Yeni başlayanlar için 10 soruda Lozan (4): Türkiye Musul'u nasıl kaybetti?

Lozan hakkında sıkça karşımıza çıkan soruları yanıtlamaya devam ediyoruz.

Aytek Soner Alpan

7. Lozan'da Misak-ı Milli'ye ihanet mi edildi?
Dün arkaplanıyla anlatmaya çalıştık: Misak-ı Milli, sınırları detaylı tarif edilmiş bir harita değildir.

Ne mütareke günü Osmanlı sınırları bugün tartışıldığı biçimde bir netliğe sahiptir ne de metnin kendisinde böyle bir netlik vardır. Dolayısıyla bu metin, hem de askerî bir zafer sonrasında oturulacak müzakere masasında önerilecek alternatif plan olması itibariyle diplomatik hem de ideolojik bir işleve sahiptir. Açık açık söylemekte fayda var, tek taraflı bir beyanname olarak Misak-ı Milli'nin uluslararası bir geçerliliği yoktur.

28 Ocak 1920'de kabul edildiği biçimiyle kalan Misak-ı Milli, Cihan Harbi'nden yeni çıkmış ve işgal altındaki bir ülkenin parlamentosunun yaptığı yüksek sesli bir açıklama olarak tarih kitaplarında belki yer bulabilirdi.

Misak-ı Milli'den bahsetmek için askerî zafer ve Misak-ı Milli'yi savunan tarafın diplomatik olarak muhatap alınacağı bir masa önkoşuldur. Bunların yokluğunda Misak-ı Milli bir belge olarak anlamsızdır. Yalnızca içe dönük ideolojik ve propaganda işlevi bulunabilir. 1920'de durum budur.

Ulusal kurtuluş mücadelesinin en büyük başarısı Misak-ı Milli'yi hamasi ve nostaljik bir metin olmaktan çıkararak üzerinden siyaset yapılabilecek bir gerçek zemin haline getirmek olmuştur.

Bu noktada askerî zafer meselesini biraz açmak gerekiyor.

Ulusal direnişin, bugün ne kadar eğilip bükülürse bükülsün, iki boyutu vardı. Bu boyutlardan ilki işgale karşı yürütülürken, diğer boyut adlı adınca bir "iç savaş"tı. Ankara ve İstanbul biçiminde somutlanan ikili iktidar durumu bir süre sonra iç savaş halini almıştır.

Yukarıda anmış olduğumuz askerî ve diplomatik koşulların yerine gelerek, Misak-ı Milli'nin siyasi bir realite haline gelebilmesi, aynı zamanda bu iç savaşın kazanılması tarafından koşullanmıştır. Hem işgalcilerle askerî alanda etkili biçimde mücadele edilebilmesinin hem de Ankara Hükümeti'nin diplomatik anlamda inisiyatif sahibi olabilmesi için öncelikle İstanbul'un bileğini bükmesi gerekiyordu.

Zira Ankara'nın karşısında hem işgalcilerle askeri olarak işbirliğine giden; dahası, Sina Akşin'in deyişiyle sürekli Misak-ı Milli'den "fiyat kırarak" yani ödünler vererek işgalciler tarafından muhatap alınmaya ve Ankara'yı baypas etmeye çalışan bir İstanbul vardır.

Vahdettin, Osmanlı yasallığı içinde düşünülünce kendi mülkünden başka bir şey olmayan bugün bizim memleket dediğimiz toprağı korumak konusunda göstermediği direnci kendi titrini korumak için Ankara karşısında göstermiştir.

Burada uzun uzadıya tartışmaya fırsat yok ancak bugün Anadolu'daki mücadeleye dost bir Vahdettin çıkarmaya çalışanlara en kolay yoldan dönemin Meclis zabıtlarını okumalarını önerebiliriz. Ankara'da Meclis kürsüsünden, Mustafa Kemal ve yakın çevresi tarafından değil oldukça muhafazakar mebuslarca, hala sultan ve halife sıfatlarını elinde bulunduran Vahdettin "domuz", "bela", "taçlı hain", "kahrolası", "iyiyi ve kötüyü takdirden âciz, ecnebilere münkat bir mahlûk" gibi biçimlerde anılmaktadır.

