Gün bitmeden limandaki gemilerine geri dönmek zorunda kaldılar. Nöbet devam edecek. Şimdi sıra limanı da terk edip ülkemizden defolup gitmelerinde.

ABD gemisini 'Welcome' diye mi karşılasaydık?

Yıl 1946.

İkinci savaş sona ermiş fakat faşizmi yenip savaştan büyük insanlığın zaferle çıkmasını sağlayan Sovyetler Birliği’ne karşı, ABD’nin başını çektiği emperyalist kamp, yeni bir savaşın hazırlığını tamamlamış.

Düğmeye basmak için belki de en uygun coğrafya Türkiye. Savaş boyunca Nazi Almanyasıyla ilişkilerde sürekli yalpalayan hükümetin savaş sonrası yaşadığı “büyük yalnızlık” korkusu ile burjuvazinin “büyük hırsı” ABD’nin çok işine yarıyor. Türkiye, muazzam bir hızla emperyalist kampa bağlanıyor.

Bağlanmaya çok partili rejime geçiş eşlik ediyor. Geçişi, 10 Mayıs günü iktidar partisi CHP’nin topladığı olağanüstü kurultayda İnönü duyuruyor:

“Yalnızlık havası, vatandaşlarımızı üzüntü içinde bırakıyordu. İnsanlık alemi, Türkiye’nin haklı durumunu süratle kavradı. Bugün, Birleşmiş Milletlerin şerefli bir üyesi, Büyük Britanya’nın hiçbir şüpheye mahal bırakmayan müttefiki, Birleşik Amerika’nın yakın dostu bulunuyoruz.”1

Konuşma, çok partili rejime geçişe soğuk savaş politikalarının eşlik edeceğini teyit ediyor. Artık “Sovyet tehdidi” masalı karşılık bulmuş, yalnızlık korkusu aşılmış, savaşta Nazilere çalışan Türkiye burjuvazisi rahatlamış durumda.

***

Emperyalizm sembolleri sever.

Türkiye’nin Sovyet karşıtı kampa bağlanmasında, kurultaydan bir ay önce İstanbul Boğazı’na demir atan Amerika Birleşik Devletleri’nin 2.Savaş’taki sembol gemisi Missouri Zırhlısı’nın payı büyük oluyor. Japonya’nın savaş sonunda teslimiyet anlaşmasını güvertesinde imzaladığı bu zırhlı, Türkiye’nin Washington Büyükelçisi Mehmet Münir Ertegün’ün nâşını İstanbul’a getiriyor. İki yıl önce ölen bir diplomatın cenazesinin, üstelik dünyanın en büyük zırhlısının güvertesinde okyanus ötesinden Boğaz sularına getirilmesi, diplomatik nezaketten fazlası olduğu açık.

Missouri 28 Mart’ta yola çıkıyor, 5 Nisan günü İstanbul’a ulaşıyor.

Zırhlının Boğaz sularına girişi Kız Kulesi’nin duvarlarındaki “Welcome Missouri!” yazısıyla kutlanıyor. Missouri onuruna PTT pul basıyor, Tekel idaresi sigara yapıyor.

Gemideki Amerikan askerleri İstanbul’da çok özel ağırlanıyor. Eğlensinler diye danslı balolar veriliyor. Genelevler onlar için süsleniyor. Kentteki büfelerde satılan Rus salatasının adı bile Amerikan salatası olarak değiştiriliyor.

Zırhlının İstanbul Boğazı’na demir attığı gün Amerikan “Ordu Günü’ne” denk geliyor. Başkan Truman, Chicago’daki kutlamada bir konuşma yapıyor. Konuşmasında Amerika Birleşik Devletleri’nin dünya siyasetinde sorumlulukları olduğunu, bu sorumlulukların mutlaka yerine getirileceğini söylüyor. Ardından ABD’den binlerce kilometre uzaktaki iki ülkenin, Türkiye ve İran’ın adını zikrederek, bu ülkelerin kendilerini koruyabilecek güce sahip olmadıklarını ilan ediyor. ABD’nin bunun yapmaya hazır olduğunu söylüyor.

