O “sarı saçlı, mavi gözlü” yeniden zuhur etmeyecek. Bir daha aynı 1919 olmayacak. Bir daha aynı 1923 yaşanmayacak. Bu bir doğa / tarih yasasıdır.

10 Kasım’ın iki dakikası…

İlki 86 yıl önce, 1938’in 10 Kasım’ında olmuştu. Saat 9’u 5 geçmişti. Bu yıldönümünde de, yine yelkovan akrebi ite kaka devinmek zorunda olduğundan, o kaçınılmaz saat gelecek, bu yazıyı günün hangi zaman diliminde okuduğunuza bağlı olan ifade farkıyla, bir kez daha Mustafa Kemal Atatürk, gözlerini yumdu, yumuyor ya da yumacak diyeceğiz. Bu mutlak. 

Sirenler çalacak, hareket duracak, bayraklar yarıya inecek, ceketler iliklenecek, ayağa kalkılıp başlar öne eğilecek, saat 9’u 7 geçince de, saygı duruşundan normal hayat akışına dönülecek. Ekranlarda resmî spotlar, sermaye kuruluşlarının, bankaların, müteahhit tüccarların riyakârlık geçidi başlayacak, çok dokunaklı, yüksek prodüksiyonlu, “casting” yarışmalı, anma kılıflı reklamları dönecek art arda. Müşteri toplanacak. Sonra onlar da dinecek… İki dakika. Ve hayat kaldığı yerden devam edecek.

Sermayenin çarkları emekçiyi öğütmeye, ülkeyi yağmalamaya devam edecek. Hukukta, sağlıkta, eğitimde, kültürde, ticaretin ve gericiliğin karşıdevrimi saltanat sürecek, başlar önde ceket ilikleme müddetinde bile, onlarca kadın yaşamadan öldürülecek, ülkenin emanet edildiği çocuklar istismara uğrayacak, can verecek, diz boyu açlık kemirecek, cehalet çürütecek… Dağ başını dozer alacak, gümüş dere zehir renge çalacak. Sanayi hamlelerinin, kamu yatırımlarının mirası har vurup harman savrularak özelleştirmeyle peşkeş çekilecek. İki dakika saygı duruşu molası… Sonra hayat yine akacak…

İlhamlarını gökten ve gaipten değil, hayattan aldığını, kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin, şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamayacağını söyleyen Atatürk’e daha “son nefes”inde, sadece kendisine görünen, sağ omzundaki meleği selamladığı yakıştırmasıyla başlayan hurafe kuşatması, iki dakika bile durmayacak. Anlayacağız ki, “Türkiye Cumhuriyeti … olamaz”daki keskinlik, iç rahatlatıcı bir kesinleme vaadi değil, “olmamalıdır” ikazlı bir vasiyettir. Ama olmuştur, heyhat. Saat 9’u 7 geçmiştir. Sanki ülke saygı duruşu ritüelindeyken, karşıdevrim bunu fırsat bilip sinsice yükselmiştir.

Öyle bir geçmiştir ki gerçekten, bu sessiz, kımıltısız iki dakika, cumhuriyet, diyelim ders kitaplarına göre, bir devlet idare biçimi mi? İşte o devlet de yoktur şimdi ki, cumhuriyet gündem olsun. Türkiye, kuralsız, bağıtsız, hiçbir norma, toplumsal sözleşmeye bağlı olmayan, sadece sermaye hizmetinde bir harami çetesi şeyhinin keyfî yönetimi elinde eriyip gitmektedir sirenler çalarak. “Majestelerinin muhalefeti” terimi, çok uzun yıllar sonra yeniden siyaset literatürüne dönüşünü, CHP ve bir yığın benzeri zevattaki sinameki siyasetsizliğe borçludur. “Sen rahat uyu, yolcusuyuz, bekçisiyiz, alnımızda istiklâl, lalala…” Derken, akıp giden hayat…

Şeyhlerin, tarikatların, cemaatlerin iktidarında, emperyalizmin “yuttuğu”, kapitalizmin “mahvettiği” bir ülkede, Türkiye Cumhuriyeti’nin resmî adlandırma dışı bir niteliğinin kalmadığı koşullarda, Mustafa Kemal’i sevenlerin ve Cumhuriyet’in kurucu ideallerini benimseyenlerin belki de öncelikle idrak etmesi gereken şey, bugünün tarihinin 10 Kasım 2024 olduğudur. 

Ne sıfat getirirseniz getirin önüne, sonuçta, bir insanın 86 yıl önce öldüğüdür bunun anlamı. Mustafa Kemal’in, “ölümden sonra hayat” ya da “tekrar diriliş” inancı yoktu. O “sarı saçlı, mavi gözlü” yeniden zuhur etmeyecek. Bir daha aynı 1919 olmayacak. Bir daha aynı 1923 yaşanmayacak. Bu bir doğa / tarih yasasıdır. El bağlayıp geçmişin tekrarlanmasını beklemek, ya da tekrara yönelmek, akıl ve mantık dışıdır, olanaksızın peşine takılmak, boşa oyalanmaktır.

