Sermaye birikiyor, ölü sayısı artıyor, deprem olasılığı yükseliyor, ev fiyatları ve kiralar fırlıyor; niceliksel birikim tıkır tıkır işliyor. Kanıksıyoruz. Şaşırmıyoruz. Oysa şaşırmak gerekiyor.

Acının diyalektiği

Bir dostum söyledi; önce ruhumuz öldü, şimdi de bedenimiz ölüyor. Kurtarma çalışmaları büyük bir oranda sonlandırıldı, şimdi kepçeler molozlar ve yıkıntılarla birlikte bedenleri süpürüyorlar. Cesetler siyah poşetlere sokulmuş, yan yana dizilmişler. Bir zamanlar yaşıyordu onlar; nefes alıyor, umut ediyor ve bize temas ediyorlardı. Şimdi yoklar. Kanıksadık, hissizleştik, ifadesizleştik. İnsani tepkilerimizi kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyayız. Paralize olmuş devlete inat bunu bir tür toplumsal dayanışmaya çeviren güzel insanlar olmasa son insanlık mevzilerinden de ricat edecek hale geldik. 

Kanıksamak insanlığın bitimi oysa. Şaşırmak, tersinden, insan olduğumuzu hatırlatan bir refleks. Depremlerden bu yana saygın deprembilimciler, Delfi’nin kahinleri gibi, kötüyü haber veriyorlar oysa. Biri İstanbul için tarih ve olasılık veriyor; 2026’ya kadar % 80 ihtimalle… Tarih ve olasılık sayılarla anlatılan durumlar, ölü sayısı da öyle. Engels’ten, ve hatta Sol Yayınları’nın bir dönemki çoksatarı Politzer’in Felsefe’nin Temel İlkeleri’nden öğrendiğimiz kadarıyla değişim önce nicel başlıyor, bir noktada nitel sıçramaya dönüşüyor. Sayısal, nicel birikim bir yerde dayanılmaz hale geliyor ve nitel patlama yaşanıyor; malum suyun önce giderek ısınması, sonra da kaynaması gibi. Ölü sayısı artıyor, İstanbul’un mahşeri yaklaşıyor. Bir şeyin biriktiğine ve birikenin dayanılmazlığına dair bir tepki henüz gözlemlenmiyor. Birikiyor, ölü sayısı artıyor, deprem olasılığı artıyor, birikiyor, birikiyor. Gel gör ki bu artış, bu birikim bizi giderek hissizleştiriyor, kanıksıyoruz, şaşırmıyoruz. Diyalektik toplumsal ve insani olarak işleyen bir süreç olmaktan çıkarıldı mı acaba bir kararnameyle? Doğa mı? O öyle değil, fay hattındaki gerilim artıyor ve birikiyor. Bir yerde nicelik niteliğe dönüşecek; fay hattı kırılacak; yine insan bedenleri molozla, betonla, inşat demiriyle buluşacak. Şaşırmıyoruz, kanıksıyoruz ve sadece bakıyoruz. 

Oysa dün Hatay’da, Maraş’ta, Adıyaman’da olan yarın başka bir yerde olacak. Orada da kocaman aileler, yaşanmışlıklar, umutlar, üzüntüler; her şey yok olacak. Bunu biliyoruz. Sayıların ifade ettiği şeyler birikiyor, artıyor. Sermaye birikiyor, ölü sayısı artıyor, bir sonraki depremin olasılığı artıyor. Bunların artış ve birikim hızının çadır sayısındaki, veya konteyner sayısındaki, ya da seyyar tuvalet sayısındaki artışların hızından fazla olmasına bile şaşıramıyoruz. Şaşırmadıkça insanlıktan uzaklaşıyoruz. Kanıksıyoruz.

Bir tweet aktarayım, doğru mu bilemem ama kendisi kurgu olsa bile anlattığı oldukça gerçek. Bazı durumlarda “kurmaca gerçek” “gerçek”ten daha gerçektir, merak etmeyin.

Durumu kanıksamış dostumuz. Olasılığı giderek artan deprem olursa ölecek, bunu biliyor. Sahi, onu öldürecek olan şey nedir? Depremin olasılığı artıyor, ancak kiralar ve ev fiyatları da artıyor. “Öyleyse gidip sağlam binalarda otursunlar, depremden korunmanın en iyi yolu bu” diyen bazılarına inat dostumuz gerçeği çıplak, çok sarih bir şekilde ortaya koymuş. Depremde ölme olasılığı artıyor, kiralar artıyor, fiyatlar artıyor amma onun kazancı artmıyor. Ancak bu sistemde paran kadar yaşarsın, paran kadar önlem alırsın, paran kadar korunursun; ötesi yok.

Canlar yitirildi, dünyamız çöktü. Haklı bir eleştiri bombardımanının sesi artık bastırılamıyor. Bu eleştiri bombardımanı bilimsellikten uzaklaşmayı, liyakatsizliği ve tedbirsizliği işaret ediyor. Tüm bu suçlamaların haklılık payı var. Ancak bu konudaki eksiklikler giderilse sorun halledilmiş olacak mı?

