Emperyalizmin yazdığı liberallerden okunur

Paris katliamı daha çok tartışılacak. Bir dönemi kapattığını ise söyleyebiliyoruz. Rüzagarı Türkiye’yi de sarsacak olan gelişmelerin ülke siyasetini de yeniden tasnif edeceği görülüyor.

Devletin mağduru iken kardeştik, kıblemiz birdi ve Müslüman bir vicdânımız vardı; “devlete dokununca” dejenere olduk, Müslümanlığımız, işlediğimiz günâhlara kılıf uydurmak noktasında ağzı sıkı fakihlerle iş tutmak ve dini değerleri reel politiğe kurban etmekten ibaret kaldı. Abisi olmakla övündüğümüz İslâm aleminde artık tehlikeli macerapereset muamelesi görmekteyiz. Batı dünyası ise Türkiye’yi çoktan mâkul şüpheli rafına koydu. Devlet ve milletçe varoluşumuzun, yüksek ahlâk değerlerine dayalı bir gerekçesi kalmadı. Eski tâbirle tam ‘tereddî’ halindeyiz.

Bunun adı yenilgidir arkadaşlar; hani o fasih Osmanlıca zannıyla ‘ya’yı şeddeleyerek “medeniyyet” deyip durduğunuz ama muhtevasından zerrece haberdar olmadığınız şey var ya; işte o iddiamızı kaybettik.

Yeni nesil, seküler ve liberal yöneticiler tarafından idare edilecektir!

Uzun ama gerekli bir alıntıydı. Kimisi anladı çünkü, gelen dalgayı. Zaman yazarı Ahmet Turan Alkan’ın 12 Ocak tarihli yazısının başlığının Uğur Mumcu’ya atıfla “Yenildik ey halkım” olmasınaysa tarihin ironisi diyelim ve geçelim.

ALAMETLER BELİRDİ
AKP tüm gericiliğiyle hala iktidarda ve kimi sonuçlara varmak için belki de erken, ama çok alametler belirdi.

Örneğin kitle tabanı olmayan, ancak yerleşik bir damara eklemlenip emperyalizmin verdiği operasyonel görevleri hayata geçirerek yaşama şansı bulan Türkiye liberalizminin seyri, bundan sonra siyasetin nereye akacağına, hangi tasarımların yürürlükte olduğuna dair bir fikir verebilir.

Türkiye tarihinde, en azından son 30 yıldır liberallerin aktif görev almadığı bir dönüşüm bulmak zordur. 80 sonrası Özal'lı yıllarda yaşanan piyasacı dönüşümde de, 28 Şubat restorasyonunda da, AKP'nin Cumhuriyet'i çözdüğü yıllarda da önemli katkılarını bulmak, imzalarını görmek mümkün.

Öyleyse devam edelim...

Paris katliamının ardından 'Birkim'li liberallerden Ahmet İnsel “tarihin bir sayfasının kapanıp, bir başkasının açıldığını” ilan ediyor ve soruyordu “Bu canavar neden hep İslam maskesiyle dolaşıyor?” Nuray Mert ise “Gerçek İslam bu değil” söylemine saldırarak, “fukara tesellisi” diyor ve ekliyordu “her Müslüman, İslam’ın temsilinden sorumlu. Bırakın dünyanın kirli işlerini kendinize kalkan yapmayı, dönüp kendinize bakın.”  Taraf yazarı Namık Çınar da İslam’da bir reform ihtiyacına işaret ederek “Aslına bakarsanız, Hıristiyanlık da Ortadoğu kökenli. Ama tırnak ucu kadar olsun Ortadoğu değerlerine değgin bir izlenim ediniyor musunuz? Edinemezsiniz! Çünkü dine aklın ve aydınlanmanın ışığını tutarak, Hıristiyanlığı ‘protest’ bir bakışla sorgulamışlar…” diyor, Hristiyanlığın kapitalizmin tarihinden ayrılamayacak tarihsel gelişimini, İslam'a anakronik bir eşleştirmeyle örnek veriyordu.

ABD'nin Türkiye'deki en yetkin sesi Cengiz Çandar ise henüz Paris katliamından bir hafta önceki yazısında, 2014’ün önemini Siyasal İslam için sonun başlangıcı olarak tarif etmişti bile. Son olarak, ABD’nin Türkiye politikasının yetkin ve belirliyici isimlerinden, AKP’yle vücut bulan “emperyalizmle uyumlu İslam” projesinin teorisyenlerinden CIA'nın eski Türkiye istasyon şefi Graham Fuller’in, 6 Ocak tarihli blok yazısında 2015’de Erdoğan’ın gücünün sarsılmaya başlayacağını ileri sürdüğünü ve “Türkiye'nin köklü kurumlarına zarar veren Erdoğan, hem kendisinin hem de partisinin mirasını yok etme sürecinde" dediğini de not edelim.

