Kılıçdaroğlu'nun 'Yağma düzeni son bulacak' sözlerini en fazla bir iyi niyet beyanı olarak kabul edebiliyoruz. Zira bunun bir temenniden öteye gidemeyeceği açık.

14 Mayıs akşamı yaklaşırken...

Netfix'te yayınlanan 'Timeless' isimli dizide, geçmişin önemli yol kavşaklarındaki olaylara, tarihin şimdiki zamandan daha farklı akmasına yol açacak (mesela ABD'nin efsanevi Başkanlarından Lincoln suikaste uğramasa ABD bugün nasıl bir yer olurdu...) müdahalelerde bulunularak alternatif bir tarihin nasıl şekillenebileceği konu ediliyor. Bizde de sık sık konuşulur, Atatürk henüz 57 yaşında hayatını kaybetmese, bir on ya da yirmi yıl daha yaşayabilse Türkiye bugün nasıl bir yer olurdu merak edilip durulur...

Bilimkurgu evrenlerinin aksine bizim elimizde geçmişe müdahale edebileceğimiz bir zaman makinası olmadığına göre, elimizden gelen ancak tarihten dersler çıkarmak, buradan yola çıkarak geleceğin nasıl şekillenebileceğine dair öngörülerde bulunup, istediğimiz geleceği kurabilmek için çalışmak geliyor.

Buradan devam edecek olursak; madem, huzurlu, mutlu ve refah içinde yaşayabileceğimiz daha iyi bir gelecek arıyoruz, geçmişte de hep aynısı yaşandığı için 14 Mayıs'tan sonra olacaklarla karşılaşıp da eyvah ya da keşke demek yerine; bugünkü kafalarla devam edilirse nelerle karşılaşacağımızı şimdiden tartışabilir, kim bilir, belki de bir şeyleri değiştirme potansiyeli yaratılmasında katkıda bulunabiliriz.

Bu tartışmanın, uykunun en derin yerinde dürtülerek uyandırılma etkisi yaratmasından ötürü bizim mahalle tribünlerinde hoş karşılanmadığını da biliyorum. Olsun.

Bu girişi yapma ihtiyacı hissetmemin nedeni, "Erdoğan gitsin her şey çok güzel olacak." korosunun gürültüsünün sadece muhalefet mahallelerinden duyulduğunu hatırlatmak ve 14 Mayıs akşamına kadar sürecek olan "Güzel günler göreceğiz" rüzgarına kapılanların, o güzel gün beklentilerinin rasyonel olmadığına ilişkin emarelerin ısrarla yok sayılmasına dikkat çekmek. Olur da Erdoğan'ın planları suya düşer ve iktidarı devretmek zorunda kalırsa dahi, yerine gelmesi muhtemel 6'lı masa koalisyonunun Babacan'ı ekonominin başına getireceği gerçeği zaten tek başına bu iddialı "Güzel günler göreceğiz" söyleminin gerçekleşme ihtimalini sıfıra indiriyor. Bunu görebilmek için bir zaman makinesine de ihtiyacımız yok, bu ülkede yaşayan hemen herkes başımıza gelecekleri zaten geçmişte deneyimledi.

Gelir dağılımındaki adaletsizlik, işsizlik ve bunların neden olduğu yoksulluğun yayılması ve derinleşmesinin tek nedeni ne tek başına Erdoğan, ne de AKP. Keza geniş halk kesimlerinin temel problemleri ne onlar iktidarda olduğu için ortaya çıktı, ne de Erdoğan'ın gitmesi ya da gitmemesi ile çözüme kavuşmayacak. 6'lı masanın inanmamızı istediği şey, defalarca yazdığım gibi, doğru değil.