Bugün Mustafa Kemal’in “bir doktrin, bir ülkü” olarak yaşatılması da aynı yasalara tabidir. Olanaksızdır. Çünkü, yaşandığı dilimde bir tarihsel ilerleme olan süreç, yine yaşandığı dilimdeki yönelimleri ve sınıfsal karakteri sebebiyle, kendi bıraktığı yoz filizlerin sürmesiyle sona ermiştir. Yıktığı köhnelik, üstü örtülmemiş mezarından kalkıp yerine kurulanı yıkmaya koyulmuştur. Haliyle aynı kuruculuk, tekrarlanamaz. Aynı yerden bakarak, aynı yoldan yürüyerek yeniden hayat bulamaz. Bulsa, bugünkü adı ilerleme olamaz.

86 yıl sonra da, 10 Kasım’da saygı duruşu, tıpkı 23 Nisan, 19 Mayıs, 30 Ağustos, 29 Ekim kutlamaları gibi, asla önemsiz törensellik görülemez. Bunların toplumsal karşılıkları, karşıdevrimin meşruiyet ihtiyacına gedik açan, nihaî sistem tesisine çomak sokan direnç noktaları olarak çok değerlidir. Ancak, bu değer, anmalarla kutlamalarla yetinmemekle, kuvveden fiile çıkan bir savunma hattını örmekle, karşıdevrime her düzeyde isyanla vücut bulmalıdır ki, olmayana özlemden çıkıp, yeni bir düzlemde inşa mücadelesine güç olsun.

Bugün 10 Kasım 2024. Güzergâhı Mayıs 1919’dan geçen 9 Kasım 1938’in bütün tarihsel anlamının, gericilik ve sermaye tarafından ortadan kaldırıldığı, emperyalizmin cirit attığı bir ülkede, gönülden özlem yüklü de olsa, ah’larla vah’larla ne bir insana saygı gösterilmiş, ne de bir dönemin ilerici birikimi savunulmuş olunur. Bir “kurtarıcı” bekleyenler ya da bir kurtarıcının göğüste fotoğraf olması onu yaşatmaya yeter sananlar, hüsrana uğramakla kalmayacak, o değerlerin yıkımına ortak sayılacaklardır. Ahde vefa göstermiş bile değillerdir.

Sevileni, sayılanı, ideali paylaşılanı yıkıcılara karşı sadece tütsülerle ananlar, Mustafa Kemal’in deyişiyle, “vazifesini yapmamış”lar safındadır. Gerisi boş laftır. Yatıştırmacı avuntudur.

Laikliğin, bağımsızlığın, kamuculuğun, aydınlanmacılığın olmadığı bir yerde, 1919 da yoktur, 1923 de. Ve bugün bunları savunmak, tarihsel ilerleme ile gericilik arasındaki mücadelenin temeline, yani sınıfsal saflaşmaya uzak durarak, mümkün değildir. Türkiye’nin bugünkü panoramasına yansıyanları değiştirmenin, örgütlü bir halkın ayağa kalkmasından, bir emekçi sınıf hareketine omuz vermesinden başka yolu yoktur. Bunun dışında bir kurtarıcı olmayacaktır. Cumhuriyetin yolu emekçi iktidarıyla kesişmek zorundadır. 

Bugün komünistlerin, cumhuriyet ileri adımına da, o adıma önderlik eden bir devrimciye de hak ettiği saygıyı samimiyetle gösteren tek kesim olması, rastlantısal değildir. Aşmayı hedeflediği için, sınıfsal dayanaklarını emekçiler lehinde değiştirmek istediği için, bir burjuva devriminin ve önderinin çok ilerisinde bir siyasal çizgiyi temsil ettiği için, sermaye ve gericilik işbirliğiyle yürütülen cumhuriyet yıkıcılığına karşı, sağlı “sol”lu her türlü kara çalmayı göğüsleyerek direnmeleri, komünistlerin dünyayı değiştirme ufku gereğidir.

Gericiliğe, yıkmaya koyulduklarından çok daha ileriyi savunanlar direnebilir ancak. Tarihteki bütün ileri adımları, onları yepyeni bir dünyaya giden adımlar olarak değerlendirenler sahiplenebilir. TKP’yi bu alanda da biricik kılan budur.

Bize lazım olan, karşıdevrimci dirence, Meclis kürsüsünden, “ihtimal, bazı kafalar kesilecektir” diye meydan okuyan iradedeki kararlı ve köktenci duruşun bugüne uzanan emekçi sınıf temsiliyetidir.

Mustafa Kemal’e derin ve içten saygıyla, ama bir daha olmayacağı bilinciyle...

* Bugün için, vaktiniz olursa diye, önemsediğim eski bir 10 Kasım yazımı da paylaşıyorum: 10 yıl önce yazıldığının dikkate alınması dileğiyle…