Bütün bunlar ortalık yerde dururken masalın da bir sınırı olmalıdır.

Bu nedenlerle Ankara'nın en büyük başarılarından biri İstanbul Hükümeti'ni Lozan masasına oturtmamak olmuştur. İstanbul, bunu sonuna kadar zorlamıştır. Ve başta İngiltere olmak üzere İtilaf devletleri bunu sonuna kadar arzulamıştır. Hem Ankara hem İstanbul hükümetine Lozan'a gelmeleri için resmi çağrıda bulunmuştur. Bu haberin Ankara'da Büyük Millet Meclisi'nde ele alınması esnasında tepkiler gerçekten okunmaya değerdir.

30 Ekim 1922'de yapılan oturumda Dahiliye Vekili Ali Fethi Bey, İstanbul hükümetinin argümanlarını özetlerken araya giren vekillerin söylediklerinden kimi örnekler vermek istiyorum:

Dahiliye Vekili Ali Fethi B. (İstanbul): Fakat aynı zamanda Babıâli de davet olundu ve bize diyor ki: Babıâli eğer bu konferansa iştirak etmiyecek olursa altı asırlık hüviyet-i tarihiyesi munkariz (tarihsel kimliği son bulmuş) olacak.

Hacı Şükrü B. (Diyarbekir): Yerin dibine batsın!

Ali Fehmi Bey devam ediyor:

... Evet, sizi biz vaktiyle idama mahkûm etmiştik. Bir takım âsi ve bâği herifler idiniz veyahut adamlardan ibarettiniz.

Çorum Mebusu Hâşim Bey araya giriyor:

Herifler kendileri efendim.

Ali Fehmi Bey, İstanbul Hükümeti'nin birlikte düşünüp karar verme önerisini dillendirdiğinde ise dayanamayarak araya giren Hasib Bey'in yanıtı şu olmuştur:

Biz ölürken onlar baloya gidiyordu.

Saltanatın tanınmaması fikri Lozan'da temsiliyet konusu üzerinden netlik kazanırken, saltanatla bir bütün olarak görülen hilafetin ne olacağı meselesi meclis tartışmaları esnasında kendiliğinden gündeme gelir. Erzurum Mebusu Müftü Mehmet Nusret Efendi bu konu üzerine söz alır ve hilafetin tarihini anlattıktan sonra şunu söyler:

Tarihi İslâm dikkatle tetkik olunursa, hilâfeti sabihadan sonra bu imamet, bu milletin Müslümanların başına bir belâ olmuştur.

Bu oturum boyunca çok heyecanlı olan Diyarbekir Mebusu Hacı Şükrü Bey yine araya girer ve bağırır: "Belâdır belâ…" Buna karşılık Meclis'te "bravo" sesleri işitilir.

Hacı Şükrü Bey'in heyecanını anlatmak ve daha önemlisi Vahdettin ve şürekasının nasıl algılandığını göstermek amacıyla Hacı Şükrü Bey'in verdiği resmi önergeyi de alıntılayıp bu devam edelim:   

Riyaseti Celileye
İslâm mukaddesatına ve İslâmiyete karşı şeytandan daha şeni olarak son asırda müte­caviz bir Loyd Corc türemişti. Meğer şeytan­dan, Loyd Corc’dan daha şeni alçaklar var­mış. Sorar mısınız? İşte bu vesikayı yollıyan ve düşünenler, öyle ise başta Vahdeddin oldu­ğu halde besmele ile bunları bilumum İslam­ların taşlamasını teklif ederim.
30.10.1338
Diyarbekir Mebusu
Hacı Şükrü

Bu tartışmalar eşliğinde saltanat 1 Kasım 1922'de kaldırılmış ve tek meşru hükümetin Mart 1920'den bugüne kadar Ankara Hükümeti olduğu ilan edilmiş ve kabul ettirilmiştir.