Liste uzatılabilir, örnekler çoğaltılabilir. Fakat ortada bir tuhaflık olduğunu anlamak için bu kadarı yeterli görünüyor.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından, 1990’lar boyunca liberalizm, bir yandan “yeni sol” tezleri Türkiye’ye sokmak, solu iğdiş etmekle meşgulken; eş zamanlı olarak Post Sovyetik dönemde Siyasal İslam’ın ehlileştirilmesi, sisteme angaje hale getirilmesi için de özel bir misyonla hareket etti. AKP döneminin gerici-liberal ittifakının köklerini bu döneme kadar uzatmak mümkün.

Bugüne kadar ama inişli ama çıkışlı devam eden ittifakın, liberallere, müttefiklere özgü bir tavır kazandırdığı düşünüldüğünde; bugün bu davranış kalıbının dışına çıkılıyor, modası geçmeyen İslamafobi söylemi bir kenara konuluyor ve “kendinizi sorgulayın” deniyorsa burada bir hikmet aranması gerektiği aşikar. O zaman İnsel’in dediği gibi bir dönemin kapanmasından söz edebiliriz.

Kokuyu alanlardan birisi de her devrin adamı Ertuğrul Özkök. Katliamın ardından Fransa’ya giden Özkök bayram yerine varmış çocuklar gibi şen çıktığı fotoğraflarını köşesine bastıktan sonra Paris’in 11 Eylül’üyle ABD’ninkini kıyaslayarak korkmayın mesajı veriyor ve oradaki havayı “Fransa’nın özgürlükçü ve demokratik değerlerine, Cumhuriyetçi ruha sahip çıkmak, teröre teslim olmadan dimdik durmak” olarak tarif ediyordu. Kafasında Che’nin alameti farikası beresi, elinde Fransız Komünist Partisi’nin yayın organi L'Humanité dergisiyle…

KARTLAR YENİDEN KARILIYOR
Teorik zemini, siyasal altyapısı uzun yıllara yayılan; ancak Cumhuriyet’in tasfiyesi sürecinde suç ortaklığı üzerinden yaratılan İslamcı-liberal-Kürt ittifakının kalıcı bir statükoya kavuşması zaten mümkün değildi. Arap Baharı sürecinin duvara toslaması ve Haziran Direnişi’yle AKP’nin siyasi merkez olma ehliyetini yitirmesi, ittifakın zeminini uzun süre önce zaten kaydırmış, ancak alternatif bir siyasi odak ve yeni bir paradigma yaratılamadığı oranda saflaşmalarda radikal bir değişiklik yaşanmadan bugüne kadar gelinebilmişti.

Bir süredir hazırlıkları yapılan, Paris katliamının ardındansa hızlıca piyasaya sürülen “liberal değerlerle yüklü” bir rüzgarın, Türkiye siyasetinde de yeni saflaşma ve bloklaşmalara yol açması muhtemel.

Cumhuriyeti çözen kutsal ittifakın asli unsurlarından Kürt hareketinde de son zamanlarda bu yönde bir söylem değişikliği görülüyor.

HDP bir süre önce seçimlere parti olarak katılacaklarını açıklamıştı. Bu kararın arkasında, AKP ile yaılan bir anlaşmanın olduğu, bu sayede AKP'nin Meclis'te Anayasa'yı değiştirecek vekil sayısına ulaşabileceği ve Erdoğan'a başkanlık yolunun açılacağı yorumları yapıldı. Kürt siyaseti bu iddiaları reddederken, bir yandan da soldaki diğer siyasi özneler, meslek grupları, kitle örgütleri ve Alevilerle görüşerek HDP çatısı altında birleşmek için çağrı yapmaya, aksi bir tavrın AKP'nin elini güçlendirmek anlamına geleceğini iddia etmeye devam ediyor.

AKP karşıtı kamptaki yerini alan liberal kalemlerden Nuray Mert Kürt hareketinin %10 barajına rağmen seçime parti olarak girme kararının arkasında AKP'yle kavgaya tutuşma ihtimalinin olabileceğini iddia ederek, AKP'yle pazarlık konusunu gündeme getirenleri “kuşkucular” olarak niteliyor  ve “Mesele buysa, kuşkucuların yapması gereken HDP’ye destek verip, barajı geçmesine çalışmak olmalı” çağrısını yapıyordu.

