AKP iktidarının Türkiye'yi Afganistan'da ABD'nin taşeronluğuna soyundurması sadece akıl dışı değil aynı zamanda hukuk dışıdır ve anayasal bir suç teşkil eder.

Afgan göçü ve Afganistan'da taşeronluk

Geçen haftaki yazımızda ("Gündemimiz Gericilik ve Göçmenler", Birgün Pazar, 1 Ağustos), AKP rejiminin Türkiye'ye yönelik göçleri teşvik ederken, dışarıdan mali destek  sağlamak dışında üç hesabı daha bulunduğunu söylemiştik. Şöyle özetleyelim:

Birincisi, Türkiye'nin gerileyen nüfus artış hızının "en az üç çocuk" dayatması üzerinden çözülemeyeceğini nihayet iktidar da anlamıştır. Nüfusu bir ekonomik ve politik güç unsuru olarak gören AKP/Erdoğan zihniyeti, son 10 yıldır sığınmacıları bir fırsat olarak değerlendirmekte ve teşvik etmektedir. 

İkincisi, göçmenlerin ağırlıkla Hanefi-Sünni kökenli olmasının da büyük bir avantaj olarak değerlendirildiğine kuşku yoktur. Suriye-Irak göçmenleri belirli oranda Şii nüfus da barındırır ve daha sınırlı bir Sünni-militanlık dozu içerirken, AKP Afgan göçmenlerin daha geri bir dincilik temelini temsil ediyor olmasını kendi  uzun vadeli hesaplarıyla uyumlu görüyor olabilir. Alevi nüfus oranının geriletilmesi de AKP anlayışıyla uyumludur.

Üçüncüsü, AKP iktidarı ülkeyi ucuz ve güvencesiz emek cehennemi yapmakta kararlı gözükmektedir. Emeğin tüm örgütlenme ve hak arama mücadelelerinin önünü kesen, veya sarı sendikalarla hedefinden, sermaye için örgütsüz ve güvencesiz bir emek pazarı hazırlamak konusunda büyük deneyim biriktiren bir siyaset için, bol ve ucuz göçmen işgücü akışını sürekli kılmak, bu sayede de yerli emekçileri daha aza razı etmek, sermaye gözünde vazgeçilmezliğini kanıtlamanın bulunmaz fırsatı gibidir.

Bunları elbette çoğaltmak mümkün. Belki dördüncü bir başlık olarak şu göçün finansmanı meselesini ekleyebiliriz. Özellikle RTE'nin, "finansını iyi yönettiğimiz için alıyoruz; finansını iyi yönetmeye devam ederek daha da alacağız" itirafından sonra, salt AB üzerinden gelebilecek görünür destekleri değil ABD üzerinden gelecek daha örtük destekleri de dikkate alarak böyle konuştuğunu varsayabiliriz. Muhalefetin Biden-Erdoğan görüşmesinde böyle bir yazılı olmayan mutabakatın yapılmış olduğunu konu etmesi hiç de temelsiz görünmemektedir. AKP iktidarı daha 2002 yılı sonundan itibaren ABD'nin Irak müdahalesi öncesinde böylesine akçalı pazarlıklar yapmaya çok hevesli olduğunun göstermişti..

Aslında bu finansman meselesini bizzat göçmenlerin yanlarında getirdikleri -muhtemelen ABD'nin ceplerine koyduğu dolarlarla biraz daha şişmiş- nakit birikimlerini de ekleyerek düşünmeliyiz. Suriye'den gelenler kadar olmasa da (oradan göç edenler arasında orta düzey varlıklı kesimler görece daha çoktu), Afganistan menşeli göçün de ilk etkisi böylesine bir birikimin Türkiye'de harcanması olacaktır. Bunun GSYH üzerindeki pozitif etkisi de küçümsenemez ama bu bakımdan daha önemli etki, göçmenlerin üretici ve hizmet sektörlerinde çalışarak yaptıkları uzun dönemli katkılardır. Şu an mali açıdan iyice sıkışmış ve büyüme göstergelerine çok önem veren bir iktidarın bunu da hesaba kattığı açık olmalıdır.

İktidar cenahı, bu kadar işine yarayan bir demografik dönüşüm için bir de üste para almayı ve göçmenlerin ekonomiye katkılarını sömürmeyi herhalde bulunmaz bir nimet olarak değerlendirmektedir.

Beşincisi, Türkiye'de kutuplaştırma siyaseti üzerinden iktidar yandaşlarını muhalefetin üzerine salmak siyasetinin her zaman tam hedefe vuracak bir örgütlenmeye karşılık gelmemesi nedeniyle, "sivil faşist milisler" oluşturma çabalarının arttığı ve son birkaç yıldır bunların muhalefete karşı fiili müdahale güçleri olarak kullanılma aşamasına geçildiği görülmektedir. Halk TV baskını bunlardan sadece sonuncusudur; bu saldırının da daha öncekiler gibi yaptırımsız bırakılması ise, yeni saldırıları teşvik etmek ve saldırganları cüretlendirmekten başka amaç taşımamaktadır. Yürütmenin emireri konumuna getirilen yargı mensuplarının sicili de böylece giderek kabarmaktadır.