Bu, yeni kurulmakta olan ülke için büyük bir diplomatik zaferdir ve fırsattır. İngiltere'nin "Bunları aynı masaya oturtur, birbirine kırdırır, hakkından geliriz" stratejisi boşa düşmüştür. Misak-ı Milli'nin masaya getirilebilmesini sağlayan bana kalırsa, bu hamle olmuştur. 11 Kasım'da Lozan'a daha  gidilmeden böyle bir kazanım elde edilmiştir. (Ankara'nın, bana kalırsa, göz dolduran bir hamlesi de barış konferansının İzmir'de yapılmasını teklif etmesidir. İngiltere ve Yunanistan buna direnç göstermişse de kabul edilmeyeceği baştan belli olan bu teklifin yapılmasındaki amaç, Ankara'nın elini kuvvetli gördüğünü hissettirmek istemesidir.)  

Lozan'a henüz gitmeden elde edilen bir avantaj da Ankara'nın elinde tuttuğu Fransa ve Sovyet kartlarıdır. Ankara, İngiltere ve Fransa arasındaki Almanya'nın savaş borçları üzerinden oluşan gerilime akıllıca yatırımlar yapmış ve o gerilimi kendi lehine kullanmıştır. Ancak bundan daha önemlisi Ankara Hükümeti ile Sovyet Rusya arasında gelişen pragmatik dostluk ilişkisidir. Ankara, Konferans'a gözlemci olarak katılacak ve mutlak suretle Türkiye'nin tezlerini destekleyen Sovyetler sayesinde masada oldukça rahatlamıştır. Lord Curzon'un, Sovyet temsilcisi Çiçerin konuştukça "İsmet Paşa'yı dinliyor gibi" hissetmesi boşuna değildir. Ancak meselenin bu boyutu ayrıca ele alınmayı hak etmektedir. Özellikle Türkiye'nin Sovyetleri her an satabileceğine dair sık sık İngiltere'ye daha konferans masasında işaretler vermesi derinlemesine incelenmelidir. O nedenle geçiyoruz.  

İkinci olarak, Misak-ı Milli sınırları sanıldığı kadar net değildir dedik, ancak bugün fotoşop cengaverlerinin elinde mouse, boyadığı haritalar kadar da fantastik değildir. Selanik, Ege Adaları, Kıbrıs vs. kesin biçimde söyleyecek olursak Misak-ı Milli'nin konusu değildir. Bunların Lozan'da kaybedilme gibi bir durumu da söz konusu olamaz. Hakeza, hızını alamayıp Mısır'ı Lozan'da kaybettik diyenlerin ne tarih-coğrafya bilgisi ne de insafı vardır.

Lozan'dan 90 sene önce Halep'ten girip Kütahya'dan çıkarak Anadolu'yu işgal eden Mısır'ın Lozan'da kaybedildiğini söylemek düpedüz yalancılık değilse, ancak bizim yobazların Anadolu'yu işgal eden Kavalalı İbrahim Paşa'nın Hicaz'daki Vahhabi ayaklanmasını bastırarak Abdullah bin Suud'u esir alışını unutmak isterken yaşadıkları bir hafıza arazıyla açıklanabilir.

Ege Adaları ve Selanik iddiasının da benzer şekilde iler tutar tarafı yoktur. Zira buralar değil Mondros, Cihan Harbi öncesinde Osmanlı'nın elinden çıkmıştır. Kıbrıs da yine Osmanlı tarafından savaş neticesinde değil, Ruslara karşı kendisi desteklemesi için 90 bin sterlin gibi bir meblağa İngilizlere kiralanmıştır. İngiltere, Osmanlı'nın Cihan Harbi'ne Almanya safında katılması üzerine adayı ilhak ettiğini açıklamıştı. Bunlar hikayedir.

Doğu'da iş hamasete gelince "kardeş ülke, iki devlet bir millet" denen Azerbaycan'ın içlerine sokulan haritaların da (tarihsel dayanağı olmakla birlikte) Misak-ı Milli tartışmasında bir anlamı yoktur. Türkiye'nin Doğu sınırı Lozan öncesi bağlanmıştır.

