Arap Birliği zirvesinde Esad’ı görüp 'emperyalizm kaybetti' demek de mümkün, Zelenski’nin mevcudiyetinde Washington-Londra ekseninin zaferini görmek de...

Adam kazandı mı?

Arap Birliği 32. zirvesini Cidde’de gerçekleştirdi. Bu zirvenin iki önemli özelliği vardı. Birincisi Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın 12 yıl aradan sonra yeniden katılmasıydı. İkincisi ise Ukrayna Devlet Başkanı Zelenski’nin Suudilerin daveti üzerine zirveye iştirak edip bir de konuşma yapmasıydı.

Hayatı iki keskin köşeden ibaret görmek rahatlatıcı olabilir ama aynı zamanda da yanıltıcıdır. Hayat da dünya da böyle bir konfor sunmuyor maalesef. Arap Birliği zirvesinde Esad’ı görüp “emperyalizm kaybetti” demek de mümkün, Zelenski’nin mevcudiyetinde Washington-Londra ekseninin zaferini görmek de. 

Teker teker gidelim. Uzun süren kararsızlık ya da ayak sürümeden sonra Arap Birliği’nin Suriye’yi yeniden arasına alması Ortadoğu ve dünya politikası bakımından küçümsenmeyecek bir gelişme hiç kuşkusuz. Bu yönde uğraşan Cezayir gibi aktörler nihayet Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE)  gibi mütereddit devletleri ikna etmiş, bu konuda en keskin tutma sahip olan Katar’ı ise susturmuşlar anlaşılan.

Arap Birliği’nde lider veya yönlendirici konumda bulunan Suudi Arabistan ve BAE gibi ülkelerin tavırlarının değişmesinin ardında üç etken olabilir. 

Birincisi sahadaki gerçekler. Rusya ve İran’ın somut ve kapsamlı askeri desteği sebebiyle arazide durumun Esad aleyhine değişme ihtimali artık çok zayıf. Suriye topraklarının büyük bir bölümünde meşru rejimin denetimi mevcut. Aksi yönde atılacak adımların Suriye’de uzun yıllar cihatçıları destekleyenler bakımından olumlu bir sonuç getirmesi de olanaksız. 

İkinci etken ise Arap Birliği ülkelerinin mevcut durumun daha da uzamasının bölgede İran’ı ve İran etkisini kalıcı hale getirmesi olasılığından duydukları kaygı. Arap Birliği’nin patronları Esad’ı İran’a mahkûm olmaktan kurtarmak amacıyla bu adımı atıyor olabilirler. Birinci ve ikinci etkenle bağlantılı bir unsur daha var aslında: Suriye’nin yeniden imarı. O süreçte pişecek aşa kimler kaşık sallayacak meselesi. Ekonomik etkinliklerini salt enerji odaklı olmaktan çıkarmak için ciddi adımlar atan BAE ve S. Arabistan’ın böylesi bir fırsata sırt dönmek istememeleri anlaşılır.

Batılıların “odadaki fil” diye tanımladıkları üçüncü etken var bir de. İsrail’de Netanyahu yönetiminin kelimenin her anlamıyla zıvanadan çıkmış olması. İsrail‘de Filistinlilere yönelik imha siyaseti devlet destekli bir toplumsal histeriye dönüşmüş durumda. Başıboş yobaz kalabalıkları işgal altındaki toprakların birçok yerinde Netanyahu iktidarının teşvikiyle Filistinlileri hedef alan acımasız bir sürek avı yürütüyorlar. İnsanlar öldürülüyor, zeytinlikler yakılıyor, evler ya yıkılıyor ya da Filistinli sahipleri kovulup işgal ediliyor. Kudüs’te her gün yeni bir kışkırtma yaşanıyor. Bu gelişmeler yıllarca Filistin Davasını kullanarak karakuşi yönetimlerine meşruiyet devşiren Arap yönetimleri tarafından derin kaygıyla izleniyor. Trump’ın en az kendisi kadar düzenbaz damadı Jared Kushner tarafından kotarılan İbrahim anlaşmalarının üçüncü sınıf bir kandırmacadan ibaret olduğu Arap kamuoyu tarafından çok çabuk anlaşıldı. Kushner’in panayırda saç çıkartacak diye sattığı losyon kan çıkartıyor sadece. Filistinli kanı.

“Arap Baharı” diye adlandırılan süreçte çok öne çıkartılan bir kavram vardı anımsarsanız: “Arap Sokağı”. Bana nedense “Susam Sokağı”nı hatırlatan bu tamlamayı kullanmayı sevmiyorum. O yüzden Arap halkı diyelim biz. Arap halkı, İbrahim anlaşmalarının bir dalavereden öteye gitmediğini yaşayarak öğrendi. Ne kadar tarafsız (!) olabileceği isminden de anlaşılan Washington Institute tarafından yapılan bir araştırmaya göre bile Suudi Arabistan’da İbrahim anlaşmalarının olumlu sonuçlar getirebileceğini düşünenlerin oranı yüzde 20. Aynı araştırmaya katılanların yüzde 81’i herhangi bir doğal afet durumunda İsrail’den yardım kabul edilmesine karşı görüş bildiriyor.

