Neyse ki, yakındır, önce sandık gelecek halkımızın önüne, ardından işin uzmanları ekonominin başına. Ondan sonra ne enflasyon kalacak, ne şu ne bu…

Acıların üstüne biraz gırgır

Dilimizde sözlüklere de girmiş böyle bir sözcük var. İlk kullanılışının değilse bile, “komik, matrak, eğlenceli” olarak verilen anlam karşılıklarıyla sözlüklere girecek kadar yaygınlaşmasının bu adı taşıyan ve ilk kez 1972’de yayımlanan mizah dergisi ile olduğunu sanıyorum. Gırgır ile doğanlar artık 50 yaşındalar, diyebiliriz. Bir ara, Sovyetler Birliği’ndeki Krokodil ve ABD’deki Mad dergilerinin ardından dünyanın en yüksek tirajlı üçüncü mizah dergisi olduğu söylenmişti. Kurucusu, yöneticisi, öteki emekçilerine haksızlık etme pahasına denebilirse, “her şeyi” Oğuz Aral’dı. Kendisine “huysuz ihtiyar” adını yakıştırmış, belki de bu yakıştırma çalışma arkadaşları tarafından yapılmış olan Oğuz Aral benim de, dolaylı olarak, pantomim öğretmenim olur. “Dolaylı” nasıl oluyor diye sorulursa, benim öğretmenim onun öğrencisidir; o zamanlar, altmışların ilk yarısında, tıbbiyede okurdu, sonradan profesör olmuş ve erkenden ölmüştür. Bizde hep derler ya, “tıbbiyeden her şey çıkar…” Söz buradan açıldığına göre, doktorum olanlara, yoldaşım olanlara, hem yoldaşım hem doktorum olanlara selamlarla başlamam yadırganmaz, umarım.

Bu yazıda niyetim, bir matematik işlemi olarak değil, daha genel anlamıyla yalınlaştırmadan söze girip devam etmek; sadeleştirme de diyebiliriz ve hemen her alanda yararlı olduğunu ekleyebiliriz. Gereksiz bir kalabalık ortalığı karıştırıyor, olup biteni kavramayı güçleştiriyorsa, kalabalığın içindeki birbirinin aynı ya da kopyası denecek kadar benzer öğeler ayıklandığında, geride kalanlar, olguyu apaçık görülebilir duruma getirir.

Ülkemizdeki çok uzun sürmüş iktidar, muhaliflerini de olağanüstü ölçülerde çoğaltmış görünüyor. Toplumsal olarak bunda şaşılacak bir yan yok. Halk kitlelerinin, daha doğrusu, yoksullukları ve çektikleri dayanılmaz boyutlara ulaşmış emekçi sınıf ve katmanların siyasal iktidara muhalif konumlara kaymaları, eski deyimle, “eşyanın tabiatı” gereğidir. Bu kaymanın etkisiyle, o geniş kesimlerden en azından belli bir destek almadan, bir ilgi ve yaklaşım sağlamadan varlığını sürdürmekte zorlanacak siyasetçi, yazar, çizer, düşünür, konuşur tayfasının muhalif konumlanışlara geçmeleri de benzer bir doğallık taşır.

Derken, öyle bir görünüm ortaya çıkar ki, sanırsınız herkes muhalefet ediyor, kötü gidişe karşı çıkıyor, çözüm arıyor. Hatta, git gide, bunca geniş, yığınsal, amansız bir muhalefet varken, bu iktidar, üstelik yılların yıpranmışlığı ile nasıl oluyor da hâlâ gücünü koruyor; tam olarak koruyor denemese de, bildiğini okumaya devam edebiliyor!

İşte yalınlaştırma dediğim bu noktada çok işe yarayabilir.

Sözgelimi, şu sıralar yeniden kendini dayatan küresel salgın. Onu denetim altına almak, halkın sağlığını gözetmek, git gide iyileşmeler sağlamak durumunda olan yönetim ne kadar aymazlık içinde olursa olsun, sağlık emekçileri başta olmak üzere, aklı başında uyarıları bıkıp usanmadan dillendiren, gece gündüz çalışıp didinen insanlar da var. Onların çabalarını ve uyarılarını dikkate alıp iktidar sorumluluğu taşıyanların zaman zaman kan donduran düzeylere ulaşan aymazlıklarına basbayağı sert sözlerle muhalefet edenler de hiç eksik olmuyor.

Ancak, bu sonuncuların arasındaki hatırı sayılır büyüklükte bir grubun, salgının başından beri hiç vazgeçmedikleri, bakıp hizaya geçtikleri bir ölçütleri var. En ağır eleştirilerini yaparken bile hep “gelişmiş” ülkeleri örnek veriyorlar. Yok ABD şunu yaptı, yok Almanlar bunu dedi; oysa bizde yapılanlara, bizimkilerin söylediklerine bakın…

Sanki oralarda salgın neyim hak getire, az çok bişey kaldıysa o da bitti bitecek, ölüp gidenlerse devede kulak…

Bu tür karşılaştırıp karşılaştırıp sızlanmalar, bizim zavallı ülkemizin ne kadar geri onlarınsa ne kadar ileri olduğuna bakıp bakıp dövünmeler, en çok da aşı konusunda görülüyor. Bu muhaliflere kulak verilirse, o gelişmiş ülkeler tıkır tıkır aşılarını yapıyorlar; karşı çıkışlar ise orada burada küçük küçük azınlıklardan ibaret.

