Neden sosyalist bir hükümet ve neden bir merkezi plana gerek duyduğumuzu geniş kesimlere anlatmak, onlarla tartışmak zorundayız. Mevcut kapitalizmin ağır bir krizden geçtiği koşullarda, kapitalizmi iyileştirmeyi solculuk sananlarla, sosyalist bir toplumun neden insanlığın tek kurtarıcısı olduğunu savunanlar arasındaki çizgiyi de bu yolla belirginleştirmiş oluruz.

15 Temmuz ve koronavirüs

Avrupa'nın egemen sınıfları, daha doğru bir ifadeyle “Avrupa demokrasisinin ağababaları” bir korku içinde: Ya bu krizden kârlı çıkan taraf olmazlarsa? Sistem tıkanalı çok olmuştu, hepsi biliyordu. O yüzden, koronavirüs, tekelci burjuvazinin dualarına bir karşılık kabul edilebilir: “Allah'ın bir lütfu” gerçekten.

Tanıdık mı geldi?

Tüm cumhuriyetçi kazanımlarımızı yerle bir etmeyi başaran bir İslamcının, eski koalisyon ortağı bir başka İslamcı çetenin marifeti olan 15 Temmuz darbe girişimine yönelik yorumunu mu andırıyor? E, öyle. Koronavirüs, tanrının şu zengin emperyalist kullarına gönderdiği bir acil yardımdır. Tam bir bahane. Bu açıklıkla ifade etmiyorlar belki, çünkü halktaki tedirginliğin yanlış yerlerde patlak vermesinden korkuyorlar, ama neoliberal devletin tüm toplumsal yaşamı bir anda işgal etmesinin de yararını göreceklerini biliyorlar. Yaşam felce uğratılmıştır.

Bu felci en iyi anlatan, Almanya gibi tüm başarısını otomotiv sektörüne borçlu bir iktisadi coğrafyada, neredeyse tüm üretici otomotiv işletmelerinin kepenk kapatmaya zorlanmasıdır. Bu, bir kenarda dursun. Olay, çok büyük.

Asıl sorun şu: Bizim gibi zayıf halkalarda şöhrete kavuşmuş sözde muhalif “kamuoyu oluşturucuları” veya “kanaat önderleri”, sürekli metropollerdeki önlemlere bir özlem propagandası içinde tuhaf hezeyanlar yayıyorlar. Almanya başta olmak üzere, AB başkentlerinde gelirlerini yitirmiş milyonlara nasıl devletten mali destek geldiğini ballandıra ballandıra anlatıyorlar. Sadece “kısa çalışma ödeneği” bile bir insani felaket oysa, bir çözüm falan değil...

Bizdeki muhalif makbul medyanın “sol kanaat önderleri”, düzen solu yani, bu örneklerin Türkiye ve benzerlerinde neden gerçekleşemeyeceğini adeta unutturarak “icra-i sanat eyliyor”. Misal: böyle örneklerle İslamcı Ankara'nın ayaklarının altındaki toprağı kaydırdıklarını sanıyorlar. AKP gidecek, bunlar gelecek. AKP gitsin, tamam, ama bu “geleceklerin” bir çözüm olduğunu düşünmek için insanın bunlara benzemesi gerek.

Açık konuşalım: Olay, yani AB ile Türkiye arasındaki ilişkiler, Bertolt Brecht'in ünlü zengin ve yoksul şiirindeki gibidir:

Zengin adam ve yoksul adam,

Duruyorlardı orada ve birbirlerine bakıyorlardı.

Sonra, yoksul olanı, şunu söyledi solgun bir yüzle:

'Ben eğer yoksul olmasaydım, sen zengin olmazdın.'”

Bu kadar basit işte ülkeler ve sınıflar arasındaki ilişkiler. Bir ihracat şampiyonu ve dış ticaret-bütçe fazlası rekortmeni Avrupa Almanyası ile onun yakın-uzak uyduları, istif ettikleri emperyalist kârlar sayesinde iç tüketimin tamamen kesilmemesi için piyasalara müdahale edebiliyor. Bunu on yıllardır “başsorun” saydıkları devleti, bir anda “başoyuncu” yaparak gerçekleştiriyorlar. Ama bunu Türkiye'nin becermesi mümkün değil. Çünkü oyun, Türkiye ve benzerlerinden emperyal başkentlerine aktarılan değer aktarımı üzerine kurulu. En doğrusu: Eğer emekçi sınıflardan burjuvaziye bir artıdeğer aktarımı varsa, bu oyunun metropollerden görece azgelişmişlere (zenginlerden yoksullara) aynen yansıtılması mümkün değildir. Berlin'in yaptığını Ankara yapamaz.

Neoliberal delirmenin metropollerde sonuna gelinmiş olması, kapitalizmin sonu anlamına gelmiyor. Bir sermaye birikim sürecinden diğerine geçiş yaşanıyor. Yılan gömlek değiştiriyor.

Durum vahim”, demiştik. Malum: Yılanın en tehlikeli olduğu anlar, gömlek değiştirdiği, eski derisinden kurtulmaya çalıştığı anlardır. Doğrudur: Durum, sadece Türkiye'de değil, metropollerde de vahim.

Fakat bazı analizler var.

