Bugünün Türkiye’sinde hürriyet mücadelesi de eşitlik mücadelesi de laiklik mücadelesi de yüzünü sola dönmeli, sınıfsal bir zemine yerleşmelidir.

Abdülhamid’ler ve İttihatçılar: Seküler milliyetçilik ne kadar seküler?

Türkiye bir süredir yine İttihat Terakki’yi ve Abdülhamid’i konuşuyor. Önce Ümit Özdağ 1915’in yıldönümünde Talat Paşa’yı andı, arkasından da daha altı ay öncesine kadar “Ömer’in Yolu” kampanyası düzenleyen Akşener birdenbire İttihatçı oluverdi ve “kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet” diye slogan atmaya başladı.

Liberal kalem erbabının Türkiye’de olan biten her şeyi İttihatçılık/Kemalizm ikilisi üzerinden açıklamaya dayalı zırvalamalarının ötesinde, hem bugünü hem de gidişatın nereye doğru olduğunu anlamak için İttihatçılığın neden yeniden moda haline geldiği ve bunun nasıl bir İttihatçılık olduğu üzerine düşünmek gerekiyor.

Bunun için önce biraz geriye gideceğim ve geçtiğimiz yıl bu köşede yayınlanan “Hudut Namustur ya da Öfkeli Genç Türkler” isimli yazımdan bazı hatırlatmalarda bulunacağım.

25 Ağustos 2021 tarihli bu yazıda, karşı karşıya bulunduğumuz yeni bir durumdan bahsetmiş ve bu durumu “Türkiye’de ‘Öfkeli Genç Türk’ adlandırmasında somutlaşan ‘yeni’ bir Türkçü/milliyetçi dalga yükseliyor. Bu yeni milliyetçilik ‘seküler’ bir nitelik taşıyor ve kendisini sığınmacı/göçmen düşmanlığı üzerine inşa ediyor” diye anlatmıştım.

Devamında ise İYİP’in bu yeni milliyetçiliğin siyasal temsilciliğini üstlenmeyi hedeflediğini belirtip “sadece İYİP değil, Ümit Özdağ’dan Tanju Özcan’a uzanan bir genişlikte düzen muhalefetinin bütün aktörleri yükselen bu dalganın üzerinde sörf yapmaya çalışıyor” diye bir eklemede bulunmuştum.

Bugün gelinen noktada İYİP’in kendini biraz daha merkeze çektiği için sığınmacı/göçmen meselesine dair hezeyanı tetikleyecek açıklamalardan uzak durduğunu ama “seküler” milliyetçiliğin temsili adına hayli yol kat ettiğini görebiliyoruz. Özdağ ve Özcan’ın yükselişi ise herkesin malumu.

Ancak buradaki sekülerliğin mahiyeti, Türk sağının sekülerliğinin sınırlarını da bize gösteriyor ve İttihatçılık meselesine de buradan bakmamız gerekiyor.

Öncelikle şunu söylemek lazım: Özdağ ve Akşener’in içerisinden çıktığı siyasal gelenek, yani ülkücü hareket, en başından beri İttihatçılığa mesafeli durdu. Türkeş’e göre, Osmanlı’nın yıkımı 1908’de, yani İttihat-Terakki’nin iktidarı ele geçirdiği yıl başlamıştı ve Enver-Cemal-Talat üçlüsü Osmanlı’nın yıkılmasının esas sorumlularıydı. Bu nedenle de örneğin Enver Paşa’nın Orta Asya’da Turan düşleri peşinde koşarken ölmesi dahi onun ülkücülük tarafından yüceltilip kahramanlaştırılmasını beraberinde getirmedi.

Akşener ve Özdağ da meseleye böyle mi bakmaktadır bilemiyoruz ama bildiğimiz şey şu ki, her ikisi de İttihatçılığı sadece bir yerinden sahipleniyor, görmek istedikleri gibi görüyor ve güncel siyasetin bir aracı haline getirmek için kullanıyorlar.

Örneğin Özdağ’ın 24 Nisan günü Talat Paşa’yı anmasındaki esas saik, 1915’in ve Ermeni meselesinin de ötesinde, sığınmacı/göçmen düşmanlığı üzerine kurduğu siyasetle ilgiliydi. Çünkü “gerekirse zorla göndeririz” iddiası üzerine kurulu tutuma tehcir anımsatması aracılığıyla geçmişten somut bir örnek sunulabiliyor ve böylece “yaptık, yine yaparız” denilebiliyordu.

Dolayısıyla Özdağ, İttihatçılığa baktığında anayasacılığı, parlamenter sistemi, sekülarizm adına atılan adımları, farklı etnik grupların bir arada yaşama iradesini, 1908 devrimi sonrası ortaya çıkan hürriyet ortamını değil, sadece 1915’te somutlaşan katliamcılığı ve etnik temizlikçiliği görüyor, oradan kendisine bir şeyler yontmaya çalışıyordu.

Akşener’in Ömer’in yolundan İttihatçılığa hızlı geçişinin sınırlarını ise sosyal medya çağının bir gerekliliğine dönüşen anmalardan biri aracılığıyla gördük. Akşener, sanki bir süredir siyasi söylemini “Abdülhamid istibdadına karşı direnen İttihatçılar” ikiliği ve bunun günümüzdeki tezahürü üzerine kurmuyormuş gibi, Abdülhamid mitosunun yaratıcısı olan kişinin, yani Necip Fazıl’ın ölüm yıldönümünü “üstad” güzellemeleriyle anmaktan geri durmadı.