Örneğin diyelim ki kentlerimizin yapılanmalarını bilimsel ölçütlere göre yapsak, jeolojinin, sismolojinin, yapı statiğinin ve mukavemet ilminin tüm diktumlarını dikkate alsak ve kentleri buna göre yeniden inşa etsek. Bu süreci yönetecek kişileri en liyakatlisinden ve en dürüstünden seçsek. Söz konusu süreci denetleyecek olanları da en liyakatlisinden atasak. Binaları ve altyapı stokunu depreme karşı dayanıklı, en dayanıklı şekilde inşa etsek. Kısacası tektonik tehdide karşı tekin bir önlem alsak, sismik dip dalgaya karşı bilimle, liyakatle, tedbirle örülmüş bir dalgakıran diksek, zamanın ötesine uzanacak ve insan bedeni yemeyecek bir şahika kursak ne güzel olur değil mi?

Olur mu? Bunu şu sorunun cevabını vermeden cevaplamak imkansız: Peki bilime uygun, liyakat ilkesine sadık, tedbir yönünden sorunsuz bu yaşam alanlarını ihtiyaca göre mi dağıtacaksınız, yoksa para ile mi satacaksınız? Heyhat, tüm sorun bu işte. Çünkü eğer para ile satacaksanız, parası olmadığı için satın alamayacaklar yine ev suretinde beton tabutlara girecekler, haberiniz olsun. Zenginleşme ve yoksullaşmanın aynı hikayenin ayrılmaz parçaları oldukları bu toplumda kuracağınız güvenli kentler mutlaka zenginlerin mekanı olacak, ötekiler ise kaderlerine terk edilecek.

Dahası güvenli, bilimin sağduyulu sesine sadık, liyakatli akılların tasarladıkları ve gözetledikleri, tedbirli konutlar bile maliyet ile fiyat arasındaki lanetli farkın arttırılması baskısına maruz kalacaklar. Neticede bir iki tanesi güvenli olacak, sonrasında bu konutları yapanlar orasından, burasından veya şurasından kısmaya başlayacaklar. Liyakatli olsun olmasın denetleyenler de bir süre sonra olsun varsın diyecekler. Üstelik bu baskı genelleşecek hattı zatında. Burada konutları yapanların, yapanları denetleyenlerin iyiliği veya kötülüğünün bir önemi kalmayacak. Kapitalist rekabet en iyisini bile yolundan çıkaracak. Devlet mi? Eni konu bu tabutları üreterek zenginleşenlerin değirmenine su taşıyacak. 

Sermaye birikiyor, ölü sayısı artıyor, deprem olasılığı yükseliyor, ev fiyatları ve kiralar fırlıyor; niceliksel birikim tıkır tıkır işliyor. Kanıksıyoruz. Şaşırmıyoruz. Oysa şaşırmak gerekiyor. “Kader planı” değil bu, maneviyatımızı önce sarsan sonra güçlendiren bir “sır” da değil. Şaşırmalıyız çünkü bunlar hala prim yapıyorlar. Oysa kanıksıyoruz. Evleri bir yılda bitireceklermiş; anlamadılar bir türlü, sorun ev değil, sorun insanca düzenlenmiş bir yaşamın bir unsuru olarak ev, bunu sağlayamıyorlar. Üstelik bitirilen evler de bedava değil hani, oturacak olanlar borçlanacaklarmış. Canlarını, yaşamlarını, umutlarını kaybetmiş olanlara bedava bir yaşam alanı bile veremeyen bir sistemi biz ne yapalım şimdi? Hem yaslı ve kederli, hem de borçlu. Bu arada bankalar vefat edenlerin kredi borçlarını sileceklermiş, şaşırmalıyız ama kanıksıyoruz. Bu zalım düzen punduna getirse ahrete icracı yollar emin olun. Dahası bu bir “zihniyet” sorunu da değil. Tüm siyasetçileri ve bürokratları kalıbınızı basacağınız kadar adil ve liyakatli olsalar bile, tüm sermayedarları ve müteahhitleri Hulusi Kentmen tadında, kıvamında olsalar bile bu sistem iflah olmaz. 

Ancak toplumsal diyalektik işler kesinlikle. Kanıksama bir yerde biter, şaşırma başlar. Şaşırmak gözlerimizin önünde vuku bulanın normal olmadığının anlaşılmasıdır; sonrasında değiştirme arzusu gelir. Toplumsal diyalektik eşitsiz gelişir. Acının ilk etkisi his kaybıdır, uyuşma ve kanıksamadır. Yerinde duramama ve değiştirme, değişme isteği sonra gelir. 

Peki bu acı yüklü deneyimden ne öğrendik?

Birincisi, örgütlenmemiş toplum, toplum olmaktan çıkar. Depremin bizi hazırlıksız, tedbirsiz, apansız yakalaması kötüdür, ancak en kötüsü bizi örgütsüz bir halde yakalamasıdır. 

İkincisi, sermayenin devleti toplumun geniş kesimlerinin akut ve kronik sorunlarını çözme kapasitesi bir yana, hafifletme kapasitesini bile tamamen yitirmiştir. 

Üçüncüsü sağcı ve gerici ideolojilerin toplumun sorunları üzerine kelam etme yetisi bir yana, onları algılama yetileri bile kalmamıştır. 

Dördüncüsü, bilimsel ve teknolojik gelişme, sonuçları ortakçı bir şekilde örgütlenmiş bir toplumun yararına kullanılmadıkça, toplumun sorunlarını kendi başına çözen gizemli ve sihirli bir şey değildir.

Beşincisi, liyakat kapitalist bir toplumda çabucak aşınan bir değerdir. Kapitalist toplumlarda iyinin ve niteliklinin baskın olmasına yol açan seleksiyon (seçim) değil, kötünün ve niteliksizin baskın olmasına yol açan deseleksiyon (tersine seçim) geçerlidir. Kötü ve niteliksiz baskın ise liyakat yoktur; sadakat vardır.