Türkiye sermaye sınıfının yaşadığı değişim sürüyor ve yayılmacı pragmatizmlerini milliyetçilik diye sunmaya devam etmek isteyeceklerdir. Ancak bu nesnelliği sınırlayan iki unsurla karşı karşıyayız.

AKP milliyetçiliği kullanmaya devam edebilecek mi?

AKP’nin kullandığı emekçi halkın seçim sürecinde etrafından dağılmasını engelleyen iktisadi araçların dışında ideolojik araç yelpazesinden de bahsetmek gerekiyor. Bu geniş konu içinden yine köşe yazısının izin verdiği kadarı ile milliyetçiliği ele alalım.

AKP milliyetçiliğinin mottosu dünyada “bir Türkiye Yüzyılı” yaşanacağı iddiasıdır.

Bu iddiayı; dış politikada güçlü devletlerle ilişkiyi Türkiye’nin çıkarlarını gözeterek sürdürmeye, Türkiye’de görece gelişkin bir silah sanayisinin kurulmuş olmasına, Doğu Akdeniz petrolleri için didişken bir politika izlenmesine, Ukrayna-Rusya tahılının sevki gibi konularda arabulucuk yapma yeteneğine vb. dayandırıyorlar.

Bu gelişmelerin güçlü yandaş medya araçlarını da düşünürseniz etkisiz olduğunu söyleyemeyiz. Millet Cephesi’nin ikna edici olamadığı alanlardan biri de bu konuydu.

Bu yazıda milliyetçi ideolojiyi AKP eliyle sermaye sınıfının bundan sonra kullanıp kullanamayacağı, başka bir deyiş ile sınıf mücadelesini zayıflatan bir unsur olup olmayacağı ile ilgileneceğiz.

Bazı ipuçları verse de yeni atanan Dışişleri Bakanı’nın, Genel Kurmay Başkanı’nın ve MİT Başkanının kimliklerine bakarak önümüzdeki dönemi anlamaya çalışmak biraz fal bakmaya benziyor.

Daha esastan konuyu ele alıp tarihin içine yerleştirmeliyiz bu sorunu.

2001’de Türkiye emperyalist düzende ABD hegemonyası altında tipik bir ülkeydi. Başbakan olacak önce ABD’den icazet alır, emperyalist barışın idamesi için NATO’ya, BM’ye asker verir, Kıbrıs ve Ege karasuları gibi meseleler dışında sakin bir dış politika izlerdi. NATO’nun uyumlu ülkesi, AB’nin kapısında terkedilmiş uslu çocuktu. Fetullahçıların uluslararası kurduğu ağ ise ABD’nin bir istihbarat ve operasyon aracı gibiydi.

AKP’nin ilk 6 yılında bu tablonun değiştiğini söyleyemeyiz.

Fakat sonraki 15 yıl içinde bu tabloyu değiştiren nesnel gelişmeler oldu.

Öncelikle AKP esas kuruluş amacını yerine getirerek yeni bir sermaye birikim döneminin kapısını açtı. Bu dönem devlete, dolayısıyla bütün halka ait olan mülklerin sermayeye yağmalatılmasına dayanıyordu. Bu yağmalamanın net sonucu sermaye sınıfının elinde büyük bir birikimin oluşması ve yurt dışına sermaye ihraç etmeye başlaması oldu.

Afrika, Balkanlar, Ortadoğu, Orta Asya Türkiye kökenli sermayenin başlıca ihraç edildiği alanlardı. Sermaye ihracatı sade bir iktisadi olay değildir, siyaseti ve onun bütün araçlarını kendisi ile birlikte taşır. 

Artık Türkiye sermaye sınıfı yurt dışındaki işçileri de sömürmeye başlıyor, kendine hegemonya alanları arıyordu. Devletin görev tanımı fiili olarak değişti. Bunu resmi bir yere yazamadılar ama Genel Kurmay Başkanlığı’nın kapısına “Güçlü Türkiye, Güçlü Ordu” tabelasını yerleştirdiler. Sermaye ihraç edilen veya edilecek her yerde devlet operasyonel olarak çalışmaya başladı.