Oysa dediğim gibi, Necip Fazıl “Ulu Hakan” isimli kitabıyla Abdülhamid mitosunu yaratmış, onu İslamcı kitlelerin idolü haline getirmiş ve bunu da Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlığı adına yapmıştı. Üstelik mesele sadece Abdülhamid mitosunu yaratmış olması değildi. Necip Fazıl siyasal İslamcılığın Türkiye’deki en önemli figürlerinden biriydi ve bugünkü iktidar kadrolarının önemlice bir bölümü 12 Eylül öncesi onun rahle-i tedrisatından geçmiş, bugünkü rejimin karakteri de feyzini büyük ölçüde onun “Başyücelik Devleti” adlı İslamcı-faşist distopyasından almıştı.

İşte tüm bunlar ortadayken Akşener klasik sağcı bir refleksle ve “aynı anda hem Abdülhamid karşıtlığı yapıp hem de Necip Fazıl’ı anamam” basitliğiyle bile düşünmeden “üstad”ı anıyor, böylece İttihatçılığının da “seküler” milliyetçiliğinin de sınırlarını ortaya koymuş oluyordu.

Oysa Türkiye bugün yeni bir istibdat rejimi yaşıyorsa, yasaklar pop şarkıcılarının konserlerine, gençlik festivallerine, içki zamlarına uzanıyorsa, sosyal medyaya yönelik büyük bir sansür yasası geliyorsa, ülke bir tür saltanat iradesiyle ve saraydan yönetiliyorsa, bunun gerisinde çok net bir şeklide siyasal İslam var ve ne Akşener’in ne de Özdağ’ın “seküler” milliyetçiliğinde buna dair herhangi bir itiraz bulunuyor.

Onlar esas olarak yaşanan dinselleşmeyi “Araplaşma” diye kodlayıp o kodlamayı da sığınmacı/göçmen düşmanlığıyla birleştirme ve buradan yeni bir Türkçü dalgayı yükseltmenin hesaplarını yapıyorlar. Bu, merkeze yürüyüşü nedeniyle Akşener’de daha mutedil bir şekilde gerçekleşirken, Özdağ’da Avrupa tarzı bir neo-faşizmin Türkiye temsilciliği şeklinde tezahür ediyor.

Dolayısıyla muhalefetteki Türk sağının da ne Abdülhamid’le ne de dinselleşmeyle sahici bir derdi bulunuyor. İttihatçılıkları ya 1915’ten ötesine uzanmıyor ya da sekülerlikleri Necip Fazıl söz konusu olduğunda bitiyor. Zaten ağızlarından laikliğe dair sahici bir söz de çıkmıyor.

Tüm bunların gerisinde ise elbette ki Türkiye’nin sermaye düzeni ve bu isimlerle partilerinin düzenin has isimleri ve partileri olmaları var. Kendileri de çok iyi biliyorlar ki Türkiye’deki dinselleşme ile sermaye düzeninin bekası arasında dolaysız bir ilişki bulunuyor. Biliyorlar ki bu sömürü düzeni dinselleşmeye -belki derecesi bağlamında iktidardan farklı düşünmekle birlikte- mecbur.

Çok basit bir örnek verelim. Daha iki yıl önce ücretlerin gayri safi katma değer içerisindeki payı 39.1 iken bugün bu pay 31.5’e gerilemiş, iş gücü ödemelerinin gayri safi yurtiçi hasıla içerisindeki payı % 32 seviyelerinden % 24’ler seviyesine inmiş; üstelik bu sırada ülke ekonomisi de büyümüş. Yani ekonomi büyürken emeğin üretilen zenginlikten aldığı pay azalmış. Diğer bir göstergeye göre ise Türkiye’nin en büyük 500 şirketinin kâr oranları 2021 yılında % 137 oranında artmış, bu oran bankalarda ise yüzde 300’leri buluyor. Yani 85 milyon yurttaş bir avuç asalağa çalışıyor, bir avuç sömürücüyü sırtında taşıyor.

Zenginin daha zengin yoksulun daha yoksul olduğu bu düzenin İslamcılık temelinde yükseldiğini ise biliyoruz. Emek hareketinin dağıtılmasından taşeron ve güvencesiz çalışmaya, tevekküle dayalı anlayıştan ücretlerin asgari ücret seviyesinde eşitlenmesine, patronlar için cennet, çalışanlar için ise cehennem anlamına gelen bir emek rejimi yaratıldı. Evet bunu gayet bilinçli ve planlı programlı bir şekilde İslamcılık yarattı.

Seküler milliyetçiliğin ise bu düzenle özsel, sahici, varoluşsal bir derdi yok. Bu yüzden dinselleşmeyle sömürü düzeni arasındaki bağı görmezden geliyor, bu yüzden dinselleşme yokmuş gibi yapıyor, bu yüzden sığınmacılardan bir günah keçisi yaratıp dinselleşmenin faturasını onlara kesiyor, bu yüzden Necip Fazıl anabiliyor, bir yandan güya Abdülhamid karşıtlığı yaparken bir yandan ondan “Abdülhamid Han” diye söz ediyor vs.

Buradan gerçek bir istibdat karşıtlığı da sekülarizm de laiklik de çıkmaz. Bugünün Türkiye’sinde hürriyet mücadelesi de eşitlik mücadelesi de laiklik mücadelesi de yüzünü sola dönmeli, sınıfsal bir zemine yerleşmelidir. Çünkü sınıfsal zemine yerleşmeyen hiçbir mücadele ne sahici olabilir ne de sahici bir başarı kazanabilir.