Harold Budd, 84 yaşında hayata veda etti. En yakın dostu Guthrie’ye son sözü “adios amigo” olmuştu.

Adios Amigo!

Bir müziğin, müzisyenin sizi dünyanın hangi köşesinden attığı okla vuracağını kolaylıkla tahmin edemezsiniz. Genelde “toprağım” sıfatıyla telaffuz ettiğimiz müzisyenler titretir gönül sazımızı; zira onlarla benzer çileleri çektiğimiz için ortak dertleri taşır, birbirinden uzak olmayan hülyalar kurarız. Ancak beri yandan öyle müzisyenler vardır ki, bize dönemsel olarak en yakınınızdan daha yakın olabilirler. Dil, din, ırk, görüş ve kültür farkı gözetmeksizin kendimize yakın hissederiz onları. Bizde de Akmar Pasajı’nın birasını içmiş, Atlas Pasajı’nın tişörtünü giymiş, Narmanlı Han’ın kedisini sevmiş müzik sevdalıları arasında Harold Budd adını bilenler her ne kadar azınlık içinde azınlık olsa da, onun daha büyük bir arsası vardır, o bir avuç insanın gönül toprağında.

***

1936 Los Angeles doğumlu Budd (albümlerinde nadiren davul kullanan birisi için biraz tuhaf tabi) müzik hayatına davul çalarak başlamış. Askerliği esnasında Albert Ayler ile tanışmış, caza ilgi duymuş. Los Angeles Community College’da sağlam bir müzik teorisi eğitimi aldıktan sonra beste çalışmalarına başlamış. John Cage’in 1961 tarihli kitabı Silence’ı okurken dünyası değişmiş ama beste yaparken ilk etkilendiği sanatçı müzisyen değil, bir ressam olmuş; örneğin orkestral eseri “Rothko” adını ve ilhamını Mark Rothko’dan alıyordu. Çok geçmeden Terry Riley, John Cage ve Morton Feldman’ın da aralarında bulunduğu etkili bir besteciler topluluğunun parçası olmuştu.

Kuşağının deneyci müzisyenlerinin çoğu gibi Budd da meditatif müzik formlarına ilgi duyuyor, bu da ister istemez onu görsel sanatlara yaklaştırıyordu. Altmışlı yıllardaki bazı eserleri, görsel sanat unsurlarını içeriyordu. İşin performans tarafını güçlendirmek için de minimalizme odaklanmış, ancak Steve Reich’ın tersine Orta Çağ ve Rönesans dönemine yakınlık hissetmişti.

Budd, 1970 yılında psikolojik ve estetik açıdan avangarttan kopmuş, o zamana kadar yaptığı hemen her şeyi reddetmişti, ancak hangi yöne gideceğini bilmiyordu. Kesin olan tek şey aradığının eskide olduğu idi. Çünkü avangardın gericileştiğini düşünüyordu. Bu değişimi gerçekleştirmek için, uzun süredir uzak durduğu piyanonun başına oturmuş, etkili bir soft pedal çalma tarzı geliştirmişti. Pierre Boulez gibi Avrupalıların sert, kasvetli atonalitesinden etkilenmişti.

***

İlk kayıtlarıyla ilgisini çektiği Brian Eno tarafından İngiltere’ye kayıt yapmaya davet edilmiş, bu sürpriz çağrı Budd’ın hayatını olağanüstü bir şekilde değiştirmişti. İlk albümü “The Pavilion of Dreams”, 1978’de yapımcısı Eno’nun (Gavin Bryars ve Michael Nyman gibi bilinmeyen bestecileri lanse etmek amacıyla Island Records çatısı altında) kurduğu Obscure’dan çıkmıştı. İkili olmuşlar, önlerindeki 10 yılı sık sık birlikte çalışarak geçirmiş, üç albüm yapmışlardı.

Eno’nun yanındaki varlığı Budd’a ulaşmayı asla hayal edemeyeceği bir dinleyici kalabalığı getirmişti. Budd İngiltere’ye taşınmasından sonra Cocteau Twins üyeleriyle (bilhassa da gitarcı Robin Guthrie ile) kanka olmuştu. 1986’da toplulukla “The Moon and The Melodies” adlı ortak bir albüm çıkarmış, ardından Guthrie ile yıllar sürecek bir mesaiye girişmişlerdi.

Karşılıklı güvene ve sıcak dostluğa dayalı sanatsal ilişkiler kurma eğilimine rağmen Budd yine yalnızlığı tercih ediyordu. O nedenle beri yandan düzenli olarak solo sanatçı olarak çalışmaya da devam ediyordu. Üretkendi, sürekli albüm yapıyor ama iş birliklerini de ihmal etmiyordu. Hector Zazou, Jah Wobble, Andy Partridge, Daniel Lanois, John Foxx ve Bill Nelson birlikte albüme girdiği bazı isimlerdi. Budd, 2000’lerin başında kendini emekliye ayırdığını duyurmuş ama kısa süre sonra yeniden müziğe dönerek bir dizi proje hayata geçirmişti.

Budd maceradan maceraya atılan, stiller arasında çılgınca gidip gelen müzisyenlerden biri değildi. Çok net bir hüviyeti, istikrarlı bir çizgisi vardı ve ona tüm kariyeri boyunca sadık kalmış, doğru bildiği yoldan sapmamıştı. Başarısının sırrı sabır, inanç ve çalışkanlıktı.

Kırk yıllık diskografisi boyunca, ambient, minimalizm ve dream-pop işler üretse de, mütemadiyen yavaş, sakin bestelerine, piyanosunun sesine odaklanarak kendini ön plana çıkarmayı hep reddetti. Müziğin elbise değiştirir gibi çıkarıp bir kenara atabileceğiniz bir şey olmadığını, ancak yüksek sadakatle yapılabileceğinin gözler önüne sermişti.

Paleti sayısız renkten oluşmuyordu; ana rengi yumuşak pedallarla hafifçe puslandırılmış beyazdı. Tınısı Erik Satie’yi kar fırtınasında duymaya benziyordu. Melodileri yüksek oktavlarda dolaşırken bile cennetten çıkmışçasına saftı, kulak okşayıcıydı.

***

Pek çok müzisyen gibi Budd da kategorilerden hoşlanmıyordu. Bir nevi pazarlama yöntemiydi ona göre bunlar. Aynı şekilde müziğin iyileştirici ya da tedavi edici olduğu fikri de ona ikna edici görünmezken, buna karşın müziğinin meditasyonel içselliğini seviyor ve kullanıyordu. Yarattığı hava ruhani ve dünya dışı olmasına rağmen Budd’ın müziği aslında insani açıdan son derece pozitifti. Yoğunlaşmak ve üretmek istediğinizde en iyi dostlarınızda biriydi. Belki de yeryüzündeki bir avuç insan onu kendine dönem dönem “toprağından” daha yakın hissediyordu.  

Harold Budd, 84 yaşında hayata veda etti. En yakın dostu Guthrie’ye son sözü “adios amigo” olmuştu.

Murat Beşer ([email protected])