Bedduamızdır; bir sabah yatağından siyahi olarak uyanasın, Trump Tower’lardan akan ve kesene, kasana dolan servetinden mahrum olasın, kısa bir süre için bile olsa fukara bir siyahi olarak çırpınıp durasın. Sonra emperyalist devletinizin kudretli beyaz şeriflerinden ya da polislerinden biri tarafından gözaltına alınasın.

Acıyı paylaşmak aynı acıya katlanmakla olur – George Floyd’un ve Peter Norman’ın anısına

Trump pişkince “Floyd ailesinin acısını paylaşıyorum” dedi kameraların önünde, her zamanki meymenetsizliği ve suratsızlığıyla. Bir zamanlar bir Realite Show yapardı, adı “The Apprentice” (Çırak) idi galiba. Bir sürü kadın ve erkeği bir ofise tıkar, sonra onlara iş verirdi. Her hafta birini kovardı, kovarken de aynı pişkin ve meymenetsiz surat ile “Your are fired” (Kovuldun) diye bağırırdı. Kovulan ise salya sümük ağlayarak ayrılırdı sahneden. Trump’ın gösterisi insanlığın özsaygısı ve kişiliği üzerinde uygulanan bir işkenceydi ve izleyen sürüye bir garip haz veren, sado-mazoşist bir ucube gösterisiydi. “Kovuldun” derken gözlerinden akardı gizli bir hınç ve sevinç. Acılarını paylaşıyormuş, hadi oradan. Acı ancak ve ancak aynı acıyı benliğinde hissederek paylaşılır, acı ancak acıya katlanarak paylaşılır. Nasıl mı? Herkesin bildiği ve defalarca anlatılan bir hikayeyi anlatarak örnek verelim.

1968 Meksika Olimpiyatları fırtınalı bir dünyanın ve fırtınalı bir Meksika’nın odağında ve göbeğinde düzenlendi. Mexico City’nin caddeleri ve bulvarları radikal öğrencilerin istilası altındaydı. Ancak yetmezdi. Resmi tamamlayacak ve bu olimpiyatı unutulmaz bir olaya çevirecek asıl adım olimpiyat pistlerinden geldi. 200 metre erkekler finalinde iki Amerikalı, bir Avusturalyalı atlet ilk üçte yer aldılar. Madalya seremonisinde arka planda ABD ulusal marşı çalarken çıplak ayaklı ABDli siyahi atletler Tommie Smith ve John Carlos başlarını öne eğdiler ve yumruklarını kaldırdılar, biri sağ öbürü sol yumruğunu kalırdı. Yumruklar siyah eldivenlerin içinde sıkıldılar. Tüm stadyum buza kesti. Başlarını öne eğdiler. Avustralyalı Peter Norman da iki siyahi yoldaşıyla saf tuttu. Rivayete göre bu teatral protestoyu daha önce aralarında konuşmuşlardı, Smith ve Carlos, Norman’dan destek istemişlerdi, o da verdi. Onlarla saf tuttu, sonrasında neye mal olacağını düşünmedi bile. İki siyahi ve bir beyaz atlet insanlığın daha ölmediğini ilan ettiler. Ancak hem Amerikan hem de Uluslararası Olimpiyat Komitesi için sergilenen bir skandaldı. Smith ve Carlos ırk ayrımını, yoksulluğu ve eşitsizliği protesto ettiler, Norman da destek verdi.1 Sonrası mı? Fırtına koptu. Smith, Carlos ve Norman neredeyse aynı sıkıntıyı ve acıyı paylaştılar. Hatta Norman’ın acısı ve sıkıntısı biraz daha fazla oldu. Smith ve Carlos ülkelerine geri gönderildiler. Spor hayatları bitti. Ancak Amerikan siyahi cemiyeti içinde kahramanlığa terfi ettiler. En azından yalnız değillerdi. Oysa Norman ülkesine döndüğünde müthiş bir saldırıya maruz kaldı, geniş bir karalama kampanyası başlatıldı. Aslında Avustralya’nın yetiştirdiği en parlak sprinterlerden biriydi (örneğin seremonisi protestoya sahne olan o ünlü 200 metre finalinde elde ettiği derece hala Avustralya rekorudur), defalarca yarış kazandı. Ancak 1972 Münih Olimpiyatları kadrosuna alınmadı. Avustralya Olimpiyat Komitesi hala “kara liste” iddialarını reddetmektedir. Açlık ve sefalet çekti. Her türlü resmi destekten mahrum bırakıldı. 2006 yılında bahçesiyle uğraşırken gelen bir kalp krizi Melbourne’un işçi mahallesinde doğan ve işçi sınıfından gelen bu cesur adamı alıp götürdü aramızdan. Tommie Smith ve John Carlos uzaklardan kalkıp geldiler, cenaze töreninde birer konuşma yaptılar. Ve yoldaşlarını son yolculuğuna uğurlarken tabutunu taşıdılar. Acı ve ıstırap ancak yaşanarak paylaşılır, sen bunu nerden bileceksin? Hayatında bir defa bile Peter Norman’ın yüreğine sahip oldun mu? Ya da George Floyd gibi nefessiz kaldın mı?