ARADAKİ AÇI HIZLA KAPANDI
Kandil ve HDP’li siyasetçiler arasında bir süredir görülen AKP konusundaki yorum farkı da, Kandil'in AKP'yle ipleri atma ihtimaline önceden hazırlandığını gösteriyor. Bunun en yakın örneği Cizre'de Hüda-Par ve Kürt hareketi arasında yaşanan çatışmalar sırasında yapılan açıklamalar oldu. HDP kanadının olayları Cemaat ya da bir başka dış gücün süreci provoke etme çabası olarak yorumlamasına Kandil’den net bir itiraz geldi. KCK Yürütme Konseyi Üyesi Mustafa Karasu 30 Aralık tarihinde Özgür Gündem'de "Kürt demokrasi güçlerinin tespitleri ve yaklaşımları yanlıştır" dedi ve Cizre olaylarını AKP’nin tezgahladığını yazdı.

Demirtaş özellikle Paris saldırı sonrasındaki açıklamalarıyla bu açıyı hızlıca kapatmış görünüyor. Demirtaş, baraj tartışmalarıyla ilgili kısa süre önce yaptığı açıklamalarda Meclis dışında kalmaları durumunda Türkiye’nin “karışabileceğini” söyleyerek tehdit ve pazarlığı ima etmesine rağmen; son günlerde yaptığı açıklamalarda barajı geçecekleri konusunda emin ifadeler kullanıyor ve “iktidar alternatifi” bir söylem tutturuyor. Demirtaş, oy potansiyellerinin %25 olduğunu bile söyleyerek Kürt ulusal hareketinin bugüne kadar hiç gözünü bile dikmediği bir çıtayı önüne koymuş oldu. Bu çıtanın gerçek olup olmamasından bağımsız olarak Demirtaş'ın açıklamaları, Kürt ulusal hareketinin hangi siyasi düzlemde siyaset yapmayı hedeflendiğine işaret ediyor.

Kürt siyasetinin kulislerine hakim bir isim olan Milliyet muhabiri Namık Durukan, HDP’nin önümüzdeki seçimlerde Gezi’nin rüzgarını arkasına almaya çalışacağını, aday profilini buna göre belirleyeceğini, bu çerçevede batıda kabul görebilecek isimleri vitrine yerleştireceğini, "Türkiyelileşme" sloganlarının öne çıkarılacağını, "Yeni yaşam, demokratik cumhuriyet ve yerel yönetimler" eksenindeki başlıkların seçim programının ana eksenini oluşturacağını yazdı.

AKP’NİN ÇIKIŞSIZLIĞI
Paradigma değişiyor, AKP sıkışıyor dedik. Onu iktidara taşıyan nesnel koşullar uzun süre önce ortadan kalkmasına rağmen diktatörün iktidarı bırakmamak konusunda gösterdiği inat değil AKP’nin en büyük avantajı; karşı bir siyasi odağın yaratılamamış olması. Tutarlı bir siyasi söylem geliştirme çabasını bırakalı çok olan AKP kadrolarının da bunu gördüğü anlaşılıyor: iktidarda tutunmalarının tek yolunun filizlenen siyasi odakların büyümeden kafasına vurmaktan geçtiğini biliyorlar.

Şimdi ise, düzen siyasetine yeni bir soluk alanının açılmaya çalışıldığı görülüyor. Telaşın temelinde yatan da bu.

“Efendim, biz ‘aydınlanma’ taşıyıcılarıyız... Çağdaş ve ilerlemeciyiz. İstiyoruz ki, insanlar dinin karanlık yüzüyle tanışsınlar, karanlıklarda boğulmasınlar. Sana ne!  Ben aydınlanmacı ilericiliğinize karşı ‘dinin karanlıklarında’ boğulmak istiyorsam sana ne, ötekine ne, Charlie Hebdo’ya ne…”

Alıntı Star yazarı Ahmet Kekeç’e aittir ve AKP’lilerin psikolojisini resmetmekte oldukça öğretici olduğu görülüyor. Liberallerin ideolojik desteğiyle en gerici uygulamaları, en faşizan müdahaleleri demokrasi kisvesi altında gizleyenler bugünlerde “b.kumda boğulayım sana ne” noktasına düşmüş durumdalar. Erdoğan Cumhurbaşkanlığı seçim sürecini “2. Kurtuluş savaşı” olarak nitelemişti, o noktadalar. Fakat Paris’e gitmek zorunda olduklarının da farkındalar.