Truman’ın konuşmasına Türkiye’den tezahürat gecikmiyor.

İktidar partisinin günlük gazetesi Ulus’un başyazarı Falih Rıfkı Atay,  8 Nisan 1946 tarihli yazısına “Amerika artık yolunu bulmuştur” başlığını atıyor:

“Amerika askeri kudreti tam kıvamında tutulmalıdır. Amerika mademki dünyanın en kuvvetli milletidir, sorumluluğu da o kadar büyüktür ve idareyi elinde tutmak zorundadır.”2

Missouri işte böyle büyük bir sevinçle karşılanıyor.

Utanç vericidir.

Emperyalizme karşı yürütülen bağımsızlık savaşından başarıyla çıkan bir ülkenin, çeyrek yüzyıl geçmeden bir müstemleke memleket olma yoluna girmesinin gördüğü tezahürat için söylenecek başka söz bulunmuyor.

***

Türkiye’nin dış politikası, halkçı/sosyal demokrat ya da muhafazakar/sağcı olmasından bağımsız, Amerikan emperyalizme yatmanın tarihidir. Oysa Türkiye’nin kuruluş dinamiği anti-emperyalisttir.

Ekim devrimi emperyalistlerin paylaşım hesaplarına ağır bir darbe vurup Avrupa’nın sınırına yaslanan yeni bir işçi devleti ortaya çıkardı. Türkiye, Bolşeviklerin bozduğu bu hesaptan kendisine yeni bir yol açtı. Başka bir ifadeyle Ekim Devrimi, Anadolu’daki devrimi mümkün hale getirdi.

Mümkün olanı yapıp yolu açmayı başaran Mutafa Kemal ve arkadaşları oldu. Başarılamayabilirdi. İyi ki başardılar. Bu açıdan Türkiye, kuruluşta kaderini kendi belirledi. Bu iki genç cumhuriyet, SSCB ile Türkiye Cumhuriyeti aynı saftaydı. Devrim cephesi diyoruz.

Sonrasındaki iplerin teslim edilmesinin kaynağında anti-komünizm bulunuyor. Resmi ideolojiye içkin hale gelen anti-komünizm, Türkiye’de emperyalizmin müdahalesini kolaylaştırmıştır. Yeni ülkenin tüccar sınıfı, gücünü korumak için her şeyi yapan toprak ağaları-aşiret beyleri, palazlanan burjuvazi ve bürokraside buldukları karşılıklarıyla sermaye sınıfı bağımsızlığı kemirdi durdu.

Örneğin ikinci savaş dönemi…

Resmi tarih savaşa girmeyen Türkiye’nin o dönemki dış politikasını “etkin tarafsızlık” olarak adlandırıyor. Oysa Türkiye savaş boyunca sürükleniyor. Başta Sovyetler Birliği olmak üzere hiçbir dostuna güven vermiyor. Son güne kadar Nazilere silah sanayi için kritik hammadde olan krom satıyor. Alman ticari gemilerinin Karadeniz’e silah taşımasına yataklık ediyor. Boğazlarda kendi egemenlik hakkını belirleyen ve aynı zamanda bir uluslararası sözleşme olan Montrö’yü pek çok kez ihlal ediyor. Dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu’nun, Hitler’in önemli kurmayları arasında yer alan Türkiye büyükelçisi Von Papen’e Rusların en az yarısının ölmesi gerektiğini söylediği, Sovyetler’in Berlin’de ele geçirdiği tutanaklarda yer alıyor. Türkiye’yi savaşa sokmayan hükümet, savaştaki faşist Nazi ordularının tam boy destekçisi oluyor.

