Sadece, ağızdan çıkanlarla kulakların işittikleri arasındaki fark çoğaldıkça işlerin karıştığı, öyle bir farkın oluştuğu hemen her durumda ortaya çıkıyor, sonucuna ulaşmakla yetinmek en iyisi. 

Ağzından çıkanı kulağın duysun

Dilimizdeki güzel deyimlerden biridir bu. İki anlamda da deyimdir: Hem bir gerçekliğin saptanmasına dayanır hem de o somutluğa ilişkin belli bir kuşku yaratarak onun üzerinden öğüt verir ya da yol gösterir. Bana sorulursa, atasözü mü deyim mi olduğunu ayırt etme konusunda güçlük yaratan yanını da burada aramak doğru olur.

Başlığımıza bakarsak, bir kimsenin ağzından çıkanı işitmesi, hastalık ve benzeri ayrıksı durumlar dışında, olması gerekendir ya da beklenendir; doğal olandır. Ama doğal olanın deyimin kullanıldığı somut durumda gerçekleşmediği anlaşılmaktadır. Bu saptamanın bir sonucu olarak da konuşan kişiye söylediklerini işitmesi öğüdü verilmektedir, başka bir anlatımla, yakışıksız, uygunsuz, yanlış, gerçeklere aykırı sözlerinin değiştirilerek onların yerine bu olumsuz özellikleri taşımayan bir anlatımın benimsenmesi hatırlatılmaktadır.

Elbette, bu tür bir hatırlatmanın karşılaşabileceği tepkinin, örnek olsun, torpido gözündeki levyeyi kapıp kendisine yol vermeyişinin nedenini açıklayan öndeki sürücüye “ne diyon lan sen!” diye saldıran öfkesinin yönünü şaşırmış yurttaşınkinden çok farklı olması beklenir. 

Başlıktaki deyimden yola çıkarak birkaç örnek vermek niyetindeyim. Bulunabilecek birçok başka örneğin, üstelik benim verdiğim örneklerden daha çarpıcı ve bu deyime daha uygun  olanların varlığı ileri sürülebilir. İtiraz etmem. Akıl akıldan üstündür. Bu sonuncusu da bir deyimdir nitekim. Deyimlere başvurmadan konuşup yazamıyoruz. Bizim dilimiz deyim bakımından oldukça zengindir, biliyoruz.

Cennet bolluğu 

Güzellikleri, güzel dediysem, oturup kalkılan yerler, gezilip görülen doğa parçaları, oralardaki insancıl ilişkiler anlamında söylüyorum, işte bütün bunları dile getirmek isterken sık  sık başvurduğumuz bir benzetme var. “Cennet” diyoruz, “cennetten bir köşe” yahut “bilmem nere cenneti”… Burada “bilmem nere” sözcüklerini yazarak geçiştirdiğim yere de ülkemizde hiç az olmamakla birlikte, kapitalizmin gözü dönmüş saldırısı altında henüz tümüyle yok edilememiş güzellikleri barındıran ormanları, kırları, gölleri, akarsuları falan koyuyoruz: Sözgelimi, benim babaannem oraların Gökpınar’ını  cennete benzetir, Gürünlülerin ağzıyla söylemeye çalışırsak, “Göğpınar”ı anlata anlata bitiremezdi. 

Ne var bunda, denebilir, cennet bütün öyle yerleri ve daha kimselerin görmediği ne güzellikleri barındırdığı söylenegelmiş bir benzersiz evrenler ötesi değil mi? O kadıncağız söylermiş, çok mu! Değil elbette. Gerçi, sekiz çocuğu ile uğraşmaktan burnunun dibindeki o cennet köşesine gitmişliği üçü beşi geçmiş midir, bilinmez. Yine de öyle ballandıra ballandıra anlatması anlaşılabilir. Türkiye kapitalizminin ellili yıllara rastlayan ilk büyük iç göçü sırasında çocuklarının bir bölümüyle birlikte göçtüğü İstanbul’da eğri büğrü sokaklarla yıkıldı yıkılacak evler dışında cennet parçaları görmesi pek kısmet olmadığı için o büyülü Göğpınar anlatısını hiç terk etmeyişi de daha az anlaşılabilir  değildir.