Bu bir kısmı ve üzerlerinde ideolojik basıncı göstermesi açısından önemli. Diğer kısımsa çarşı-pazar; ortak bir aklın devrede olmadığı görülüyor.

Erdoğan kendisine yönelen tehlikenin farkında, paralel yapı söyleminin üzerinde bu kadar durması boşuna değil. Cemaat’in ABD tarafından üzerlerine salındığını kendisi söyleyemese de, tetikçi kalemleri köşelerinden sürekli işliyor.

Paris saldırısı sonrasında da aynı koro harekete geçti. Yeni Şafak’tan İbrahim Karagül Paris ittifakını “Ortadoğu’daki güç kavgalarında, paylaşım savaşında meşru olmayan yöntemler denediklerini,  bir çok örgütle iş tuttuklarını, bu örgütleri hedef ülkelere karşı kullandıklarını artık kimse inkar edemez” diyerek sorguladıktan sonra “İslam’la savaş yüzyılı ilan eden kim?” diye soruyor.  Ancak hiçbir inandırıcılıkları kalmadı. Çünkü birileri muhakkak sorar; ABD’yi Suriye’nin üzerine salmaya çalışan, Arap Baharı’nda rol kapmaya çalışan AKP değil mi, diye. Tutarlı bir emperyalizm sorgulaması yalnızca solcular tarafından yapılabilir olduğu bir kez daha görülüyor.

AKP’nin dış politika şeflerinden profesör sıfatlı Yasin Aktay da benzer bir körlüğü yaşıyor. Paris katliamını “Paris saldırılarının Fransa için bir 11 Eylül olduğuna ikna etmeye çalışan aklı evveller, muhtemelen Fransa’yı 11 Eylül’de Amerika’nın saplandığı batağın aynısına saplamaya çalışıyor” diye okuduktan sonra baktığını ama görmediğini “Hollande yönetimindeki Fransa üzerinde uygulanan bu İslamofobik tahrikler, o yüzden bir tek Fransız sağının yükselişine yol açıyor” diyerek itiraf ediyor. Oysa Fransa’daki gelişmelerden Fransız sağının memnun olduğunu söylemek mümkün değil oysa. Le Pen ve Ulusal Cephe’nin büyük Paris yürüyüşünden dışlanması tesadüf olmadığı gibi, oluşan iklimde Avrupa’daki aşırı sağın da budanmasının gündemde.   

Türkiye gazetesi yazarı Yıldıray Oğur ise “11 Eylül sonrası tek bir dayanışma eyleminin olmadığı, bin tane komplo teorisinin daha itibarlı olduğu Türkiye’de, şimdi solcusundan Kemalist gazetecilik örgütüne kadar ‘Je suis Charlie’ eylemleri için sıraya girilmesinin tek açıklaması, Türkiye’de bu meselenin bir fikir özgürlüğü değil laiklik mücadelesi, AKP'ye karşı yurt dışına poz verme fırsatı olarak görülmesi” derken mevzuyu biraz anlamış görünüyor.

ERDOĞAN’IN EKSİK GÖRDÜĞÜ
Davutoğlu’nun Paris yürüyüşüne katılması özelikle Paris basınında tartışma yarattı. Le Monde yürüyüşçü liderlerin bir kısmının konsepte uygun olmadığını söyledi ve Davutoğlu’nu örnek gösterdi. Erdoğan eleştirilere karşı saldıyla yanıt verdi ve Netanyahu’yu hedef alarak  “Hangi yüzle oraya gitti onu da anlamakta zorlanıyorum” dedi.

Katliamın olduğu günkü Cumhurbaşkanlığı açıklamasının “mutedil” dilinden uzak, demode bir İslamofobi eleştirisiyle batı karşıtı söylemini sürdüren Erdoğan'ın, tabloyu eksik okuduğunu gösteriyor. Paris yürüyüşündeki tabloda eklektik figürlerin birisi Netanyahu ise -ki o da Davutoğlu gibi eleştirilerden azade kalamadı, diğeri davetsiz misafir, kadraja girmek için yırtınan Davutoğlu idi. ABD ise belki de yürüyüşü adıyla lekelememek için düşük seviyede bir katılım gösterdi. Hepsi çok mantıklı görünüyor…