Dün de adını anmış olduğumuz araştırmacı Nejat Kaymaz'ın yine ATASE arşivinden alarak yayımladığı 1919'daki son Meclis-i Mebusan seçimlerine hangi Osmanlı vilayetinden kaç mebusun seçildiği bilgisini içeren harita Osmanlı'nın o an itibariyle reel sınırları konusunda bir fikir vermektedir.

Haritada taramanın koyuluğu işgalin derecesini ve seçimlerin zorluğunu işaret etmektedir. Üzerine konuşulması gereken reel sınırlar budur.

Ancak bunun dışında, Misak-ı Milli'de atıf yapılması nedeniyle konuşulması gereken iki husus var. Birincisi, Batı Trakya meselesidir. Batı Trakya yine Cihan Harbi öncesinde Osmanlı'nın elinden çıkmış olmasına rağmen, Misak-ı Milli'de burada halk oylaması yapılması önerisi getirilmektedir. Batı Trakya konusundaki diplomatik zorluk şuradan ileri gelmektedir: Osmanlı, Batı Trakya'yı Lozan'da Türkiye'nin muhatabı olan Yunanistan'a değil, Bulgaristan'a kaybetmiş; Yunanistan bu bölgeyi Bulgaristan'dan almıştır. Bu durum ve Türkiye'nin Yunanistan'a göç etmiş durumda olan bir milyonu aşkın Anadolu ve Trakya kökenli Rumun yeniden eski topraklarını dönmelerini istememesi, Batı Trakya konusundaki iddiasından geri adım atmasına neden olmuştur. Meselenin bu kısmına yarın değineceğiz.

İkinci mesele ise Musul'dur. Musul derken, kent değil Kerkük ve Süleymaniye'yi de içine alır şekilde  Musul Vilayeti kastedilmektedir. Musul'un Lozan'da kaybedildiği iddiası da, yine cahilane yorumların aksine, yanlıştır. Musul, Lozan'da kaybedilmemiştir. Lozan'da alınamamıştır. Başka türlü söyleyecek olursak, Musul meselesi, Lozan'da çözümlenememiş ve sonraya bırakılmıştır. Buna bir sonraki soruda değineceğiz.

Bunlar dışında nihayetlenmesi Lozan sonrasına sarkan bir diğer başlık Boğazlardır. Herhalde konferans süresince üzerinde en fazla tartışılan başlıklardan biri Boğazlar olmuştur. Lozan'da Boğazlar konusunda geçici bir çözüm geliştirilmiştir: Askeri olmayan gemi ve uçaklar barış zamanında boğazlardan geçebilecekti. Boğazlar tamamen askersizleştirilecek ve idaresi başkanı Türk olan uluslararası bir kurul tarafından yürütülecekti. Konferans'ta Türk heyetinin bu koşullara fit olması karşısında başından beri "Türk tezini" destekleyen Sovyet heyeti çileden çıkmıştır. Lozan koşulları, 1936 yılında bugünkü Boğazlar rejiminin kabulüne kadar sürmüştür.

Musul meselesine geçmeden önce altının çizilmesi gereken en önemli nokta, Türkiye'nin haklı bir takıntı haline getirdiği adli ve iktisadi kapütülasyonlar meselesidir. Bu mesele de Lozan'la çözülmüş ve "egemen devlet" tanımıyla tamamen çelişen bu ıuygulamaların tamamı kaldırılmıştır.

Lozan'da bunlar dışında yapılan bir dizi düzenleme daha mevcuttur onlara yarın daha detaylı olarak "Lozan'ın eleştirilecek başlıkları" bahsinde değineceğiz.

Gelelim Musul'a.

8. Türkiye Musul'u nasıl kaybetti?
Lozan'la birlikte Türkiye'nin sınırları netliğe kavuşuyordu. Bunun tek istisnası güney sınırıydı. Tabiri caizse, Türkiye uzunca bir süre güney sınırı olmayan bir ülkeydi. 1925 yılında basılan Yeni Türkiye Coğrafyası kitabında olan iki ve olmayan bir harita bu tuhaflığa güzel bir örnek teşkil edecektir sanıyorum.

