Yükseköğretim sisteminin medreseleşmesinde, YÖK ve rektörlerin yanında akademisyenliğine sahip çıkmayan öğretim elemanlarının da sorumluluğu vardır.

40 yıllık dert: YÖK (III)!

Bazı öğretim elemanlarının (akademisyenlerin), birçok YÖK üyesi ve rektör gibi, akademisyenlikle bağdaşmayan tutum ve davranışları, YÖK’ün ve dolayısıyla yükseköğretim sisteminin bir dert haline gelmesinin bir başka nedenidir. Akademisyen, özetle uzmanı olduğu alanda gerçeği araştıran ve öğreten; o konuda ülkedeki ve tüm dünyadaki bilimsel gelişmeleri izleyen; yazı ve konuşmalarıyla bildiklerini ve düşündüklerini toplumla paylaşan üniversite çalışanıdır. 2547 sayılı yükseköğretim yasasında belirtilen amaçlar ve ilkeler doğrultusunda hizmet vermesi beklenen kişidir. Gerçekle haşır neşir olmanın ve yasalara uygun hizmet verebilmenin ön koşulu, akademisyenin bilgili olmasının yanında laik ve bilimsel anlayış sahibi, insan haklarına saygılı ve kendi iradesine sahip olmasıdır. Dinci, ırkçı ya da ayrımcılık yapan bir kişi olmamasıdır.

Gerçeklerle, laiklikle, bilimsellikle, insan haklarıyla, … bağdaşmayan kendi özgürlüğüne ve de başkalarının özgürlüğüne aldırmayan tutum ve davranışlarda bulunanlar, akademisyenliğine sahip çıkmamış duruma düşmekte ve dolayısıyla akademisyenliğe yabancılaşmaktadırlar. Öğretim elemanları içinde akademisyenliğine sahip çıkanlar elbette vardır. Örneğin Boğaziçi Üniversitesi (BÜ) akademisyenleri, 

  • 1992 yılında YÖK’ün 4 rektör adayı belirleme yöntemine karşı, ‘kendi rektör adayımızı kendimiz belirlemek istiyoruz’ diyerek başlattıkları girişim sonunda, yasa değişikliği ile altı rektör adayının üniversitede yapılacak seçimle belirlenmesi süreci başlamıştır. 
  • K. Gürüz zamanında, BÜ gibi beş üniversitede, bu üniversiteleri kazanamayanlar için, o üniversite ile ABD’deki bir üniversiteyle ortak yürütülen paralı SUNY programı uygulaması başlatılmıştı. Bu durumu öğrenen BÜ akademisyenlerinin girişimi üzerine, bu uygulamaya BÜ’de son verilmiştir.
  • BÜ akademisyenleri, hibe karşılığında üniversitelerinde Aydın Doğan İletişim Enstitüsü’nün kurulduğunu öğrenince, tepki gösterip bu enstitünün açılmasını önlemişlerdir. 
  • BÜ akademisyenleri 4+4+4 yasası, Taksim Gezi Parkı'nın yok edilmesi ve ODTÜ yerleşkesinde yol açmak için ağaçların kesilmesi gibi pek çok konuda, tepkilerini dile getiren açıklamalar yapmışlardır. 
  • BÜ akademisyenleri, 2021 Ocak ayından bu yana, yaklaşık 150 yılda oluşmuş bilimsel geleneklerine sahip çıkma ve kayyım yönetimlerle üniversitenin medreseleşmesini önleme çabasını sürdürmektedirler.

ODTÜ’de polis şiddeti nedeniyle yaşanan olaylar sonrasında, bazı yandaş rektörler açıklamalarıyla öğrencileri suçlayıp kınarken, ODTÜ akademisyenleri öğrencilerine sahip çıkmıştır. 1000’den fazla akademisyen, ‘Barış Bidirisi’ni imzalamıştır. Bu olaylarda olduğu gibi, zaman zaman akademisyenliği koruyan davranışlar olmaktadır. Akademisyenlerin üye oldukları dernek ve sendikalar arasında da bilimselliğe, laikliğe, özerkliğe ve insan haklarına sahip çıkan sendikalar vardır. Ancak akademisyenlerin büyük çoğunluğunun bu konulara pek önem vermediklerini söylemek mümkündür. 

K. Gürüz 1997 başında, Dünya Bankası’nın önerileriyle oluşan bir öğretmen yetiştirme modelini gündeme getirmiştir. Bu modele, özellikle 1982 öncesinde eğitim enstitüsü olan Atatürk, Buca ve Gazi gibi eğitim fakülteleri basın açıklamalarıyla karşı çıkmışlardır. Ancak bu fakültelerin dekanları da dahil olmak üzere eğitim fakültesi dekanları bu modele, 20 Mart 1997 tarihli YÖK toplantısında onay vermişlerdir. Bu modele karşı açıklama yapan fakültelerin akademisyenleri ise bu duruma sessiz kalmışlardır. 