İkinci bir gelişme ise, ABD’de başlayan 2008 çöküşünün ardından ABD’nin hegemonik gücünün bariz bir şekilde azalmasıydı. Bu köşede bugüne kadar bu olguyu etraflıca ele aldık, ama bu yazıda şu özelliğine vurgu yapalım: ABD tabi ki kendi halkı da dâhil olmak üzere dünyadaki bütün emekçi sınıfların düşmanıdır, ancak hegemonyasındaki ulusların sermaye sınıflarının da çıkarına işler yapıyor, onlara liderlik ediyordu.

Bu özelliği, sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada erozyona uğradı.

Örneğin, Türkiye sermayesi için Libya başlıca sermaye ihraç ettiği ve Afrika’ya giriş kapısı olarak kullandığı ülkeydi. 2011’deki NATO operasyonu Türkiye sermaye sınıfının çıkarlarını tahrip etti. Yine Türkiye sermayesi 2011 öncesi Suriye’yi yavaş yavaş dengesiz ticaret, sermaye ihracatı, kültürel yayılma vb. yöntemlerle ele geçiriyor, bir hegemonya alanı yaratıyordu. Ama Türkiye ABD’nin Suriye’ye karşı aşağılık komplosuna katılmak zorunda kaldı. Belki bu yolla daha fazlasını alacaklarını ummuşlardı ama operasyon hüsranla sonuçlandı.

Ayrıca dünyada yeni dengeler oluşuyor, sermayenin içine girebileceği yeni boşluklar yaratıyordu hegemonya krizi.

Dolayısı ile Türkiye sermaye sınıfı bu kriz ortamında eski bağdaşıklıklarını koparmamakla birlikte kendisi için emperyalist olma yolunda davranmaya başladı.

Bu eğilim Türkiye sermaye sınıfının dünyadaki yayılmacı, pazarlıkçı tutumuyla ilgiliydi, Erdoğan’ın veya bakanlarının karakterine dayanmıyordu. Onlar sermayenin araçları olarak gereğini yaptılar.

Milliyetçilik bu nedenle İslamcılık, muhafazakârlık ve liberalliğin yanına güçlü bir tema olarak yerleşti.

Ancak sermaye sınıfının gereksinimlerine göre tasarlanan yeni süreç emekçi sınıfların lehine değildi. Daha şimdiden yurtdışında askerlik yaparken ölen çok sayıda emekçi çocuğu oldu. Türkiye’nin mülteci sorunu buradan doğdu. Türkiye’nin yapısal iktisadi sorunlarını çözmekten uzak kaldı ve farklı bağımlılık zincirlerinin gelişmeye başladığı görüldü.

Şimdi başlıktaki soruya dönebiliriz, AKP milliyetçi ideolojiyi kapsama aracı olarak kullanabilecek mi?

Bakanlar değişebilir ama Türkiye sermaye sınıfının yaşadığı değişim sürüyor ve yayılmacı pragmatizmlerini milliyetçilik diye sunmaya devam etmek isteyeceklerdir.

Ancak bu nesnelliği sınırlayan iki unsurla karşı karşıyayız.

İlki, Türkiye’nin iktisadi sorunları taşınamayacak hale geldi ve bunun çözümü için bağımlılık geliştirici uluslararası sermayeden destek aramak zorundalar. Her yardımın, her el uzatmanın siyasi bedelleri vardır. Pazarlıkçılıkta süngü düşmesi öncelikle gelir.

Bu yardım IMF’den mi, yoksa BRICS’in yaratmaya başladığı diğer IMF’den mi gelecek göreceğiz.

İkincisi, hegemonya krizinin geniş bir savaşa evrilme olasılığı çok daha arttı son günlerde. İki taraf da birbirini bir uçuruma sürüklemeye çalışıyor. Türkiye sermayesinin bu koşullarda soğukkanlı bir hesapçı çizgiyi yakalaması çok zor olabilir.

Sermaye sınıfı ve onun aracı AKP milliyetçiliği bir noktadan sonra elden bırakmak zorunda kalabilir.

Türkiye işçi sınıfı siyaseti bu koşullarda sermaye siyasetinin çok daha fazla hata yapabileceği bir dönemde iktidarını arıyor.