Matbaa-i Amire tarafından basılan ve 1925 programına uygun olarak yazıldığı söylenen kitaptan iki Türkiye haritası aşağıda görülmektedir:

İlk harita bir siyasi haritadır. İkincisi ise, Türkiye'deki yolları ve limanları gösterir haritadır. Görüldüğü gibi her iki haritada da Türkiye'nin güney sınırı yoktur.

Bir de olmayan harita olduğunu söylemiştik. Ülkeyi coğrafi bölgelere ayıran ve her bölgenin haritalarını veren kitap "Otuz Altıncı Ders: Cezire-i Ulya yahud Cenub-ı Şarki Anadolu" başlığına geldiğinde harita vermeyi kesmektedir.

Bu bölümün ve kitabın en sonunda anlatılan ise Musul Vilayeti'dir ve Musul Şehri'nin bir fotoğrafı paylaşılmaktadır.

1925 tarihli Yeni Türkiye Coğrafyası kitabından Musul Şehri'nin fotoğrafı

İlk gün anlattığımız gibi Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasının ardından bir oldu bitti ile fiilen İngiliz işgali altına giren Musul, 1925 yılında coğrafya derslerinde vatan toprağı olarak okutulmaktadır.

Musul'a dönük ısrar Kurtuluş Savaşı sürecinden itibaren açıkça ve pek çok kez dile getirilmişti. 1922 yılında Türkiye ile İngiltere, bir açıdan bakacak olursak daha fazla savaşmaya mecali kalmamış iki devlet, defalarca Musul'da savaşın eşiğine gelecek ve iki taraf da son kozlarını oynamak üzere adı konmamış bir savaşın içine gireceklerdir. İngiltere, Irak'tan ve daha öncesinde Hindistan'dan Musul'a asker yığar. Ancak bunun bir sınırı vardır zira Hint Müslümanlarının Anadolu'da yürütülen mücadeleye olan sempatisi İngiltere'nin Hindistan'daki askeri varlığını zayıflamasına müsade etmemektedir. Hatta İngiltere, Avusturalya dahil sömürgelerinden tıpkı Cihan Harbi'nde olduğu gibi asker istemiş ancak olumsuz yanıt almıştır. Ankara Hükümeti ise Revandız'ı Kuvva-yı Milliye kuvvetleri için bir üs olarak kullanarak Musul'da kimi zaman açıktan kimi zamansa örtük bir operasyon yürütmekte, bölge aşiretleri ile ilişkilerini derinleştirmeye çalışmaktadır. Tarih kitaplarında pek yer almayan ve Özdemir Bey önderliğinde yürütülen bu gayrinizami savaş konusunda ancak yakın zamanda doyurucu çalışmalar yapılmaya başlanmıştır. İşin önemli tarafı şudur: İngiltere, bu mücadeleye karşı koyamayarak kademeli bir geri çekilme kararı dahi alır. Bu şekilde Süleymaniye yeniden Ankara Hükümeti'nin kontrolüne geçer. İngiltere buna karşı Arap milliyetçilerini öne sürecek, bir yandan da bölge halkına dönük olarak İstanbul ile Ankara arasında kopan bağlara dikkat çeken bir propagandaya başvuracaktır. Bu bağlar tamamen koptuktan sonra, özellikle de hilafetin kaldırılmasının ardından Anadolu'daki direnişin Musul'daki popülaritesini törpülemek için İslam kartı devreye sokulacaktır.