“Nefes alamıyorum” diye kısık sesle yalvarıyordu George Floyd ham kafalı, gözü dönmüş polis diziyle boğazına bastırırken. Çevredekiler müdahale etmek istediğinde diğer ham kafalı polis silahıyla onları tehdit etti. George Floyd ölümün en ürperticisini, yavaş ölümü, hem de en dehşetlisini, boğularak ölümü kameraların önünde, insanların çaresiz çırpınışlarının ortasında yaşadı. Gizli saklı hiçbir şey yoktu, ırkçılık devletin resmi urbalarını kuşanmış bir şekilde bir başka siyahi suçluyu hallediyordu. Son dört yüz yılda ne değişmişti ki?  Acısını paylaşıyormuş, sen hayatında bir kere bile böyle bir aşağılanmaya maruz kaldın mı?

Bedduamızdır; bir sabah yatağından siyahi olarak uyanasın, Trump Tower’lardan akan ve kesene, kasana dolan servetinden mahrum olasın, kısa bir süre için bile olsa fukara bir siyahi olarak çırpınıp durasın. Sonra emperyalist devletinizin kudretli beyaz şeriflerinden ya da polislerinden biri tarafından gözaltına alınasın. Akabinde karga tulumba yere yatırılasın, doğuştan suçlu olduğuna inanan gözü dönmüş yasanın gücü tam boynunu diziyle ezmeye çalışırken uyanasın. O vakit anlar mısın acaba 400 yıl önce başlayan işkencenin hala sürdüğünü? Ne dersin bir süre için bile olsa George Floyd olmaya? Ya da yüreğin var mı Peter Norman olmaya?

400 yıl önce başladı bu melanet; 1619’da bir Hollanda gemisi yanaştı yeni kurulan İngiliz kolonisinin doklarına. O güne kadar o topraklarda görülmüş en garip kargoyu boşalttı; 20 siyahi insan. Zincirlenmiş, aç bırakılmış avurtları çökmüş 20 insan. Batı Afrika’dan gelen gemi yola çıkarken tahminen daha çok siyahi vardı kargosunda, ancak uzun Atlantik yolculuğu, dayak, işkence, açlık ve hastalık bir bölümünü alıp götürmüştü.  Bu hikaye 200 yıl boyunca, köle ticareti resmen yasaklanıncaya kadar devam etti. Afrika’nın Batı Sahillerine yanaşan İngiliz, Hollandalı, İspanyol veya başka Avrupalı gemiler ambarlarını düzinelerce siyahi insan ile doldurdular, sonra yola çıktılar. Köle başına bedel hesaplanırken olası kayıplar da hesaplanırdı. Ambar kapağının altında üst üste, yan yana istiflenmiş insan bedenlerinin bir bölümü, susuzluk, açlık ve işkenceden dolayı canlarından olurlardı. Ambar kapağı mütemadiyen açılır ve cansız bedenler ayıklanırdı. Ölü bedenlerden kurtulmanın bir maliyeti yoktu, Atlantik’in sularına bırakılırlardı. Geriye kalan şanslı bedenler Kuzey ya da Güney Amerika’nın limanlarında karaya çıkarılır ve açık arttırmayla satılırlardı. Onlar George Floyd’un atalarıydı. Tarih şahitlik ediyor, milyonlarcası taşındı Amerika kıtasına, Antillere, Karayiplere. Onlar taşındı, onlara yer açmak için Amerika’nın gerçek sahibi yerliler kitlesel olarak katledildi. Liberal sosyal bilimciler hala kapitalizmin barış içinde, özgürlükler içinde ve özgürlükleri genişleterek doğduğu yalanını terennüm eder dururlar. Siz onlara inanmayın.