Ama geliyoruz bugüne, kendilerine halkımıza öyle yerleri tanıtmak gibi bir misyon yükledikleri anlaşılan okumuş yazmış, yazdıklarının arasına şiir neyim de sıkıştırmış kimseler, oraları anlatırken “cennet”ten başka bir sözcük bulamıyorlar. Takıldığım nokta burası. İşte, şimdi ben de başka söz yok sanki, “nokta” deyiverdim. Özellikle iktidardaki siyasetçinin ağzına bakan pek çok kimsenin diline düşmüş, böylece neredeyse bir tür modaya dönüştürülmüş bu sözcüğü kullanıverdim. Kimsenin görmesine fırsat vermeden silip başkasını yazabilirdim kuşkusuz, ama kendimin de sık sık benzer bir yanılgıya düşmekten kurtulamadığımı örtbas etmemek için değiştirmedim.

Biraz önceki “ne var bunda?” sorusuna iki yanıtımdan ilki buydu. Dilimizi olduğundan çok daha fakir gösteriyorlar. Doğrudur, yüzyıllarca “yabancı dillerin boyunduruğunda” çok çekmiştir, kabul; ama o kadar uzun boylu değil. 

İkincisine gelince, kendilerini aydınlanmacı, laik, solcu, devrimci sayanlar arasında da bu sözcüğü sık sık kullanma alışkanlığı edinmiş olanların çokluğuna takılıyorum çaresiz. Tamam, inanmış halkımızın dinsel bağlanmalarının sonucu olarak ağızlarının alışmış bulunduğu birçok sözcüğün, deyişin varlığı doğaldır. Biz de o halkın çocukları olarak kullanırız. Ölmüşlerimizin adını anarken başına “rahmetli” sözcüğünü getiririz; iyi bir sonuçtan yahut ucuz atlatılmış bir saldırıdan söz ederken “çok şükür” deriz; “selamünaleyküm” diye verilen bir selamı “aleykümselam” diyerek almaktan kaçınmayız; çok şaşırdığımız bir durum ya da olay karşısında “Allah Allah!” diye söze başladığımız olur; bir yerden, bir topluluktan ayrılıp giderken “Allaha ısmarladık” deriz, daha doğrusu, buradaki iki sözcüğü birleştirerek “Allasmaladık” biçiminde söyleriz. 

Şu son vedalaşma sözüyle ilgili olarak “fıkra gibi” dedikleri türden bir olayı anlatmadan geçmeyelim. Olayın içindeki gazete muhabirleri arasında bulunan eski bir arkadaştan dinlemiştim. Altmışlı yılların ortalarına doğru, koalisyon hükümetinin başbakanı İsmet İnönü’yü başbakanlığın kapısında yakalamış gazeteciler, sorular art arda geliyor. İnönü kimine kaçamak, kimine açık yanıtlar veriyor. O arada, artık muhalif çevrelerden mi, kendi yandaşlarından mı, belleğimde kalmamış, içlerinden biri, “Paşam,” diyor, “Sizin için Allah’ın adını anmaz diyorlar, doğru mu?” Paşa bir an şaşırıyor, birkaç saniye duraklıyor, “Hadi Allaha ısmarladık” diyerek arkasını dönüp gidiyor.

Sözün kısası, doğanın insanlara sunduğu ya da insan emeğiyle yaratılmış her türlü güzellik karşısında “cennet” yakıştırması yapanlara kızıyorum. Yaşayabileceğimiz biricik dünyaya “yalan dünya” deyip oradaki her türlü kötülüğe, haksızlığa, eşitsizliğe  rıza gösterirken, dolayısıyla onların sürüp gitmesine ses çıkarmazken, bu boyun eğişin karşılığında hiçbir canlının kazanamayacağı ödül olarak o “asıl dünya”nın konulmasına kızılmaz mı?  

Küfe sorunsalı

Partili cumhurbaşkanı, geçenlerde, asgari ücrette, emekli aylıklarında artış gereğini dile getiren muhalefete karşılık verirken “Onların sırtında küfe yok” dedi. Bu da bir deyimdi aslında. Onların ülke yönetiminde sorumluluğu bulunmadığı için onu da isteriz, bunu da isteriz, diye dan dun atarlar böyle, oysa ülkenin durumu o kadar rahat değil şu sıralar, inşallah yakında bunu da atlatacağız, demeye getiriyordu.

Bunu duyan düzen muhalefetinin, daha doğrusu onun ana olanının lideri, normalleşmeydi yumuşamaydı, karşılıklı ziyaretlerdi derken oluşmuş sandığı fırsatı kaçırmadı ve halka seslenerek hiç tasalanmayın sizin sırtınıza bindirilen yükleri biz alırız dedi. Bununla da yetinmedi, koskoca bir küfeyi sırtına alıp miting kürsüsüne çıktı. Koskoca dediysem, içinin boş olduğu görülebiliyordu. Yoksa, genç menç ama, içi dolu küfeyi nasıl taşısın ta kürsülerin üstüne kadar!