Erdoğan, Bahçeli, Kılıçdaroğlu, Babacan, Davutoğlu, Karamollaoğlu ya da Akşener veya geçmişte CHP, DYP, ANAP, MHP, Demirel, Özal, Karayalçın, Baykal, Çiller, Ecevit, Yılmaz... Hangi parti, hangi amblem ile seçime girip hangi vaadi vermiş ya da bundan sonra ne vaat edecek olursa olsun; zihnleri bu düzenin labirentleri ile sınırlı olanların, 49'a kadar sayabilen ama 50 diyemediği için tekrar baştan saymaya başlayanların uygulayacakları ekonomi politikaları, siyaseten başka bir tercih yapmalarına izin verilmemesi veya onların da bunu uygulayacak siyasi iradelerinin bulunmaması sebebiyle, yoksulun daha yoksul, zenginin daha da zenginleşmesinden başka bir sonuçla karşılaşmak mümkün olmuyor, olamıyor.

Bu açıdan 6'lı muhalefet liderlerinin eşiti ve Cumhurbaşkanı adayı Kılıçdaroğlu'nun son olarak Sözcü'den Aytunç Erkin'e verdiği röportajda söylediği 'Yağma düzeni son bulacak' sözlerini en fazla bir iyi niyet beyanı olarak kabul edebiliyoruz. Zira bunun bir temenniden öte gidemeyeceği açık.

Ekonominin kontrolünü Ali Babacan'a ve onun zihniyetine veren hiçbir iktidar yağma düzenini bitiremez. Bunun neden böyle olduğunu, dünyanın nasıl değiştiğini, bu zihniyetin artık nasıl tarihin çöplüğüne karıştığını önceki yazılarımda etraflıca defalarca anlattığım için detayına girmiyorum. Zaman zaten bu gerçeği bu kararı verenlere de öğretecektir. İnsanların hatalarını kabul etmesi, inandıkları şeyin yanlış olduğuna ikna olması zor, ama tarihin bu gerçekleri insanların kafasına vura vura öğretmek gibi bir huyu vardır.

Gelişmiş ülkelerin sıradan vatandaşlarının küreselleşme ve neoliberalizmden elde ettikleri ufak tefek faydalar, örneğin temel gıda, giyim, elektronik gibi ürünlerdeki fiyatların düşüklüğü sebebiyle hissettikleri alım gücünün yüksekliği gibi küçük zaferler dahi yükselen enflasyonla ellerinden alınmış durumda. Yıllardır enflasyonu unutan Avrupa ve ABD'li seçmenlerin, alım gücünün yerlerde süründüğü bir atmosferde, finans piyasalarının istediği gibi at koşturmasına izin veren ve bu enflasyonu yaratan para, ticaret ve ekonomi politikalarını kökünden değiştirmeyen hükümetleri ardı ardına alaşağı edeceğini, dünya ekonomilerini etkileme kapasitesi olan her siyasetçinin bunu bildiğini, dolayısıyla ne kadar güçlü bir lobisi olursa olsun bu zihniyetin tarihe gömüleceğini ve zaten bunun halihazırda gerçekleşmekte olduğunu, burada takılıp kalan Babacan ve benzerlerinin ise çuvallamak dışında bir seçeneklerinin olmadığını farklı kelimelerle defalarca anlattım, yaşayarak göreceğiz.

Babacan'ın AKP'sinin ilk 15 yılına düzdüğü övgü dolu sözlerin aynı zamanda CHP'nin ekonomistlerince de benimsendiği de göz önünde bulundurulursa, Erdoğan gidince güzel olacak şeyin sadece iktidar erkini eline geçirecek siyasetçilerin kendi geleceklerinden ibaret olduğunu görebiliriz. Şimdi belediyelerde yaşandığı gibi...

Bir taraftan ekonomik politika olarak alternatif seçenekler öldürülürken diğer taraftan da, halkın önünde farklı seçenekler oluşmasını engellemek amacıyla, çevreden merkeze doğru oluşmaya başlayan yeni siyasi oluşumlara karşı da acımasız bir saldırı kampanyası ve mühendislik çalışması yürütülüyor.

