Türkiye’de ve kapitalist dünyada elektrik fiyatları özelleştirmelerden sonra genellikle arttı. Daha kaliteli ve kesintisiz hizmet vaat edilmişti, o da olmadı.

400 bin Ispartalı ve cereyan

19. Yüzyıl’ın son çeyreğine tarihlendirilen İkinci Sanayi Devrimi gündelik hayatı niteliksel bir şekilde dönüştürdü. Kapitalist üretimin kitleselleşmesi, makine imalatının genişlemesi, telgraf ve ilk otomobiller, şehirlerin altyapılarındaki (su ve kanalizasyon) niteliksel değişimler; tüm bunlar hülyalı ve lanetli 20. Yüzyıl başlarken insanlığın sınırsız yaratıcılığının kanıtları olarak tescillendiler. Bu dönem aynı zamanda beşeriyeti en fazla etkileyecek unsurun, elektriğin de sahneye çıktığı dönemdi. Elektrik ile ilgili pek çok kuramsal ve teknolojik gelişim bu dönemin öncesinde ortaya çıkmıştı zaten, ancak elektriğin kitlesel üretimi ve tüketimi bu dönemde olanaklı hale geldi. Elektrik enerjisi hayatımızın değişmez ve vazgeçilmez unsuru olarak daha baştan ayrıcalıklı bir yere sahip oldu. 

Başlarda, yani henüz ulusal elektrik sistemleri namevcut iken, elektrik üretimi özel sermaye birikiminin yatırım alanı ya da yerel yönetimlerin kendi inisiyatifleriyle yürüttükleri bir hizmet idi. Henüz büyük ölçekli ulusal üretimin söz konusu olmadığı dönemlerde cingöz kapitalistlerin kısa vadede üretiminden kolay kâr elde etikleri bir meta idi elektrik. Diğer yandan tüketimi giderek kitleselleşirken medeniyetin tüm teknik parametrelerini de kendine göre yeniden ayarlayan ayrıksı bir meta olduğunu giderek kanıtlıyordu. Mesken tüketiminden sağlığa, eğitimden kamu yönetimine, her yere sirayet ediyordu elektrifikasyon. Daha da önemlisi üretimin kendisi önce elektrikli motorlar aracılığıyla, sonra da kurulan elektrik ağlarına eklemlenerek elektriğe bağımlı hale geldi. Üretim teknolojisindeki yeniliklerin tasarımına, bir zamanlar buhar gücünün yaptığı gibi, elektrik damga vurmaya başladı. Üretimin her aşaması elektrifikasyonun işgaline uğradı. Bu nedenle gelişme ve kalkınma bir yerde elektrifikasyon anlamına gelmeye başladı. 

Tam da burada Lenin’e dönmeliyiz. Onun elektrifikasyon ile ilgili meşhur belirlemesini aktarmalıyız. 22 Aralık 1920’de Halk Komiserleri Konseyi’ne sunduğu raporda şu ünlü tümceyi vurgulamıştı: “Komünizm, Sovyet iktidarı artı tüm ülkenin elektrifikasyonudur”. Görüldüğü gibi elektrik sadece halkın refahının artışı ve ekonomik gelişme anlamına gelmiyordu Lenin için, aynı zamanda komünizme yönelik niteliksel bir sıçramayı da ifade ediyordu. Elektrik sadece modernleşmeyi değil (her iki anlamıyla da) aydınlanmayı da yaratacaktı.  

Kapitalist ülkelerde ise endüstriyel bir dinamik olmanın ötesine geçmişti elektrik, gündelik hayatın ayrılmaz bir unsuru haline gelmiş ve sokaktaki insanın yaşamını kökten bir şekilde dönüştürmüştü. Başlarda belirtildiği gibi diğer metalar gibi üretimi özel sektör tarafından yürütülen ve kâr için satılan bir üründü. Ancak daha baştan, üretim ve tüketim süreçlerinde, ekonomik ve teknik olarak farklı bir meta olduğu anlaşılmıştı.  