Ne gösteriydi ama! Seyreden ahali gül gül ölmüştür herhalde. Hatta bana yakın  yaşlarda olanlar arasından “Bizi çok güldürdün Özgür oğlan, Allah da seni güldürsün!” diyenler  çıkmıştır.

Buraya kadar iyi güzel de en başta yapılan bir atlama var sanki. O deyim “sırtında –herhangi bir küfe değil- yumurta küfesi yok” olmayacak mıydı? Ne farkı var, aynı şey, dememeli. Sırtındaki küfede yumurta taşıyan kişinin güçlü kuvvetli olması yetmez, bir de çok dikkatli olması, ne bileyim, bale ya da pantomim adımlarıyla yürümesi gerekir. Yoksa, koskoca bir küfe dolusu yumurtayı omletlik kıvama getirmesi işten bile olmaz. 

Fesatlığın yapana da kötülüğü oluyor herhalde. Herkes gülüp eğlenirken, kendimden emin olamayıp bu deyim böyle değildi diye bir yığın sözlük karıştırdım durdum. Neyse ki, sonunda, partili cumhurbaşkanımızın bu alanda yetkisi bulunmuyor olamaz; bulunmasa bile, bundan sonra bu deyim böyle söylenip yazılacak diye bir kararname yayımlanmış olabilir Resmi Gazete’de, deyip araştırmayı kestim. Bizim Kadir gitti gideli Resmi Gazete izleyenimiz mi kaldı?  

İki devlet olunca…

Bunlar içeride olup bitenlerle ilgili. Ağızdan çıkıp kulakla işitil(e)meyenler dışarıda olunca iş biraz daha karışıyor haliyle. Böyle bir durum, şu İsrail’e yönelik girip çıkma atışmasında izlendi en yakın zamanlarda.

Hemen hatırlanacaktır, partili cumhurbaşkanı Temmuz ayının son günlerinde memleketine gitmişti. Orada miting de yaptı, parti  örgütünün elemanlarıyla da toplandı. O toplantı sırasında, karşısında hemşerileri var, üstelik partisine gönül vermişler sabah akşam koşturuyorlar, heyecanlanmaz mı insan? Heyecanını karşısında toplanmış, ağzının içine bakanlara da aktarmaz mı? O da öyle yapmış, en uygun ve güncel başlık olarak da soykırımcı İsrail’i bulmuş ve yüklendikçe yüklenmiş. O arada, yakın geçmişteki fütuhatı hatırlatarak, nasıl Karabağ’a girdiysek, oralara da gireriz, demiş. Aslında Libya’ya girişi de belirtmiş, ama konumuz o değil şimdi.

İyi de, hadi İsrail’dekilerden gelecek çemkirmeleri savuşturmak kolay, ama Azerbaycan’ın da bir hesabı kitabı var, pek çok üçüncü ülkeyle ilişkileri var, onlar zor durumda kalmaz mı? Doğrulamak mümkün değil, çünkü doğru değil; sessiz kalsan bir türlü, sesini çıkarsan bir türlü…

Nitekim, onlar da üçüncü yolu tuttular. O konuşmadan birkaç gün sonra Azerbaycan Savunma Bakanlığı “Karabağ savaşında yabancı devletlerin silahlı kuvvetleri personelinin yer aldığına ilişkin iddiaların asılsız olduğunu” bildirdi. Bakanlık yetkilisi, “Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünün ve egemenliğinin restorasyonu için verilen mücadelede yalnızca Azerbaycan ordusunun görev aldığını” belirtti. Rize konuşması ile bu açıklama arasındaki birkaç günde neler olduğuna ilişkin olarak kamuoyunun bilgilendirildiğine ben tanık olmadım. Bir olasılık, “tamam, tek millet iki devletiz de, böyle konuşmalar devletlerin birinden habersiz yapılınca, güçlükle karşılaşılıyor” benzeri görüşmeler gündeme gelmiştir. Ankara’daki yetkililer ise “canım, her konuşmamızı yapmadan önce size nasıl haber verelim” yollu sitemlerde bulunmuş olabilirler.

Neyse, bilgi eksikliği olduğu için konuyu uzatmakta yarar yok. Sadece, ağızdan çıkanlarla kulakların işittikleri arasındaki fark çoğaldıkça işlerin karıştığı, öyle bir farkın oluştuğu hemen her durumda ortaya çıkıyor, sonucuna ulaşmakla yetinmek en iyisi.