METROPOLLERDE YENİ OYUN VE ANALİZLER

Var tabii: Bunlar değerli insanlar, namuslu iktisatçılar. Sol içi tartışmalarda küçük ayak oyunlarına başvurmadıkları sürece, emekçi halklara karşı bir vicdanları olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Bizde de sayıları az değil, ama nedense sosyalist hareketimiz bu insanlarımıza/iktisatçılarımıza yeterince alan açamıyor. Belki alan açılanlar ilk fırsatta kapağı, üstelik solculuk adına, “imamın oğlu” veya MHP'nin döküntüsü Türkeş hayranları türünden sistem militanı belediyecilerin kucağına attıkları için, bir tedirginlik duyuyoruz. Neyse. Bizim halimizi ileride mercek altına alırız, bu sektörde de..

Mandel'in liyakatli öğrencisi Winfried Wolf'tan daha önce de söz etmiştik burada; onun reel sosyalizme ve mirasına bakarken “antistalinizm manyaklığına” pek kapılmayan bir yol arkadaşı var: Hannes Hofbauer. Viyanalı bir yayıncı ve yazardır. Hofbauer, Viyana Üniversitesi profesörlerinden Andrea Komlosy ile birkaç gün önce, “telepolis.de” sitesinde, “Post Corona” başlıklı yaşanan son krize yönelik bir analiz yayımladı. Yaşanan dramın tarihsel bir öneme sahip olduğunu hatırlattı iki uzman. Hızlı bir çeviriyle, bir yeri, şöyle:

İkinci Savaş sonrasında bizim siyasi enlemimizde devletin kararıyla kamusal alanların kapatılması yaşanmamıştı. Tarihsel bir milat yaşıyoruz. Tüm ekonomik sistem tartışmalı hale geliyor, tehlikeye düşüyor. Gelecekte 2020 öncesinde olduğu gibi olmayacak bu iş:

Dünya Ticaret Örgütü (WTO) kuralları geçerliliğini yitiriyor.

IMF ve Dünya Bankası standartları çöpe atılıyor.

AB'nin dört temel kaidesi, malların, hizmetlerin, sermaye ve işgücünün serbest dolaşımı, ulusal devletlerce belirlenmiş önlemler karmaşasında tuzla buz oluyor.

Dünya ölçeğindeki mal zincirleri kesintiye uğruyor.

Ticaret ve ulaşım, felç olmuş durumda.

İtalya ve İspanya'da hükümet sanayi işletmelerinin kapatılması için zorluyor. Avusturya'da silahlı kuvvetler, gıda malzemeleri ticareti yapan üç büyük şirketin devasa raflarının bulunduğu depolara giriş yapıyor, (...) askerler forklift operasyonlarına yardımcı oluyor.”

Korkunç bir tecrit sürecinden geçildiğini, üretimde de insanların atomize olacaklarını hatırlatan Hofbauer ve Kalmosy, neredeyse tüm dillerde şu anda en moda bir sloganı, analizlerinde yineliyorlar. Ama gelinen noktayı (“örgütlü sermaye egemenliği”) farklı bir gözle izlediklerini de ekleyerek: Hiçbir şey 2020 öncesindeki gibi olmayacak artık.

İyi de ne olacak?

Sosyal adaleti kabullenen bir tekelci burjuva sınıfı mı iktidar oyunlarına el koyacak?

Freni kökleyen şu kapitalizmin, daha sosyal adaletçi bir yola gireceğini bu analizden ve başka “solumsu” analizlerden de okuyabiliyoruz. Böyle, Shumpeter'in “yaratıcı yıkım” tezlerini doğruladığı düşünülen bir kriz ortamından “altyapı sosyalizmi” çıkabileceği yolunda hayaller gören “ılımlı solcu iktisatçıdan geçilmiyor” ortalık. Fakat Hofbauer ve benzerlerini yine de bu kesimden sayamayız. Ama neden?

Çünkü onlar da biliyor: Metropoller değil, zayıf halkalar önemlidir. Hele hele Türkiye gibi büyük kriz birimleri, çok önemlidir. Anlatırız. Uyarımız, bizdeki sosyal demokrat mafyaların hazır gücü “sol” cemaatlere: Metropollerdeki müdahaleleri sol adına yineleyip durmayın. Adamlar enkazı bizim üzerimize yıkmaya çalışıyor. Yıkacaklar. Buradan çözüm çıkmaz.

Bizde sosyalizm eğer bir “tehlike” veya “açık tehdit” olarak örgütsel bir yükseliş yaşamazsa, bir iktidar alternatifi olmazsa, hem Türkiye kapitalizmi hem de göbeğinden bağlı olduğu AB kapitalizmi, bu krizi güle oynaya aşar. Yılan gömlek değiştirir. Gerçi zor gibi görünüyor, yıkım ve kırım kötü, ama aşarlar.

Neden sosyalist bir hükümet ve neden bir merkezi plana gerek duyduğumuzu geniş kesimlere anlatmak, onlarla tartışmak zorundayız. Mevcut kapitalizmin ağır bir krizden geçtiği koşullarda, kapitalizmi iyileştirmeyi solculuk sananlarla, sosyalist bir toplumun neden insanlığın tek kurtarıcısı olduğunu savunanlar arasındaki çizgiyi de bu yolla belirginleştirmiş oluruz.

Ama bir benzerlik var, evet: Bu koronavirüs, bizdekilerin 15 Temmuz çıpasını çok fazla andırıyor. Gericiliğe ve kapitalizme yeni bir bir meşruiyet çıpası. Bakacağız...