Öncelikle depolanamaz (ki hala da depolanma olanakları çok azdır ve oldukça maliyetlidir). Diğer bir ifadeyle, üretilen diğer metaların, arz ve talep dengesizliği riskini göğüslemek için, stoklanabilmelerine büyük bir tezat teşkil edecek derecede stoklanabilme kabiliyetinden yoksundur.  Buna bağlı olarak üretimiyle tüketiminin anlık bir dengeye sahip olması hem ekonomik hem de teknik bir zorunluluktur. Ekonomik bir zorunluluktur çünkü anlık bir dengesizlik bile fiyatını öngörülemeyecek düzeylerde oynak hale getiriyor. Teknik olarak bir zorunluktur çünkü elektrik, üretiminden dağıtımına teknik bir bütünlüğe sahip fiziki bir ağ üzerinden arz ediliyor; ve üretim ile tüketim arasındaki ani ve geçici bile olsa her dengesizlik bu ağı ciddi bir çökme tehlikesiyle karşı karşıya bırakıyor.  Kısacası elektriğin üretiminin, iletiminin ve dağıtımının istikrarsız kapitalist piyasalara bırakılması bir tür intihar anlamına gelmektedir. Başka bir ifadeyle üretiminin ve tüketiminin eş anlı bir şekilde merkezi olarak planlanması gerekiyor. Ulusal elektrik ağlarının planlanması gerekliliği tam da bu nedenle ortaya çıktı. 

Elektriğin başka bir özelliği onu kamusal olarak sunma politikasını daha da haklı hale getirdi. Elektrik gündelik hayat içindeki rolü ve modern bir toplumda tüketim içindeki vazgeçilmez ağırlığı dolayısıyla zorunlu tüketim emtiası haline gelmiştir, dahası ikamesi yoktur. İnsanlık için temel enerji kaynağı haline gelen elektrik toplumsal dokunun her boyutunda ve her hücresinde olmazsa olmazlık payesine ulaşmıştır. Rakibi yoktur, bu nedenle eğer üretimi ve dağıtımı özel sektöre bırakılırsa küçük insanın ve tüketicinin sermaye tarafından istismar edilebileceği bir çerçeve ortaya çıkmaktadır. 

Elektrik üretiminin ayrıca onu özel kılan başka bir ekonomik özelliği daha vardır. Elektriğin birim maliyeti elektrik sistemi genişledikçe, tüketici sayısı arttıkça düşer (ki bu özelik az sayıdaki başka metada da vardı). Bu nedenle bütünleşik, geniş bir elektrik sistemi tüketicilerin lehine bir durumdur. Bu sistemi parçalamak ve bütünlüğünü bozmak tüketici için vahim sonuçlara gebe bir adım olacaktır kuşkusuz. 

Tüm bu nedenlerle elektriğin sıradan bir meta olamayacağı, ve belki de bir meta olamayacağı II. Dünya Savaşı sonrasında üzerinde uzlaşılan bir bakış açısı oldu. Neticede kapitalist ülkelerin büyük bir bölümünde elektrik ağları devletleştirildi, kamulaştırıldı. Ulusal entegre elektrik sistemleri kuruldu ve kapitalist ülkelerin büyük bir çoğunluğunda bu sistem kamusal mülkiyet altına alındı. Bu adımın sonucunda ortaya çıkan kamusal elektrik sistemi birkaç olanağı da beraberinde getirdi. Öncelikle elektriğin yukarıda sayılan özeliklerini gözeten merkezi bir planlama hayata geçirilmiş oldu. İkincisi düşük gelirli ve yoksul kesimleri gözeten bir fiyatlama süreci tesis edildi. Örneğin çapraz sübvansiyon denilen bir mekanizmayla bazı ülkelerde dar gelirli fukara kesimlerin elektrik tüketimlerinin bir bölümü zenginlere ödettirilen daha yüksek elektrik faturalarıyla finanse edildi. Ayrıca kapitalist kalkınma sürecinin gereği olarak özel sermaye birikimi için temel bir girdi olarak elektrik özel sektöre düşük fiyattan satılabildi. Ancak en önemlisi sık sık bakım ve onarım, ve nüfus ve talep artışıyla birlikte kapasite arttırımı gerektiren sistemin bu gereklilikleri merkezi bir planlama altında kolayca karşılanabildi. Türkiye gibi azgelişmiş kapitalist ülkelerde elektrik sisteminin kapsayıcılığı gözle görünür bir şekilde arttırıldı ve üstelik bu genişleme ulusal enerji kaynaklarına dayalı bir şekilde kotarıldı. Türkiye’de bu süreç hidroelektrik ve termik elektrik üretim kapasitesinin genişletilmesine yol açtı. 

