'24 Ocak ve 12 Eylül ruhu, aradığı 'mükemmel beden'e AKP iktidarıyla birlikte kavuştu. Bu haliyle de sermaye için bir cennet, emek için ise bir cehennem yaratmış oldu.'

24 Ocak’tan bugüne: Sermaye de sefalet de birikmeye devam ediyor 

12 Eylül darbesinden yaklaşık dokuz ay önce Demirel’in başbakanlığında ve Özal’ın müsteşarlığında ilan edilen 24 Ocak Kararları’nın o günün konjonktüründe normal koşullarda hayata geçirilmesinin olanağı yoktu.

Çünkü bir istikrar programının ötesine geçen 24 Ocak Kararları, Türkiye kapitalizmini ihracata dayalı bir birikim modeli üzerine oturtmayı hedefliyor, bunun için de devalüasyonu, KİT ürünlerine yapılan zamları ve hepsinden önemlisi reel ücretlerin aşağıya çekilmesini öngörüyordu. İşçi sınıfının, solun ve toplumsal muhalefetin sahip olduğu güç ise buna izin vermeyecek ölçüdeydi; en kötü ihtimalle Demirel bu programın bedelini sandıkta ödeyecekti.

Normal koşullarda hayata geçirilemeyecek bu program, olağanüstü bir yönetim biçimiyle, yani 12 Eylül darbesiyle uygulanma olanağına kavuştu. Türkiye ekonomisi, darbe yönetimi altında, sendikaların kapatılması, grevlerin yasaklanması ve solun bastırılmasıyla neoliberalizme açıldı, ihracata dayalı birikim rejimi bu sayede kuruldu.

1983’te çok partili hayata dönüldükten sonra, önce ANAP hükümetleri, ardından da 90’lı yıllara damgasını vuran koalisyon hükümetleri döneminde 24 Ocak Kararları’nın özüne sadık kalındı, neoliberalizm ve ihracata dayalı model bütün hükümetlerin ekonomi politikalarının merkezinde yer aldı.

Ancak 24 Ocak ve 12 Eylül ruhu, aradığı “mükemmel beden”e AKP iktidarıyla birlikte kavuştu. AKP iktidarı 70 milyar dolarlık özelleştirme yaptı, taşeron ve güvencesiz çalışmayı kural haline getirdi, emek hareketini pasifize etti, dinselleşmeyi bir tevekkül ve biat aracı olarak kullandı, tüketim, borç ve kredi üzerine kurulu bir toplum yarattı, her türlü toplumsal muhalefeti bastırdı ve ortalama ücretleri neredeyse asgari ücret seviyesine getirdi. Bu haliyle de sermaye için bir cennet, emek için ise bir cehennem yaratmış oldu.

İşler uzunca bir süre iyi gitti, çünkü dünyadaki parasal genişleme dalgasından Türkiye kapitalizmi de nasipleniyor, böylelikle hem döviz kuru, hem faizler hem de enflasyon düşük tutulabiliyordu. Ücretlerde kayda değer bir artış olmaksızın, ucuz kredi aracılığıyla borçlanma imkânı, toplumun önemlice bir bölümünün alım gücünü belli bir düzeyde muhafaza etmesini sağlıyor, bu da hem sınıfsal çelişkilerin keskinleşmesini engelliyor hem de AKP’nin oy oranlarına yansıyordu.

Ancak 2013 sonrası tablo yavaş yavaş değişmeye başladı ve Türkiye’ye giren sıcak para miktarı azaldıkça döviz kuru, faiz ve enflasyon artma trendine girdi, bu da ekonomideki yapay “lale devri”nin sonu anlamına geliyordu. Daha önceki yazılarda işaret ettiğimiz üzere, “devalüasyon yasası” işlemeye başlayıp TL değer kaybettikçe, iktidar da oy kaybediyor ve zayıflıyordu. AKP’nin kendi rejimini inşa etmek için attığı adımlarla Türkiye kapitalizminin bekası adına attığı adımlar arasındaki senkronizasyon da bu dönemde bozulma emareleri göstermeye başladı.