Kısaca söyleyecek olursak: Lozan'a gelinceye kadar iki taraf da birbirine net bir üstünlük sağlayamamışsa da Lozan masasında ilk bakışta avantajlı görünen taraf Ankara'dır. 1922'nin sonunda Özdemir Bey pek çok aşiretle anlaşmış durumdadır. Bunun yanında İngilizlerin özellikle Kürtler arasındaki popülaritesi bir hayli düşüktür. Bunda bazı Kürt aşiretlere dönük olarak izlediği kıyıcı politikaların ve "Ermenistan" siyasetinin etkisi büyüktür. Kürtler, hem 1915 defterinin yeniden açılmasını istememekte hem de İngiltere'nin bir fırsatını bulsa yol vermekten çekinmeyeceği Ermenistan'ın gölgesinde kalacaklarından endişelenmektedirler.

Lozan'da Türkiye, öncesinde yaptığı gibi Musul'da bir halk oylaması konusunda ısrarcı olmuştur. İsmet Paşa, bölgenin nüfusunun ekseri Türklerden ve Kürtlerden oluştuğunu Kürlerin de Turani bir kavim olduğunu belirttiği bir konuşma yapmış, bundan daha önemlisi Kürtlerin Türklerle gönüllü bir kader birliği içine girdiğini belirtmiştir. Türk heyetinin esas isteği, bu argümanın kabulü ve bir halk oylamasına gidilmesidir.

Çok deneyimli bir sömürge imparatorluğu diplomatı ve siyasetçisi olan Lord Curzon ise son derece sinsi bir strateji izler. Musul konusunda İngiliz ve Türk tezlerinin zıt olduğu açıktır. Ankara'nın zayıf karnı da...

Curzon, Musul konusu kilitlenmeye yol açtığı anlarda, konferans başkanı sıfatını da etkili şekilde kullanarak masaya azınlık sorunları ve kapitülasyonlar gibi Türk delegasyonunun son derece hassas olduğu başlıkları getirerek gündem saptırır. Görüşmeler kopacaksa dahi bunun Musul yüzünden olmasını ve Türkiye'nin meseleyi bir oldu bittiye getirmesini engellemek ister. Zira bu savaş demektir ve hem genel olarak İngiltere hem de özel olarak Curzon savaş istememektedir. Ortadoğu'da girilecek yeni bir savaş Curzon'un siyasi kariyerini muhtemelen bitirecektir. Ancak daha önemlisi İngiltere'de ciddi ekonomik ve siyasi (İrlanda sorunu) sorunlar baş göstermeye başlamıştır. Bu nedenle savaşsız bir yol tercih edilmelidir.

Türk heyetinin, özellikle İsmet Paşa'nın da görüşmelerin kesilmemesi için sebepleri vardı. Bunların başında Meclis muhalefeti geliyordu. Ankara'da 2. Grup net bir biçimde şekillenmiş ve Mustafa Kemal'in yürüttüğü stratejiye muhalefet ediyordu. Lozan'ı muzaffer bir ordunun önünün kesilmesi olarak yorumlayan bu grup, savaşalım dendiğinde de "yok daha neler" diyordu. Ancak İsmet Paşa'nın eli boş Ankara'ya dönmesinin siyasi bir krizle sonuçlanacağı açıktı. Buna ek olarak iktisaden çökmenin eşiğine gelmiş bir Türkiye ve 1912'den beri sürekli savaş içinde olan yorgun bir halk söz konusuydu.

Lord Curzon, görüşmeleri sistematik bir içimde gerdi. Kah Ermeni meselesini, kah kapitülasyonları masaya getirerek Ankara'nın sorunların çözülmemesi konusunda ayak dirediği imajını yaratmak için özel bir çaba ve basın mesaisi izledi.

Bunun neticesinde konferansın 23 Ocak 1923 tarihli oturumunda aslında bir orta yol bulunmasını isteyen İsmet Paşa sert bir konuşma yapmak durumunda kaldı:

Kurtaracağına söz verdiği Irak halkını İngiliz Hükümeti bir an özgür ve her türlü işgalden arınmış olarak bıraksa ve memleketlerinin kaderine ilişkin olarak tam bir bağımsızlık içinde oy vermelerine izin verse idi, herhangi bir işgali, korumayı ya da mandayı isteyecek tek bir kimse bulamazdı: Çünkü bugün uluslar, kendi kaderlerini etkili olarak kendileri saptamak istemekte hiçbir koruyucu ya da kılavuz gereği duymamaktadırlar. Bütün uluslar koruma ya da uygarlık yolunda kılavuz v.b. gibi sözlerin boyunduruk altına alıcıların elinde fethedilmiş haklar siyasal ve ekonomik bakımdan yutmak için kullanılan araçlardan başka bir şey olmadığını anlamış bulunmaktaydılar.