Kapitalist kalkınma sürecinin içsel çelişkileri ve yapısal sorunları pek tabi ki bu süreci de arazlı ve sorunlu kıldı; ancak nihayetinde özellikle geri kapitalist toplumlarda elektrifikasyon konusunda ciddi bir mesafe alındı. Gelişmiş kapitalist ülkelerde ise savaş sonrası hızla genişleyen toplumsal refah ve bunun beslediği yeni toplumsal taleplere paralel bir elektrik sistemi genişlemesi ortaya çıktı. 

Ancak bu tatlı hikaye 1980’lerin başında son buldu. Kapitalizmin krizine cevap olarak başlatılan sermaye yanlısı karşı devrim sürecinde en temel amaç özel sermaye birikiminin menzilini genişletmek oldu. Halihazırda işlev gösterdiği sektörlerde bir tür aşırı birikim krizi yaşayan sermaye kârlılığı yüksek yeni sektörlere ve coğrafyalara kayarak krizini en azından hafifletme yolunu tuttu. Onun bu açlığı ve grand stratejisi küresel sermayenin koçbaşları olan IMF ve Dünya Bankası tarafından da desteklendi. Özelleştirme adı altında kamu mülkiyeti altındaki üretim varlıkları yağmaya açıldı.  Sermayenin menzilini kamusal mülkiyet altındaki sektörlere yayma stratejisi özellikle 1990’ların başından itibaren tüm dünyada hayata geçirilmeye başlandı. Bu saldırı stratejisinin en temel hedeflerinden biri de elektrik sektörüydü. Elektrik bahsedilen nedenlerden dolayı özel sermaye birikimine çok tatlı ve çok yüksek kâr vaat eden bir alandı. Nitekim bu nedenle sermayenin karşı saldırısı elektrik sektöründe özelleştirmeyi kapitalist ülkelere dayattı.  

Türkiye’de sermayenin ısrarla atılmasını istediği bu adımı 1990’larda atmaya çalıştılar ancak pek çok nedenden dolayı başarısız oldular. AKP döneminin sermayenin karşı saldırısındaki en olgun dönem olduğunu daha önce belirtmiştik, nitekim altyapısı kendisinden önce kurulan bu adımı tamamlayabilme şansını da AKP yakaladı. Önce kurumsal hazırlık tamamlandı. Planlı kalkınma döneminde bütünleşik elektrik sektörünün işletilmesinden ve planlanmasından sorumlu olarak kurulan Türkiye Elektrik Kurumu (TEK) ortadan kaldırıldı. Onun yerine üretim, iletim ve dağıtım segmentleri için ayrı şirketler kuruldu (ki tüm kapitalist alemde elektrik sektörünün yağması bu minvalde işletilmişti).  Böylece doğası gereği bütünleşik bir yapıya sahip olması gereken elektrik sistemi parçalanmaya başlandı ve 400 bin Ispartalı için felakete giden yol döşenmeye başlandı. Bu arada küresel sermaye ve Dünya Bankası istiyor diye bir elektrik piyasası kanunu çıkarıldı; böylece elektriğin bir piyasa konusu olduğu da teyit edilmiş oldu. Ayrıca 2001 yılında Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK) kuruldu. Sonuçta elektriğin artık üzerinden bolca kâr elde edilecek müstesna bir emtia olduğu misliyle onaylanmış oldu. 