Bir zamanlar neredeyse bütün toplumsal sınıfları aynı anda memnun etme kapasitesine sahip olan AKP, gelinen noktada bu özelliğini yitirdi ve sadece geniş toplum kesimlerinin değil, kapitalizmin uzun vadeli çıkarları adına endişe duyan büyük sermaye çevrelerinin de gelecek tasarımlarındaki yerini kaybeder hale geldi.

Gidişatın farkında olan AKP ise, Türkiye kapitalizminin döviz kurlarında somutlaşan krizini özellikle pandemiyle birlikte yeni bir fırsata çevirebileceği düşüncesiyle arka arkaya birtakım adımlar attı ki, bu da esas olarak ihracata dayalı birikim modelinin kimi revizyonlarla yoğunlaştırılması/derinleştirilmesi anlamına geliyordu.

22 Nisan 2020’de bu köşede yayınlanan “Çarklar kimin için dönüyor” adlı yazıda, şöyle demiştik:

“Anlaşılan o ki, hem iktidar partisi hem de Türkiye kapitalist sınıfı, krizi işçiler üzerinden bir fırsata çevirebileceklerini düşünüyorlar. Bu sadece krizin faturasının çalışan sınıflara çıkarılması anlamına gelmiyor, emek rejimi de bu süreçte yeniden yapılandırılıyor. Toplumun geniş kesimleri açlık sınırının da asgari ücretin de altında bir ücrete mahkûm ediliyor, işsizlik parası ve kıdem tazminatı gasp edilmek isteniyor, toplu sözleşme düzeninin ve grev hakkının askıya alındığı, örgütlenmenin, yürüyüşün, mitingin, eylemin imkânsızlaştırıldığı bir emek rejimi kalıcılaştırmak isteniyor. Kırılgan ve döviz bağımlısı Türkiye kapitalizminin düşük ücret üzerinden uluslararası rekabet gücünün artacağına, bir tür ‘Çin’leşmeyle’ batının ucuz emeğe dayalı ürün tedarikçisi olunabileceğine ve krizden böyle çıkılabileceğine dair hesaplar yapılıyor.”

Bu hesaplar ise ancak düşük faizle ve düşük değerli TL ile söz konusu olabilirdi; çünkü ancak bu sayede sermaye kesimlerine ucuz kredi sağlanabilir, uluslararası pazarlarda döviz cinsinden düşük fiyatlı mallarla tedarikçiliğe aday olunabilir ve emek maliyetleri aşağıya çekilebilirdi. Ancak 2020’nin sonlarına doğru hesaplarda birtakım değişiklikler oldu; çünkü ABD’de bir yönetim değişikliği olmuş ve Biden iktidara gelmişti, AB ile ilişkilerde ise başta Doğu Akdeniz meselesinden kaynaklı olmak üzere ciddi bir gerilim mevcuttu.

İşte böyle bir konjonktürde önce Berat Albayrak’ın istifası geldi; ardından ise ekonominin yönetimi Hazine ve Maliye Bakanlığı’na getirilen Lütfi Elvan’a ve Merkez Bankası başkanlığına getirilen Naci Ağbal’a verildi. Bu iki isim “piyasa dostu” olarak biliniyordu ve her ikisinden de beklenen Batıyla ilişkilerin düzeltilmesine katkı vermeleriydi. Batı ile ilişkiler düzelirse, bu Türkiye’ye giren sıcak para miktarını artırabilir ve yeniden kurlarda, faizlerde ve enflasyonda bir iyileşme sağlanabilirdi. Aynı dönemde Erdoğan da siyaseten ılımlı mesajlar veriyor, “AB üyeliği stratejik hedefimizdir” minvalinde açıklamalar yapıyor, yeni insan hakları ve yargı reformlarından söz ediyordu.

Sahiden de Elvan-Ağbal ikilisi “piyasa dostu” bir ekonomi politikası izledi ve önceliği neoliberalizmin fetişi olan “fiyat istikrarı” ile “enflasyonla mücadele”ye vereceklerini gösterdiler. Ağbal’ın beş ay kadar süren son derece kısa Merkez Bankası başkanlığı döneminde faizler 10,25’ten 19’a yükseltildi ve buna paralel olarak TL de hızla değer kazandı. Bu süreci sermaye örgütleri de destekledi, öyle ki 26 Ocak 2021’de TOBB, TESK, TÜSİAD ve MÜSİAD, “Türkiye’nin önceliği fiyat istikrarı” başlıklı bir ortak açıklama yaparak “enflasyonla mücadelenin öncelikli hedef olmasını destekliyoruz” dediler.