Partilerin yönetimini ele geçiren oligarklar, kendi çeperlerinde tepkisel olarak oluşan parçacıkların bağımsız birer akım olarak gelişmesini istemiyor. Her iki taraf da çeperlerde yer alan aktörleri kendilerine biat etmeye çağırıyor, aksi halde ise onları itibarsızlaştırarak yok etmeye çalışıyor. AKP'nin HÜDA-PAR ile diyaloğu sebebiyle Hizbullah'la, CHP'nin ise HDP ya da Yeşil Sol Parti ile dolaylı diyaloğu sebebiyle PKK/YPG ile ilişkilendirilmesi, taraftar tribünlerini karşı karşıya getirip kirli bohçaların açılmasına ve sosyal medyanın bir kırım aracına dönüşmesine yol açsa da, her iki taraf için de asıl tehlike, bu iki çekim merkezi kümesi dışında kalacak olan siyasi akımların gelişme potansiyeli.

Cumhur ittifakının Yeniden Refah, HÜDA-PAR, BBP gibi partileri ittifak içinde bloke etmesi; CHP'nin ise AKP'den kopan DEVA ve Gelecek partisi, DP ve Saadet'i siyaseten muhataplaştırma çalışması ile HDP'nin kimlik temelli siyasetini sol olarak ambalajlamak için parlamento havucuyla TİP, EMEP ve benzeri sol parti ve hareketleri çeperinde istihdam etmesi ya da onların çoktan buna razı olmaları arasında fark yok denecek kadar az diyebiliriz.

Seçmeninin bu fotoğraftan duyduğu rahatsızlığın farkında olan TİP yönetiminin CHP'ye karşı ilgisi de karşılıksız kalınca, mebus sıraları aşkına Emek ve Özgürlük ittifakı ipine daha sıkı sarılmalarını da buna yorabiliriz.

Elimizde zaman makinası olmadığını söyledim ama, olacakları, olabilecekleri ya da en hafif tabirle sürülen tarlaları, ekilen tohumları anlattığım yazılar tarihin kaydı altında. Bu günlerde sanki şapkadan çıkmış muamelesi yapılan ve adı kirli ilişkiler ile (bence haksız şekilde) birlikte anılarak itibarsızlaştırılmaya çalışılan Muharrem İnce ile ilgili iki yıl önce, 22.02.2021 tarihinde burada yayımlanan "Muharrem İnce Cumhurbaşkanı olabilir mi?" başlıklı yazımda İnce'nin başlattığı hareketin siyasi iklimi etkileme potansiyeli taşıdığını anlatmış ve mevcut CHP yönetimini de kendi koltukları uğruna, partiyi parçalanma riski ile karşı karşıya bıraktıkları için uyarmıştım.

Elbette ben, Muharrem İnce gelecekte hangi siyasi pozisyonu alır, adaylıktan vazgeçer mi, herhangi bir ittifaka dahil olur mu bilmiyorum. Bunun önemi de yok, zira her siyasi parti gibi yapacağı her iş ve alacağı her karar meşru.

Muharrem İnce ile birlikte 24. dönemde TBMM'de birlikte görev yaptık, kendisi CHP grubumuzun Başkanvekiliydi. Bugün bizim mahalleden beslenen yazar, gazeteci, televizyoncu, belediyelerden danışman maaşı alan, yabancı fon ve yayın organlarından fonlanan birçok kişi, o yıllar önce CHP ile yollarını ayırmamış gibi, parti kurmamış gibi, yüzbinlerce kişiyi peşine takıp umut olmamış gibi şimdi ortaya çıkıp aday olmasının Erdoğan'a yarayacağını ve hatta bununla Erdoğan'a hizmet ettiğini, parasal ilişkiye girdiğini ima ederek çirkinleşiyorlar.