Bunun hemen üstüne ulusal dağıtım sistemi 21 dağıtım bölgesine bölündü. Böylece ulusal elektrik sistemi daha da parçalanmış bir duruma getirildi. Özelleştirme konusunda ise nereden başlanacağına dair derin bir kafa karışıklığı vardı (tüm dünyada olduğu gibi) ancak birbirine paralel birkaç süreç eş zamanlı olarak işletildi. Üretim segmentinde kamusal üretim varlıklarının acilen özelleştirilmesi yerine önce yap işlet modeli kullanılarak özel üretim santrallerinin açılmasına izin verildi. Bu santrallerin ekserisi ulusal enerji kaynakları yerine ithal girdi olarak doğal gaz kullanan santrallerdi. Dahası bu santrallerle halkın çıkarı aleyhine garantili alım sözleşmeleri yapıldı. Üretim segmentinde son zamanlarda özelleştirmeler de başladı. Bu yağma sürecinin üretim segmentine en büyük etkisi ulusal kaynaklara dayalı üretiminin payının düşmesi ve ithal doğal gazın kurulu kapasite içindeki payının aratması oldu. Neticede Türkiye elektrik üretimi küresel girdi fiyatlarındaki salınımların ve istikrarsızlığın kölesi haline geldi. Ayrıca son İran doğal gazı krizinde görüldüğü gibi Türkiye arzını ve fiyatını kontrol edemediği bir kaynağı, doğal gazı, elektrik üretiminin kilit noktasına getirerek enerji konusundaki otonomisine de ilelebet veda etmiş oldu. 

Dağıtım şirketleri ise önce en büyük nüfusa hitap edenlerinden ve en kârlılarından başlanılarak özelleştirildiler. Her özelleştirme sürecinde olduğu gibi bu süreçte de dağıtım şirketlerini özel sermayeye değerinin altında peşkeş çekme eğilimi oldukça baskındı. Sorun sadece devir işleminin sermaye lehine olması değildi; aynı zamanda özelleştirilmiş dağıtım şirketlerine tanınan istisnalar ve ayrıcalıklar da yoksul ve emekçi halkın sermayenin risklerini üstlenmesi anlamına geliyordu. 

Fakat yine de özelleştirme adı altında başlatılan yağma sürecinin başlarında vaat edilen ve reklamı yapılan olumlu beklentilerin hiçbiri gerçekleşmedi. Tüm dünyada ve Türkiye’de bu sürecin sonunda daha ucuza elektrik tüketileceği vaat edilmişti, olmadı. Türkiye’de ve kapitalist dünyada elektrik fiyatları özelleştirmelerden sonra genellikle arttı. Daha kaliteli ve kesintisiz hizmet vaat edilmişti, o da olmadı. Yağmalanan elektrik sektörleri sonuncu örneğini Isparta’da yaşadığımız türden uzun süreli kesintilere sebebiyet verdiler. Tüketicilerin kendi tedarikçilerini seçebilecekleri ve dolayısıyla pazarlık şanslarının olacağı efektif bir sitem vaat edilmişti, olmadı; hayret o da olamadı. Büyük şirketler dışında kimse kendi tedarikçisini seçebileceği bir pazarlık ortamına kavuşmadı. Nüfusun ve talebin artışı ölçüsünde artacak bir kapasiteye yönelik güvenli yatırımlar öngörülmüşü; olmadı tabi ki. Tam tersine her türden maliyeti kısmak isteyen özel şirketler en temel bakım ve onarım faaliyetlerini bile savsakladılar (nitekim 400 bin Ispartalı bu sürecin kurbanı olmuş gibi görünüyor). Gerçekçi ve tüketiciyi gözeten bir fiyatlama mekanizması ortaya çıkacak denmişti; külliyen yalan çıktı. Aksine özel firmaların kısa vadeli kâr pozisyonlarını gözeten saldırgan ve tüketicinin refahını hiç ama hiç önemsemeyen bir fiyatlama mekanizması çıktı ortaya. Çevre ve iklim sorunlarına duyarlı bir patikada genişleyecek bir elektrik sektörü vizyonu çizilmişti;  piyasalaştırılan elektrik sektörü görülmedik ölçüde çevre kirliliğine sebebiyet verdi. Günün sonunda tüm vaatlerin boş bir propagandanın içi boş hayalleri oldukları ortaya çıkmış oldu. 

Hattı zatında ortaya insanlığın ve halkın taleplerini yok sayan, gelişmenin önünde bir engel haline gelen ve toplumu öngörülemez büyük sıkıntılarla ve katlanılamaz derecede yüksek faturalarla baş başa bırakan bir elektrik sektörü çıktı. 400 bin Ispartalının dört gün boyunca çektikleri çile bu yargıyı doğrulamaktadır. Bu nedenle Türkiye’de ve tüm dünyada elektrik sektörünün acilen devletleştirilmesi gerekir.  
 
Not: Gregor Srasser’in hikayesine gelecek hafta devam edilecek.