Bundan sonraki çabalar sonuç vermez.

Son kertede Musul meselesi, tüm barış görüşmelerini kilitlemişti. Hatta aylarca sürecek bir kesintiye uğratmıştı.

Musul'da ilerlenemeden barış sağlanması imkansızdır. Tıpkı Türkiye'nin yeniden tam boy bir savaşa girmesinin imkansız olduğu gibi. Mustafa Kemal ise Musul meselesini uzun vadeye yayma taraftarıdır ve diğer sorunlar çözüldükten sonra gerekirse uygun bir askeri yöntem kullanılmasının mümkün olduğu görüşündedir.

Bu ortamda Musul konusunun ayrıca ele alınması kabul edilir ve Lozan dışında tutulmasına karar verilir.

Meclis'te muhalefetin "Misak-ı Milli'yi satıyorlar" yaygarası ile karşılanan bu yaklaşıma Mustafa Kemal, "Misak-ı Milli'nin haritası yoktur, o milletin çıkarlarıdır"a çıkacak, yarı hamasi ancak gerçekleri yansıtan bir yanıt verir. Meclis'te Musul üzerine yaptığı konuşmada Mustafa Kemal şunları söylemişti:

Yapılacak noktalar: Musul vilâyeti meselesinin hallini, bir sene zarfında İngilizlerle Türkiye’nin karşı karşıya geçerek intaç etmesine talik etmektir. En mühim mesele bu olarak geliyor. Buna muvafakat ettiğimizde zarar mı vardır? Kaideten şimdilik fayda mı vardır. Buna muvafakat etmezsek ne yapmağa mecburuz? Bugün suhuletle hepimiz anlayabiliriz ki, Musul’u vermemekte ısrar edersek muharebeye dâhil oluruz. Binaenaleyh, Musul meselesini bir seneye kadar halletmek üzere talik edip sulha geçmek ve muharebeyi kabul etmemek mümkün müdür, kabil midir ve faydalı mıdır? bakat lüzum görürseniz bugünden Musul meselesini müspet veya menfi bir surette hallederiz. Menfaatimiz bunu iktiza ediyor, diye buna karar verirsiniz. Bilakis Musul meselesinin hallini muharebeye girmemek için bir sene sonraya talik etmek demek, ondan sarf-ı nazar etmek demek değildir. Belki bunun istihsali için daha kuvvetli olabileceğimiz bir zamana intizardır. Bugün sulh yaparız, bir ay sonra iki ay sonra Musul meselesini halletmeye kıyam ederiz. Fakat bugün Musul meselesini halletmek istediğiniz vakit bu meselede karşınızda valnız İngiliz değil, branşız,İtalyan, Japon ve bütün dünyanın düşmanlan vardır. Yalnız karşı karşıya kaldığınız zaman İngilizlerle karşı karşıya kalacağız ve yalnız olarak İngilizlerle karşılaşacağız. Musul meselesini bugünden halledeceğiz, ordumuzu yürüteceğiz, bugün alacağız dersek bu mümkündür. Musul’u gayet kolaylıkla alabiliriz. Fakat Musul’u aldığımızı müteakip muharebenin hemen hitam bulacağına kani olamayız? Şüphesiz orada bir harp cephesi açmış olacağız. Tahlil etmiş olursanız Musul’dan sarf-ı nazar etmiş olmuyoruz. Tahlil ederseniz hudud-u milliyemiz dâhilinden bir şey bırakmış olmuyorsunuz. Belki daha kuvvetli bir mevkie geçiyorsunuz. Yani bir sene sonra harp ile geçeceğine, sulh ile geçsin, o hedefe daha iyi hazırlanıyoruz. Arz ettiğim budur.