Şimdi, burada bir “oysa” deyip başlasak, yazabileceklerimize satırlar yeter mi, bilmem.

Örneğin, doğru olup olmadığına bakmaksızın tarikat deyip geçtiğimiz dinci gericilik odakları bizde var da, gelişmişlerin en gelişmişi sayılan, sayılan değil sanılan, ABD’de yok mu? Onların yaygınlığını, etkinliğini, yapıp ettiklerini anlatmaya kalksam, inandırıcı olmaz, mutlaka epey kaynak göstermem gerekir; ama vakit kaybıdır, değmez. Yine de şu kadarını olsun yazabilirim: O emperyalist gericiliğin kalesinde, değişik eyaletlerde olup bitenleri, demokrasi ve insan haklarına aykırı denilip özgürce, üstelik inanılması güç şımarıklık ve saldırganlık gösterileri ile çiğnenen en temel halk sağlığı kurallarını, oralarda yaşayan yakınlarımdan dinledikçe, “Yahu, çocuklar, sizin durumunuz da bizimkinden aşağı kalmaz hani!” diyorum.

En son Kanada’da olanlar neydi? Şu başbakanlarını eşiyle birlikte sokaklarda kuşatılmış bırakan aşı düşmanlarının şanlı demokrasi ve özgürlük gösterileri? Bu arada, Kanada dediğimiz, daha salgının başlarında, çocukların aşılanması başlamamışken, çocuklar dahil toplam nüfusunun 4-5 katı kadar aşıyı satın alıp stoklayan ülke değil miydi?

Demokrasinin mucidi ve beşiği Avrupa’nın yaptıklarına girmeyelim hadi.

Girmeyelim de, muhalifler kalabalığının rasgele seçerek değineceğimiz bir başka sert mi sert muhalefet başlığına sıra gelsin.

Artık en temel ihtiyaçların satın alınmasını imkânsızlaştıran haberlerin bini bir para. Öyledir, bu düzen en temel ihtiyaçları da alım satım konusu yapar. İki gün önce burada aktarılan bu tür bir haber şöyleydi: Bitlis’in bir köyünde bir yurttaşımız, bin yedi yüz küsur lira gelmiş aylık elektrik faturasını gösterip “Sobada tezek yakıyoruz, kış diye buzdolabının fişini çektik, daha ne yapalım, ben bu faturayı ödemek için her ay bir inek mi satayım?” diyordu.

Gel de şimdi benim çok eski bir arkadaşımı hatırlama. Bu tür durumlarda, “Buyur burdan yak hemşerim!” derdi. Erdoğan, olur ya, çıkıp gelse ve müdahale etse, “Gördünüz mü, kim bilir ne kadar önce köylü evine elektrik bağlatmış, buzdolabı var, çamaşır makinesi olduğunu da söylüyor, her ay birini satmaktan söz ettiğine göre epeyce ineği de var demektir. Bizden önce bunlar var mıydı?” demez mi? Demesine der de, çıkıp gelemez; çünkü o da bir adem sonuçta, her yere nasıl yetişsin?

Biraz latife katalım diyoruz ama, işin şaka kaldırır yanı kalmadı. İnsanlar faturaları aldıkça neye uğradıklarını şaşırıyorlar. Sayıları henüz pek çoğalmış olmamakla birlikte, topluca seslerini yükseltenler de yok değil. Bu arada o sert mi sert muhalifler de, doğruya doğru, her gün konuşup anlatıp duruyorlar. Lakin, elektrik üretiminin, dağıtımının, neredeyse bütün bir enerji sektörünün neden özelleştirildiğinden, bunun faturalarla bağlantısından söz eden yok ya da çok az. Varsa yoksa bilgisiz, beceriksiz, liyakatsiz politikacılar ile onların belirledikleri aynı derecede niteliksiz yöneticiler. O gülünç ama sevimli sorunun yeridir: Demek ki neymiş? İşin başına liyakatli yöneticiler gelecek ve elektriği üreten, dağıtan, satan patronlar “Aman ha, Ankara’ya işi bilenler geldi, ayağımızı denk alalım, faturalara bu kadar yüklenmeyelim” diyecekler. Halkımız da rahat nefes alacak!

Sadece elektrikte mi? Olur mu hiç! Ne zamandır dillerden düşmez olmuş enflasyonda öyle değil mi? Haydi Erdoğan’ın ekonomistliği tartışmalı diyelim. Hemen yanında adıyla sanıyla  iktisat profesörü, üstelik koskoca Cornell’de “misafir öğretim üyeliği” yaptığı biyografisinde yazılı Numan Kurtulmuş yok mu? Onu getirsene ekonominin başına! Neyse ki, yakındır, önce sandık gelecek halkımızın önüne, ardından işin uzmanları ekonominin başına. Ondan sonra ne enflasyon kalacak, ne şu ne bu…

Tam da burada borcunu nasıl ödemeyeceğini anlatan Nasrettin Hoca’yı hatırlayarak bitirsek, neden olmasın, çok da güzel olur: Sizi gidi köftehorlar, gördünüz kurtuluşunuzun yaklaştığını, nasıl da keyifleniyorsunuz!