İç ve dış sermayenin de desteğini alan bu “self-restorasyon” sürecinin böyle devam edeceği düşünülürken, Mart ayında beklenmedik bir gelişme oldu. Erdoğan 12 Mart günü sermaye çevrelerinin heyecanla beklediği “Ekonomik Reform Paketi”ni açıklarken, o an pek de kimsenin anlam veremediği bir şekilde “ikide bir fiyat istikrarı diyorlar ya, biz onu artık bir kenara koyduk” dedi. Bunun ne anlama geleceği ise çok geçmeden anlaşılacaktı: O ay, bu konuşmanın üzerinden altı gün geçmişken Merkez Bankası fiyat istikrarı adına iki puan daha faiz artıracak, buna AKP çevrelerinden ciddi tepkiler gelecek ve Erdoğan’da artırımdan iki gün sonra Naci Ağbal’ı görevden alacaktı.

O tarihten itibaren, Ağbal’ın yerine getirilen Şahap Kavcıoğlu yönetimindeki Merkez Bankası faiz indirimi sinyalleri vermeye başladı, ABD ve Batı ile yeni bir denge düzeyinde buluşma arzusu ise gerçekleşmedi. Bu da hem kurları hem enflasyonu artırdı. Bu artışa bakarak faizlerin indirilmesinin bir çılgınlık anlamına geleceği düşünülüyor ve dile getiriliyordu ama banka Eylül ayında 1 ve Ekim ayında 2 puanlık bir indirime gitti. Bu da “elçiler krizi”yle birlikte kuru rekor seviyelere taşıdı ve halk biraz daha fakirleşmiş oldu.

Ancak ortada bir “çılgınlık” değil bir sınıfsal tercih bulunuyordu “ucuz TL” bu tercihin bir ürünüydü. Türkiye’nin “tedarik üssü” olması için ihraç edilecek ürünlerin döviz cinsinden fiyatının ucuz olması ve maliyetlerin düşürülmesi için de ücretlerin aşağıya çekilmesi gerekiyordu. İthal girdi fiyatlarının artacak olması ise pek önemsenmiyor, çünkü bunun ucuz emek sayesinde tolere edilebileceği düşünülüyordu. Böylece ihracat artarken ithalat da azalacak ve dış açık kapanacak, bu da zamanla döviz kurunu makul bir seviyeye çekecekti, planlanan buydu. Dahası, seçim sürecine giren Türkiye’de faizleri düşürerek ekonominin canlandırılması, istihdamın artırılması, krediye daha ucuz ulaşılması da iktidar açısından bir zorunluluk olarak görülüyordu.

Netice itibariyle AKP, bu yönelimiyle 24 Ocak Kararları’nın ruhuna uygun bir şekilde yoluna devam etmiş, hatta kurduğu köleci emek rejimiyle onu mantıksal sınırlarına taşımış oldu. Kuşkusuz özellikle büyük sermayenin gidişata dair birtakım kaygıları var ama yine de bu, onlar da dâhil olmak üzere bütün sermaye fraksiyonların kârlarına kâr katmaya devam ettikleri ve daha fazla sermaye biriktirdikleri gerçeğini değiştirmiyor. Güncellenmiş 24 Ocak Kararları’nın ancak “sivil” bir 12 Eylül rejimi altında sürdürülebileceğini de yine en iyi sermaye sınıfı biliyor.  

Bir yanda giderek artan zenginlik ve biriken sermaye, diğer yanda giderek artan yoksulluk ve biriken sefalet… Bu tablo, AKP-sonrası planların yapılmaya başlandığı bir konjonktürde, bizim için siyasetin üzerine kurulacağı zeminin ne olduğunu da ne yapılması gerektiğini de çok net bir şekilde gösteriyor. Sorun sınıfsalsa çözümün de sınıfsal olması gerekiyor, bu gerçeğin, daha çok bilinir, daha çok duyulur olması görevi ise hepimize düşüyor.