Musul sorununun ertelenmesi sonucunda, o günün koşullarında, önemli kazanımlar içeren bir siyasi antlaşma, Lozan, imzalandı.

1926'ya kadarsa Musul sorunu, uluslararası kamuoyunun gündeminde kalmayı ve giderek komplike bir hal almayı sürdürür. Toplanıp dağılan konferanslar esnasında İngiltere, Türkiye'nin Musul ısrarına karşı yeni bir argüman bulur: Nasturiler. Hatta bu yönde bir isyan organize edilir. İsyan esnasında sınırın belirlenmemesini öne süren İngilizler hava kuvvetleri ile Türk kuvvetlerini vururlar. Çok öz olarak söyleyecek olursak, İngiltere Musul'u isteyen Türkiye'den Hakkari başta olmak üzere bir dizi kenti koparmaya çalışmıştır. İngiltere bu şekilde sistematik olarak, Türkiye'nin diplomatik çabalarını yeni sorunlar içinde boğmayı denemiştir. Tüm bölgeyi uluslararası bir sorunun parçası haline getirebileceğinin işaretlerini vererek sorunu karmaşıklaştırmıştır.

Bu sırada bir kaç kez daha İngiltere ve Türkiye Musul üzerinden askeri olarak karşı karşıya gelir.

İngiliz belgeleri, Mustafa Kemal'in 1925 yılında İbn Suud ile ortaklaşa bir Musul harekatı planladığını göstermektedir. Aynı dönemde sebebi ve motifleri hala tartışılan Şeyh Said İsyanı patlak verir. Spekülasyondan kaçarak söyleyecek olursak, Şeyh Said ayaklanması, Türkiye'nin Musul tezinin yaslandığı "Türk-Kürt ittifakı mevcut" argümanını boşa çıkarmış ve İngiltere'nin bir hayli işine yaramıştır.

Bu esnada İngiltere Nasturi meselesi üzerinden Türkiye'yi sıkıştırmayı sürdürür. İngiltere'nin iddiası Türkiye'nin Osmanlı'daki gibi Hıristiyanlara dönük etnik temizliği sürdürüğü yönündedir ve bu duruma uluslararası müdahale edilmelidir. Bu, Türkiye'nin korkulu rüyalarından biridir. Uluslararası müdahale çarkına bir kez girilince parçalanmadan çıkmanın mümkün olmadığı konusunda Kemalist kadroların kesin bir kanaati vardır. Hatta bu takıntı o düzeydedir ki, yine Lozan bağlamında kararlaştırılan mübadele kapsamında Türkiye'ye gelen mübadillerin sevk ve iskanında her türlü yabancı yardımı ve krediyi reddetmiştir.

Musul meselesi, 1926 yılında Cemiyet-i Akvam'a taşınır.

İngilizler bu noktadan sonra Musul meselesini Türkiye ile Milletler Cemiyeti arasındaki bir mesele gibi göstererek, Türkiye'nin dahil olmaya ve kabul görmeye çalıştığı uluslararası kamuoyunda izole etmeye çalışır. Bunda bir hayli başarılılardır da.

Bütün bu basınç altında ve İngiliz diplomasisi karşısında yaya kalan Türkiye, askeri kartını iç muhalefet ve isyanlar nedeniyle kullanamadan, İngiltere ile 1926 yılında Ankara Antlaşmasını imzalar. Türkiye bugünkü Irak sınırını kabul eder. Musul petrollerinin satışından da  25 seneliğine belli bir pay alacaktır.

Girit'in Osmanlı'dan kopuşu döneminde bir tekerleme halkın diline pelesenk olmuştur: Sade suya tirit, gitti bizim Girit.

Biz de buna şunu ekleyebiliriz:

Lozan'da alınamayan Musul, gitti usul usul.

Yarın tüm bunların genel bir değerlendirmesini yapacağımız iki soruyla Lozan serimizi noktalayacağız.