmasıyla birlikte dikkat çekici bir değişim olmuş, merkezi tema bağırsak temizliğinden laiklik savunusuna kaymıştır. Her türden gericiliğin ve sermaye düzeninin organik ilişkilerini örtmek bütün düzen güçlerinin birinci görevidir. Asker Partisi de, başka çalışmalarda çokça konu ettiğimiz bir süreç içinde, şeriatçılara iktidar yolunu açarak terhis olmuştur. Bu tarihsel bir fiyaskodur. Dinci gericilere ve liberallere, “demokrasi mücadelesi” başlığı atılmış bir Amerikan senaryosunu birlikte oynayacakları sahne armağan edilmiştir. Bunun için Selvi dâhil bütün AKP’liler, darbecilikle suçladıkları kişilere şükran borçludur. 

Selvi yakın siyasi tarihi çorba ettikten sonra güncelliğe dönmekte ve CHP’ye muhalefet görevini ifa ederken darbe çağrışımı yapmaktan özenle kaçınmasını tavsiye etmektedir. Bu tavsiyenin karşılık bulmuş olması da muhtemeldir. Çünkü muhatabı, darbeci geleneğin bugünkü siyasi iktidarda capcanlı yaşamakta olduğunu dile getirebilecek akıldan da niyetten de yoksundur.