İşte bu tablo ve yükselen bu öfke Arap rejimleri tarafından arzu edilen bir şey değil. ”Suriye’yi yedirtmeyiz, İsrail’e hiç yedirtmeyiz“ mesajına ihtiyaç var halkı teskin etmek için. Neden? Çünkü Suriye bölgede İsrail’i rahatsız edebilecek kapasitedeki tek devlet, yaşadığı bütün yıkıma karşın. 

Böylesi bir arka planda gerçekleştirilen zirvede Suriye Devlet Başkanı Esad’ın yaptığı konuşma çok tartışıldı. Esad, İhvan ideolojisinden sapkınlık diye söz etti ve Osmanlıcılık tehlikesine dikkat çekti. Türkiye’de bu konuşmadan gıdıklananlar ve yanıt vermek adına gıdaklayanlar oldu. Bu köşeyi düzenli okuyanlar ve beni tanıyanlar bilir ki, Esad’a da Suriye rejimine de derin bir muhabbet beslediğim söylenemez ama  konuşmanın beni rahatsız eden bir yönü olmadı. Aksine ben olsam daha ağır konuşurdum diye düşündüm. 

Suriye’nin Arap Birliği’ne geri dönüşü ABD ve Avrupa’da da rahatsızlık yarattı. Arap liderlerinin riyakârca davrandıklarını, bir insanlık suçlusunu ağırlamaktan utanmadıklarını yazıp çizenlere rastladım. Sanki o Arap liderleri işlediği insanlık suçları bakımından başka hiçbir ülkeyle kıyaslanamayacak başarılara (!) imza atan ABD ile on yıllardır iş tutmuyorlarmış, kendi halklarına çok iyi davranıyorlarmış, Yemen’de yüzbinlerce çocuğu Batı’nın sattığı silahlarla sürdükleri bir saldırı sonucunda aç bırakmıyorlarmış gibi, “ay vallahi şoke olduk, nasıl olur da katil Esad’la masaya oturur” kıvamında makaleler yazdılar, demeçler verdiler. 

S. Arabistan ve BAE gibi ülkelerin Esad’la barışmaya yönelerek “anti-emperyalist” bir tutum sergilediğini, ikiyüzlü Batı’ya ağır bir ders verdiğini filan söyleyebilecek miyiz peki? Söylerdik belki ama bir baktık ki Ukrayna Devlet Başkanı Zelenski de zirvede. Konuşma notlarımız elimizde kaldı. Yazının sınırları zorlanacağı için Zelenski bağlamında çok ayrıntıya giremeyeceğim. Yine de şunun altını çizmek gerek: Arap Birliği ülkeleri bu eylemleriyle tek doğrulu/tek patronlu bir uluslararası sistemin artık mümkün olamayacağını göstermiş oldular. Bu mesajın adresi salt ABD ve Avrupa değil, Rusya ve  son dönemde bölgede diplomatik anlamda ağırlığını hissettiren Çin’di de aynı zamanda. 

Yavaş yavaş evimize gelelim artık. Erdoğan rejimi zirveyi kendi ortalamalarına göre sessizce izlemekle yetindi. Seçim süreci sona ermediği için net bir tutum sergileyemedi. Aslında 32. Arap Zirvesi Akepe’nin Suriye politikasının iflası anlamına geliyor. Davutoğlu-Erdoğan ikilisinin fütuhat politikasından geriye şu an Türkiye’de nefret nesnesi haline getirilen milyonlarca Suriyeli sığınmacı ve dünyanın çeşitli noktalarından devşirilmiş yüz bine yakın cihatçı cellat kaldı kucağımızda. Bunun yükünü de Türkiye’de yaşayanlar çekecek daha uzun bir süre.

Peki “Adam kazandı” mı? 

Esad’dan söz ediyorum. Bence henüz bunu söyleyebilmek için çok erken. Sadece Ortadoğu’da değil, dünyanın başka yerlerinde de sarıldıkları kişiler tarafından bıçaklanan çok lidere tanık olduk yüzyıllar boyunca. Tarih uzun ve sakin akan bir ırmak değil. Bekleyip göreceğiz.

Siz yoksa başlıktaki “adam”ı başka birisi mi sanmıştınız? O çoktan kaybetti. Önünde sonunda yazılacak onun hikâyesi de. Mevsimlerin değişmesiyle, kıymeti kendinden menkul, kimi yerlerde önceden doldurulmuş plastik sandıkların silkinmesiyle değil ama. Örgütlenmeyle ve mücadeleyle.