Aynı şekilde, karalama ve çifte standart Deniz Baykal'ın kızı Aslı Baykal için de uygulanıyor. Aslı Baykal ya da Deniz Baykal'ın CHP'de yakın çalışma arkadaşları arasında bulunan Mehmet Sevigen veya diğer bir çok isim üzerinde de siyasi tavır geliştirmemeleri yönünde ağır bir baskı oluşturulmaya çalışılıyor. Oysa ben onların bu tutumunu, Kılıçdaroğlu'nun "CHP eski CHP değil" demesi kadar doğal buluyorum. CHP'de parti içi mücadelede, tüzükle güvence alınan demokratik hakları alavere dalavere yöntemleriyle ellerinden alınarak devre dışı bırakılanların, ölüye yatmak yerine, kendi inanç ve değerlerini yaşatacak yollar aramasını da aynı şekilde gayet doğal karşılamak gerek diye düşünüyorum.

Yok değilse, CHP'li 15 Milletvekili arkadaşımızı MHP'den kopanların kurduğu İYİ Parti'ye transfer edip seçimlere girmesini sağlayarak Meral Akşener'e gösterilen kadir şinaslığa ne diyeceğiz?

Farz edelim ki mevcut Genel Başkan ve yönetiminin CHP'yi taşıdığı alanda bulunmak istemeyenler, şu ya da bu nedenle CHP'de siyaset yapmalarına izin verilmiyorsa, aynı İYİ Parti'de yapıldığı gibi, siyaseten yola devam edebilmek için başka partilerle girecekleri işbirlikleri ve yapacakları ortaklıklar için onları suçlamaya kimin hakkı olabilir?

CHP'den kovulan, siyaset yapma şansı bırakılmayan ya da CHP'nin mevcut politik hattı ve yönetim anlayışı gereği gidenlere ve gidecek olanlara söylenecek laf, atılacak taş varsa; Babacan dışında şimdi Erdoğan'a karşı kurulan Millet İttifakı'nın ekabir kişisi, AKP'de Dışişleri Bakanlığı ve Başbakanlık yapan Ahmet Davutoğlu'na karşı söylenecekler için de mürekkebi fıçıyla almak gerekir. (Sadece Suriye politikası nedeniyle şimdiye kadar şehit olan askerler, orada yerleşik düzen için harcanan milyar dolarlar ve göçle gelen milyonlarca göçmenin yarattığı etkiyle başlasak buradan nereye yol olur siz söyleyin...)

Erbakan'ın siyasi mirasçılarından Saadet ile ittifak kurup, oğlunun başında bulunduğu Yeniden Refah'a da saygı gösterilir, Babacan ve Davutoğlu'nun AKP'den koparak kurdukları Gelecek ile DEVA için ittifak 'helal' fetvası verilirken, CHP'de barındırıl(a)mayanların siyaset yapmasına 'mekruh' diyebilir miyiz? Saadet Partisinden, AKP'den, MHP'den gelen bilumum şeriatçı, anti laik, muhafazakar, dinci, mezhepçiler Cumhuriyetin kurucusu CHP'de baş tacı edilir, doğumlarına kuluçkalık yaptırılması sevap sayılırken; laikliği, bağımsızlığı ve devrimleri savunanlar için aynı yollar kapalı öyle mi? Bu tür kıyaslamalar için dilimize yerleşen bir sözü hatırlatmakla yetinelim: İğneyi kendimize, çuvaldızı karşımızdakine batıralım...

Neyse, daldan dala atladık ama olmamız gereken yere gelerek bağlayalım:

Siyaset tarihi, karşındakine bir rol biçip onu bu rolün içine hapsetmeye çalışanların beyhude çabalarıyla dolu. Bu bakımdan, geleceği yazacak olanlar da emperyalizmin koruma/kollama şemsiyesi altında TBMM'nin muhalif sıralarında oturma karşılığında 'sol' ambalajı olanlar değil; daha birkaç gün önce, yedi düvele karşı topyekün direnişimizin sembollerinden birisi olarak kutladığımız 18 Mart Çanakkale direnişini her şeye ve herkese rağmen göze alıp bunu da zafere dönüştürenlerin izlediği yolda yürüyenler olacaktır.