Üniversiteler, senato ya da yönetim kurulu kararıyla onursal doktora unvanı vermektedir. Yönetim kurullarının ve senatoların üye sayıları, ağırlıklı olarak üniversitedeki fakülte ve enstitü sayılarıyla ilişkidir ve toplam akademisyen sayısının yanında küçük bir sayıdır. Üniversitelerin verdiği onursal unvanların bir bölümü şöyledir: 

  • İstanbul Üniversitesi, darbe lideri K. Evren’e “haiz olduğu ahlaki faziletler ve meziyetler yanında vatana hizmet ve yurtta ilmin yayılmasında büyük hizmetler ifasıyla temayüz etmiş olduğu gerekçesiyle” 1982’de onursal doktora unvanı vermiştir.
  • Ankara Üniversitesi, seçimle Pakistan başbakanı olmuş Zülfikar Ali Butto’yu bir darbeyle devirip öldüren ve ülkesine şeriat düzenini getiren Ziya-ül Hak’a 1984’de onursal doktora unvanı vermiştir. 
  • Karabük Üniversitesi, despot ve Panislamist II. Abdülhamit’e 2013’de onursal unvan vermiştir
  • Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, başkanlık sistemini benimseyen son başbakan B. Yıldırım’a  “Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi alanında, Türk siyasal hayatı ve kamu yönetimine üstün katkıları” nedeniyle 2017’de doktora unvanı vermiştir. Bu üniversite, Fetöcü diye Hakan Şükür’e 2012’de verdiği onursal unvanı 15 Temmuz 2016’dan sonra Fetöcü diye geri almıştır. Bu üniversite laiklik karşıtlığıyla bilinen Meclis başkanı İsmail Kahraman’a da 2019’da onursal doktora unvanı vermiştir. 

Olur-olmaz kişilere ve/ ya da tutarsız gerekçelerle onursal unvan verilmesi, üniversitelerin karar organlarının ayıbı olduğu kadar, buna ses çıkarmayan üniversite akademisyenlerinin de ayıbıdır. Akademisyenlikle bağdaşmayan söylem ve uygulamalar, ne yazık ki onursal unvan dağıtımıyla sınırlı değildir. Örneğin,

  • “Bir üniversite yönetim kurulu bir rektörün başkanlığında oybirliği ile reddettiği bir yükseltmeyi, rektör değişikliği üzerine aynı bileşimiyle oybirliği ile kabul etmiştir.”1
  • Rektör adayı belirleme seçimlerinde ilk sırada oy almadığı halde pek çok aday, rektör olmayı içine sindirebilmiştir. Bu tür atamaların yaşandığı üniversitelerin akademisyenleri de genelde oylarına yeterince sahip çıkmaya çalışmamışlardır. 
  • Bir üniversitenin akademisyenleri, rektörlerine uyup bir parti liderini karşılamak için yola dizilmişlerdir.
  • Altın madeni çıkarma olaylarında, “Siyanürlü altın çıkarmak doğa ve insan sağlığına zararlı değildir” diyen, Ergenekon davasında, Alliaoni gibi kültürel mirasların yok edilmesi gibi olaylarda, İstanbul Kanalı konusunda, … gerçeklere aykırı rapor yazan akademisyenler vardır.  
  • Eğitimin gericileşmesi, hukukun siyasallaşması, doğanın ve emeğin sömürülmesi, çocuk istismarı, İstanbul sözleşmesinden çıkılması, … gibi toplum aleyhine gerçekleşen olaylarda akademisyenlerin büyük çoğunluğu sessiz kalmıştır.  
  • Bir tıp fakültesi, “Evrim teorisi ve evrimsel argüman çok fazla kullanılmış, sıkıntı yaşarız” diyerek bir makaleyi reddetmiştir.
  • İfade özgürlüğünü herkesten fazla benimsemiş olması gereken akademisyenler arasında, 11 Ocak 2016 tarihinde açıklanan ‘Barış Bildirisi’ni imzalayanları, herhangi bir yargı kararı olmadan vatan hainliğiyle suçlayanlar olmuştur. 

Öğretim elemanlarının akademisyenliğe yabancılaşmalarının en çarpıcı örneği, dindar/inançlı olması değil, dinci ve/ya da tarikatçı olması, kendi iradesini tarikat liderine ya da herhangi bir güce terk etmesidir; yurtsever değil ırkçı olmasıdır. Öğretim elemanlarının ağzından çıkan, aşağıda örneklenen ve giderek artan söylemler de, akademisyenlikle bağdaşmamaktadır. 

  • “9 yaşındaki kız evlenebilir.”
  • (17/25 Aralık 2013 yolsuzluk olayları üzerine), “Yolsuzluk başka şey, hırsızlık başka şeydir, yolsuzluğa hırsızlık demek dinen iftiradır.” 
  • (Sınıfındaki başı açık kızlara), “Sizin yüzünüzden melekler derse gelmiyor.” 
  • (Kadın istismarı ile ilişkili olarak), “Sorunun odağında kadın var. Sen dekolte giyinirsen bu tür çirkinliklerle karşılaşman sürpriz olmaz. Tahrikten sonra sonucundan şikayet etmen makul değil.” 
  • “Karma evleri savunanlar veled-i zina toplumunu savunanlardır." 
  • “Recep Tayyip Erdoğan, Salli Ala Muhammed.” 
  • “12-17 yaşındaki çocukların ilk çocuğu doğurmak için ideal yaştadır.” 
  • (10 Kasım’da), “Erit taştan adamı.” 

Yükseköğretim sisteminin medreseleşmesinde, YÖK ve rektörlerin yanında akademisyenliğine sahip çıkmayan öğretim elemanlarının da sorumluluğu vardır. 

[email protected]

  • 1. A. M. C. Şengör (1999). Amacını aşan yorumlar, Cumhuriyet Bilim Teknik, 9 Eylül, 651, 18.