SYRİZA’YI MERAKLA İZLEYENLER
Yunanistan’daki gelişmelerin Türkiye siyasetiyle bazı açılardan paralellik kurulması mümkün görünüyor. Ekonomisi AB içindeki büyük ağabeyler tarafından ipotek altına alınmış, halkın tepkisinin bugüne kadarki siyasi mekanizmalar içinde soğurulmasının imkansızlaştığı bir ülke olarak Yunanistan’da, kısa süre öncesine kadar siyasetin marjında sayılabilecek bir parti olan Syriza’nın yükselişi Türkiye’de de tartışma yaratmış durumda. Yunanistan halkını canından bezdiren borçların ödenmeyeceği söylemiyle yola çıkan Syriza şimdi özel sektör borçları ödeneceğini, Avro Bölgesi devlet alacakları üzerinde ise müzakere başlatılacağını söylüyor. Korkut Boratav 4 Ocak’ta Birgün’de yayınlanan yazısında Syriza’nın bu programı satmak amacıyla Avrupa finans çevreleri ile yoğun temaslar başlattığını ifade etti. Syriza dışındaki tek alternatif ise tavizsiz bir sınıf siyaseti yürüten, borçların ödenmemesi ve AB’den çıkılması gerektiğini söyleyen Yunanistan Komünist Partisi. AB ve Yunanistan sermayesi bu nedenle ne kadar istediğinden bağımsız olarak Syriza seçeneğine razı gelmek durumunda kalmış görünüyor.

Yunanistan’daki gelişmelerin Türkiye’ki bazı sol çevrelerde sıradışı bir heyecan uyandırdığı görülüyor. Öyle ki Birgün yazarı Selami İnce Syriza’nın yükselişini “biraz Haziran hareketi gibi değil mi?” diyerek yorumladı. Son günlerde HDP-Syriza benzeştirmeleri de hız kazanmış durumda.

Diğer taraftan Haziran Direnişi, Türkiye halkının düzen partilerinin sınırlarını zorladığı kadar, 2. Cumhuriyet’ine yönelik bir restorasyon müdahale olasılığını ciddi olarak tasarlayan merkezlerin gözünü diktiği bir potansiyele işaret ediyor. Türkiye ve Yunanistan arasında bağ kurma merakanın sadece Türkiye solcularında olmadığını da söylemek zorundayız. Syriza'nın hükümet olması halinde sergileyeceği performans AKP sonrası Türkiye siyaseti için plan yapanlar tarafından da bir parametre olarak alınacaktır. Syriza’nın düzen açısından en büyük işlevininse düzen dışına çıkma potansiyeli barındıran kitleleri massetme yeteneği olacağı, bununla sınanacağı görülüyor. BHH, seçimler, ittifaklar tartışmasını bu açılardan takip etmekte yarar var.


TÜSİAD’IN ÇIKIŞI
Türkiye’nin bir muz Cumhuriyet’i olmadığı, ülke içi dinamiklerinin gözardı edilerek mühendislik hesaplarıyla kolayca dizayn edilemeyeceği doğru. AKP’nin tüm bölge kurgusu değişmesine rağmen hala iktidarda olmasında bunun da payı var. Ancak bunun tersi de bir o kadar doğru; AKP projesi ne kadar tersi iddia edilirse edilsin bu ülkenin organik bir parçası olmadığı gibi, ülke içi dinamiklere değil bugün ters düştüğü ABD desteğine dayandığı için ülkeye giydirmeye çalıştığı deli gömleği bir türlü bünyeye oturmuyor. AKP kadrolarının bunun farkında olmadığını düşünmek doğru olmaz, zira karşımızda ABD desteğini arkasında hissedemediği oranda iktidarda rahat olmayan agresif bir Erdoğan figürü var. Türkiye kapitalizminin bir diktatörün kaprislerine emanet edilmesinin rahatsızlığının işaretlerinin artık daha açıktan verildiği görülüyor.

Başkanlık sistemine muhalefet ettiğini gizlemeyen TÜSİAD’ın Başkanı Haluk Dinçer’in “Cumhurbaşkanı devletin başıdır. TÜSİAD’ın muhatabı Cumhurbaşkanı değil başbakandır” sözlerini basit bir siyasi gaf olarak değerlendirmek mümkün değil. Bu açıklamanın ardından Erdoğan’ın TÜSİAD davetlerine katılmayacağını söyleyerek rest çekmesi ve Davutoğlu’nun da Erdoğan’ın tavrına ortak olduğunu açıklaması 2015’in ilk ciddi siyasi krizi gibi görünüyor. Dinçer’in Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın tepkilerine rağmen söylediklerinin arkasında durmasıysa, ortada hesapsız bir hareketin olmadığını gösteriyor.


* soL Dergisi'nin 16-24 Ocak 2015 tarihli 24. sayısında yayımlanmıştır.