Afganistan'da Taşeronluk

Altıncı bir başlık ise, AKP Türkiye'sinin dış politikada sürüklendiği mezhepçi/ İhvancı tutumun, iktidarda kalabilmesinin şartlarından biri olarak gördüğü ABD ile ilişkileri "iyi" tutmaya verdiği önceliğin, bugün artık Afganistan üzerinden yenilenmesi ve konsolide edilmesi ihtiyacıdır. Böylesine "hazır asker" konumunu kabullenmek, ABD yanında AB açısından da kendi iktidarının vazgeçilmez olduğunun kanıtlanması bakımından rejimin "amaç fonksiyonları" arasındadır. AKP hem Afganistan'da ikame taşeron güç olmaya hazırlanarak hem de Afgan ordusunun tortularını Türkiye'ye kabul ederek çifte yaranma ilişkisi ortaya koymaktadır. Afgan ordusu tortularının burada eğitilerek milis güç olarak tekrar Afganistan'a götürülmesi senaryoları ise -ki şimdiden yürürlüğe girdiği anlaşılmaktadır- bu tabloyu Türkiye açısından daha ağırlaştırmaktadır.  (Bu arada, sığınmacıların giderek çoğalacak bir bölümünün TC vatandaşı ve seçmen yapılması yanında, bu "eski" askerlerin, belirli bir eğitimden sonra, Türkiye'deki bir toplumsal kargaşada kullanılmayacağının da garantisi yoktur).

AKP yönetiminin ABD isteklerini ikiletmeden hatta bazen istenileni aşacak bir gayretkeşlikle karşılamaya hazır kıvama getirilmesi, hem siyasal İslamcı hareketin her türlü tavize "müsait" duruma geldiğini belli etmesiyle hem de ABD emperyalizminin bunu sonuna kadar istismar etmesiyle şekillenmiştir. (Örneğin RTE'nin kutlama telefonuna Biden'ın teamüllere de aykırı olarak dönüş yapmayarak NATO görüşmesinde koparabileceği ödünleri çoğaltma hesabı yapması bu fırsatçılık kapsamındadır). Bu "kıvama getirme" stratejisi, elbette Türkiye'deki rejimin acze düşmesi ve dış desteklere muhtaç hale gelmesi temelinde uygulanabilir olmaktadır. Türkiye'deki iktidarın kuşkusuz mali destekler vs. gibi ek avantajlar koparma, belki ABD ile olan ihtilafları azaltma (?) derdi yanında, iktidarını sürdürülebilmek için içerde faşist baskılarının dozunu arttırma mecburiyetine de destek arayışı vardır. 

Kendisini ABD ve AB açısından vazgeçilmez olarak gösterebildiği ölçüde, seçim hileleri veya seçimleri kaybettiğinde yapabileceği olası oyunbozanlıklar için de dış dünyanın -bir danışıklı dövüşe uygun biçimde- "hoşgörülü" veya "sınırlı" tepkilerle yetinmesini sağlama hesapları içinde olacağı da tahmin edilebilir. Ama bu hesabın, bize göre artık iler-tutar tarafı kalmamıştır. AKP'den koparılabilecek tavizler alınacak ama bu rejime arka çıkma riskine girilmeyecektir; bir başka açıdan Batı ülkeleri, kendi iç kamuoyu tepkileri nedeniyle de böyle bir angajmana artık giremeyeceklerdir. 

Fakat bu arada RTE/AKP'nin, iktidarının belki son demlerinde, Türkiye'yi bugüne kadar olduğundan daha büyük tehlikelere atabilecek bir "gözüpeklik" sergilemesi riskinin büyüdüğü görülmektedir. Savunma Bakanının işgüzarlığına bakılırsa, TSK'nın Afganistan'a muharip güçler göndererek farklı bir angajmana girmesi, ABD'nin Afganistan'da kurguladığı yeni vekalet savaşında Afgan Ulusal Ordusu (AUO) ile birlikte taşeronluk rolüne talip olması olasılığı büyümektedir. Deneyimli diplomat Şükrü Elekdağ (Uğur Dündar ile söyleşi, Sözcü, 07.08.2021), özenle şunu vurguluyor: ABD Afganistan'dan tam anlamıyla çekilmiyor; Taliban ile savaşa da tamamen son vermiyor; "savaşın şeklini değiştirerek vekâlet savaşına dönüştürüyor; bu suretle çok daha az maliyetle ve can kaybı olmadan taşeronları vasıtasıyla sürdürmeyi planlıyor". Bu arada "Taliban karşısında dağılmaması için AUO'ya Ortadoğu üslerinden kalkacak uçaklarla hava desteği sağlayacak" bir planlama yapıyor. 

Bize göre, ABD Afganistan'dan çekilişini daha az onur kırıcı bir şekle büründürmeye; Afganistan'daki etkisini uzatmaya; mümkünse Taliban'ı müzakere masasında kalmaya ikna etmeye çalışıyor. Orta dönemde Taliban'ın önüne set çekebilecek artık hiçbir gücün kalmadığını kendi 20 yıllık deneyiminden biliyor olmalı. Ama aslında, dış politika yazarı Ceyda Karan'ın (Birgün, 09.08.2021) ifade ettiği gibi, Afganistan'ı Taliban'a terkederek, ABD belki de Çin'e ve Rusya'ya karşı büyük oyunlarından birini oynamak istiyor.

Her ne olursa olsun, AKP iktidarının Türkiye'yi Afganistan'da ABD'nin taşeronluğuna soyundurması sadece akıl dışı değil aynı zamanda hukuk dışıdır ve anayasal bir suç teşkil eder.