İkinci savaş sırasında Türkiye dış politikasının bu sürüklenme halini “bukalemun tarafsızlığı” olarak adlandırıp resmi tarihin tahrifatı düzeltmek yine komünist fikirli aydına düşüyor. Niyazi Berkes’in tanımı literatüre giriyor.3

Ardından savaş sonrası dönem…

Nazilerin kazanacağına fazla güvenen Türkiye, Sovyetler Birliği’nin faşizme karşı büyük zaferinden sonra, kuruluşun devrim cephesinden tümden uzaklaşıp emperyalizmin kucağına koşar adımlarla atlıyor. Sürüklenmenin ötesidir. Bunu “çok partili rejime geçiş” olarak tanımlayıp, batı demokrasisiyle ilişki kurmaya bağlamak bir başka resmi tarih tezi oluyor. Bu da bir diğer palavradır. Türkiye 1946 yılında çok partili demokrasiye değil soğuk savaşa giriyor. Soğuk savaş ise siyasi, ideolojik, kültürel boyutları olan bir anti-komünizm stratejisidir.

Erdoğan’ın öve öve bitiremediği 46 sonrasının çok partili dönemindeki sürüklenme, tüm kötülüklerin kaynağı olarak göstermeye çalıştığı tek partili dönemi mumla aratır. Demokrat Parti’nin iktidarında ve Adnan Menderes’in başbakanlığında geçen bu yıllar sadece dış politikanın emperyalist merkezlere tümden bağlandığı değil Türkiye toplumunun emperyalizme karşı direncinin de düşürüldüğü yıllardır. Bu açıdan emperyalizme yatmada İnönü ile Menderes, bir karşıtlığı değil, sürekliliği taşır.

Anti-komünizm ne kadar kırılırsa, emperyalizme karşı direnç o denli artar. 1960’lardaki bağımsızlıkçı yükseliş, sosyalist hareketin yükselişiyle birliktedir. Önünü kesmek için yapılan darbelerin tümünün Amerikancı olması bu nedenle tesadüf değildir. NATO’ya Demokrat Parti iktidarında girilmesi, milliyetçi sağın kontrgerilla örgütlenmesinde NATO’nun devrede olması da…

***

Emperyalizme yatmak onursuzluktur.

Komünizm, kapitalist sömürünün de emperyalist bağımlılığın da karşısındadır.

Komünizm anti-emperyalizmdir.

***

Filistin’de katliam yapan İsrail’i korumak için ABD’nin bölgeye gönderdiği gemilerden biri olan USS Wasp isimli hücum gemisi üç gündür İzmir Limanı’nda demirli.

Limanın önünde nöbet tutanlar ise komünistler.

Adına “Onur Nöbeti” diyorlar.

Bu sayede İzmir “Welcome” diye karşılamadı yankileri.

Filistinlilere her gün bomba yağdıran, el kadar çocukları katleden İsrail askerlerini koruma görevine bir süre ara verip İzmir’de zaman geçireceklerdi. Boğaz’a demirleyen Missouri Zırhlısın’dan karaya çıkan Amerikan askerleri gibi eğleneceklerdi.

Olmadı.

Birinin kafasına çuval geçti, bir başkasınınkinde yumurta patladı. Yürüyüş düzenlendi, limanın giriş kapısının tam karşısına çadır kuruldu, nöbet başladı. Rahat edemediler kentin sokaklarında. Gün bitmeden limandaki gemilerine geri dönmek zorunda kaldılar.

Nöbet devam edecek.

Şimdi sıra limanı da terk edip ülkemizden defolup gitmelerinde.

  • 1. İnönü’nün Söylev ve Demeçleri, 1919-1946; Türk Devrim Tarihi Enstitüsü Yay, İstanbul 1946, Milli Eğitim Basımevi, sf. 401-407
  • 2. Ulus Gazetesi, 8 Nisan 1946.
  • 3. Niyazi Berkes; “Unutulan Yıllar” İletişim Yay. 1997, sf.295