Özgürlük ve kapitalizm ikilisi sistemin liberal ve muhafazakâr borazanları tarafından sık sık yana getirilir. Onlar için köle ticareti ve köle ekonomisi ve hatta yerlilerin imhası basit yol kazalarıdır. George Floyd’un katli de öyledir.  “Ama genele mal etmek haksızlıktır” diye sızlanacaklar, siz dinlemeyin. Kapitalizm genelleşmiş sistematik barbarlıktır. Özgürleştirdiğini iddia ettiğinde bile sermayenin sömürgen ve katil mantığı işbaşındadır.

1865’de Kuzey köleci Güney’i resmen yendi, 9 Nisan’da Virginia’da, Appomattox kasabasının mahkeme salonunda Güneyli General Robert Lee, Kuzeyli General (geleceğin ABD başkanı) Ulysses Grant’a teslim olduğunda Güney eyaletlerinde kölelik resmen sona ermiş oldu. Köleler resmen “özgür”leştirildiler. Ama gerçekten özgürleştiler mi? Kapitalizmin liberal tarihçileri kapitalizmin doğuşunda serflerin ve köylülerin topraklarından koparılarak işçileştirilmelerini özgürleşme olarak algılarlar. Ancak işçileşenler için bir özgürleşme anlamına gelmedi bu. Tam tersine onlar açısından kapitalizmin sağladığı en büyük ve fakat en lanetli özgürlüğün, aç kalma özgürlüğünün kucağına itilmek anlamına geldi. Köleler de resmen özgürleştirildiler ancak özgürleşemediler. Çünkü ne gidecek yerleri, ne giyecek üstleri, ne de yiyecek yemekleri vardı. Çırılçıplak bir şekilde özgürleştirildiler ve böylece sermaye birikiminin emrine amade ucuz yedek işgücü ordusuna katıldılar. Siyasi hakları bile 1960’ların sonlarına kadar tanınmadı. 1872’de yönetim yine Güneylilere bırakılınca, onları yeninden resmen köleleştirmek dışında, eski kölelere yönelik her türlü zulüm devam etti, eyalet yönetimleri ayrımcı pek çok kültürel ve siyasal yasayı hayata geçirdiler. Beyazların okullarına gidemediler, onların aldıkları ücretleri alamadılar, seçemediler, seçilemediler; otobüslerde arkaya kendilerine ayrılan bölümlere oturmak zorunda kaldılar. Arada bir de linç edilip ağaç dallarına asıldılar. İşte onlar George Floyd’un, linç edenler ise diziyle George Floyd’u boğan polisin atasıydılar. Tüm bunlar yol kazası oluyor öyle mi? Şimdi “acılarını paylaşıyorum demekle” acılarını gerçekten paylaşmış oluyorsun öyle mi?

400 yıllık acı hikayenin sonu mu? Sayılara bakalım. 2010 yılı verilerine göre Latin olmayan beyazların ABD nüfusundaki oranları % 64 iken mahpuslar içindeki oranları % 39’dur. Siyahilerin 2010 yılında ABD nüfusu içindeki paylarının sadece % 13 olmasına rağmen Federal ve Eyalet hapishanelerindeki mahpuslar içindeki payları % 40’dır. Diğer bir ifadeyle ABD’de her 100 bin beyazdan sadece 430’u hapisteyken her 100 bin siyahiden 2300’ü hapistedir. Yol kazası ha? Siyahilerin Corona’dan ölüm oranı beyazlarınkinin 2,5 katıdır. Bir araştırmaya göre eğer Corona konusunda beyazlar ve siyahiler aynı oranda şanssız olsalardı ve iki grubun ölüm oranı eşit olsaydı Corona’dan ölen 13 bin fukara siyahi bugün hayatta olacaktı. Genelleştirmek yanlıştı öyle mi? ABD’de siyahilerin işsizlik oranı beyazlarınkinin iki katıdır. İçinizi karartıyorum biliyorum ama devam etmek zorundayız. Guardian’ın bir haberine göre siyahi hanelerin ortanca serveti 17 bin dolar civarındayken beyaz hanelerin ortanca serveti 170 bin dolara yakındır. Kısacası sıradan bir beyaz hane sıradan bir siyahi haneden 10 kat zengindir.2 Hala yol kazası olduğunu düşünüyor musunuz?

Acılarını paylaşıyormuş, nasıl? Sen de onlar gibi sömürülüyor musun? Sen de onlar gibi doğuştan damgalanıp kovalanıyor musun? Sen de onlar gibi yoksul, aç, umarsız bırakılıyor musun? Sen de onlar gibi aşağılanıyor musun, iteleniyor musun? Sen de onlar gibi boğularak öldürülüyor musun? Nasıl paylaşıyorsun acılarını?