Yeni başlayanlar için 10 soruda Lozan (3): Çok tartışılan Misak-ı Milli nedir?

Bugünkü sorularımız Sevr ve çokça tartışılan Misak-ı Milli hakkında.

Aytek Soner Alpan

5. Osmanlı Sevr'i imzalamadı mı?

Lozan tartışmaları bir şekilde dönüp dolaşıp Sevr'e geliyor. O nedenle Sevr'i anlamak önemli. Bugünlerde yayılan önemli şehir efsanelerinden biri de Sevr'in Osmanlı tarafından imzalanmamış olduğu yönündeki safsata.

Dün bahsettiğimiz gibi Sevr Antlaşması, 433 maddelik ve ancak sömürgelere dayatılabilecek bir metin. Seha L. Meray ve Osman Olcay, daha önce andığımız Osmanlı İmparatorluğu'nun Çöküş Belgeleri başlıklı çalışmalarında bunu öz olarak şöyle anlatıyorlar:

...ortaya bir yenilgi belgesinin ötesinde Avrupa emperyalizminin yalnız kendi avlanma sahası saydığı Avrupa kıtasından atmaya kararlı olduğu Türkiye’ye karşı girişilmiş bir yok etme savaşının son aşaması çıkmaktadır. I. Dünya Savaşı’na son veren antlaşmalardan ne Versailles ne Saint-Germain ne de Neuilly antlaşmalarında bu derece insafsız, katı, acımasız hükümlere rastlanır. 

Sadece toprak genişliği olarak bakılacak olursa dahi Sevr'in yıkıcılığı ortaya çıkmaktadır: İktisat tarihçisi Vedat Eldem'in hesaplamalarına göre Sevr Antlaşmasıyla, İngiliz, Fransız, İtalyan ve uluslararası nüfuz bölgeleri dahil edilse bile kalan topraklar hepi topu 570 bin kilometre karedir. "Bağımsız" toprakların alanı ise 200 bin kilometre kareden biraz fazladır. Osmanlı tarihçisi Justin McCarthy'nin dediği gibi Sevr'e gelindiğinde bağımsız bir Osmanlı devletinden geriye yalnızca ismi kalmıştır.

Peki bu metin Osmanlı Devleti'nce imzalanmış mıdır?

Bu sorunun yanıtı, evettir.

Antlaşma, Osmanlı'nın da aralarında bulunduğu taraf devletlerce 10 Ağustos 1920'de imzalanmıştır. Antlaşmayı imzalayan Osmanlı delegasyonu, Şura-yı Devlet Başkanı Rıza Tevfik Bey, Bern Sefiri Reşad Halis Bey ve Maarif Nazırı Hadi Paşa'dan oluşmaktadır. (Sevr konusundaki bir galat-ı meşhur, antlaşmayı Damat Ferit'in imzaladığı şeklindedir. Damat Ferit, imzalayanlar arasında yoktur. Ancak Damat Ferit, "İngilizler beni pek sever" diyerek Paris Barış Konferansı'na katılmış ve ardından şamar oğlanı olarak Konferans'tan ayrılmıştır.)

Tabii, bu üçlü kafasına göre Paris'e oradan da Sèvres'e (Sevr) gitmemiş, hazır Sevr'e gitmişken buradaki porselen fabrikasında bir antlaşma imzalanacakmış "hadi, imzalayalım" dememişlerdir.

Antlaşmanın imza edilmesinin evveliyatı mevcut.

Tasarı, 11 Mayıs 1920'de müttefiklerce Osmanlı Devleti'ne tebliğ edilmiştir. Herhangi bir müzakere süreci olmamıştır. Osmanlı Hariciyesi, tebliğ edilen bu metin üzerinde bir buçuk ay boyunca (!) çalışmış ve 25 Haziran 1920 tarihinde İtilaf Devletleri'ne sert sayılabilecek bir yanıt vermiştir. Bu yanıta yine Meray ve Olcay'ın ilgili çalışmalarından ve Baskın Oran'ın "Lozan'ın Öncülü bir Onur Anıtı" başlıklı tebliğinden ulaşılabilir. Burada hemen belirtmek gerekir ki Oran'ın 1997 tarihli tebliği, "dönemin ruhuna uygun" bir tonda kaleme alınmış ve başlığından da anlaşılacağı gibi tebliğde Osmanlı Hariciyesi'nin bu adımı bir hayli abartılmıştır. Oysa Meray ve Olcay bu metni onurlu bir başkaldırmadan ziyade "eziklik duygularının gölgelediği bir yakarış" olarak niteler.

Burada, Hariciye Nezareti tarafından verilecek yanıtın sınırları olduğunu kabul etmekle birlikte, 1920 Haziranı'nda Anadolu'da çoktan bir ulusal direnişin başladığını hatta bir ikili iktidar durumunun ortaya çıktığını hatırlatmak gerekir. Zira 16 Mart 1920'de İstanbul'un işgalinin ve Meclis-i Mebusan'ın yeniden dağıtılmasının ardından 23 Nisan 1920'de Ankara'da Büyük Millet Meclisi (BMM) ilan edilmiş ve Ankara Hükümeti, 16 Mart'tan itibaren İstanbul'un aldığı herhangi bir kararın kendilerini bağlamadığını ilan etmiştir. Mahmut Goloğlu değişik bir açıdan bakarak, Ankara'da kurulan ve hala saltanatı koruma amacını taşıdığını söyleyen Meclis'le birlikte "Üçüncü Meşrutiyet"in ilan edildiğini söyler.

İtilaf devletlerine gönderilen yanıt ne Anadolu'daki direnişi ne de Mebusan Meclisi tarafından kabul edilen, bizim birazdan ele alacağımız Misak-ı Milli'yi esas alan bir metindir. Pazarlık esaslıdır. Tonu ne yönde olursa olsun, işbirlikçi karakterdedir. Oran'ın "onur anıtı" yakıştırması ve Lozan'la yaptığı mukayese en hafif tabirle abartılıdır. Şartların çok ağır olduğunu belirten bu metne, İtilaf Devletleri bir ultimatomla karşılık verir. 16 Haziran tarihli ultimatom nettir: Ya Sevr'i imzalarsınız ya topyekün işgale girişiriz.

Mütareke basınının mümtaz ismi, "yandaş"ların ecdadı Ali Kemal, Peyam-ı Sabah'ta yazdığı "Lanet! Lanet! Lanet!" başlıklı yazıda Sevr'in kabulünden başka seçenek olmadığını belirtmektedir. En gerçekçi seçenek Sevr'dir. Aynı günlerde Damat Ferit de İngiliz gazetecilere verdiği demeçte Osmanlı'nın iyi niyetine karşı yapılan dayatmaların sertliğine teessüf etmektedir. Tabii bir yandan da hükümet "kan dökülmesi taraftarı olmadığını" da yine basında sıklıkla vurgulamaktadır.

Buna mukabil, 22 Temmuz 1920'de Şura-yı Saltanat toplandı. Şura-yı Saltanat, olağanüstü durumlarda devlet ileri gelenleriyle ulemânın katıldığı, padişahın huzurunda yapılan toplantılara verilen isimdir. Meclis dağıtılmış durumda olduğu için Vahdettin, antlaşmayı 45 kişilik Şura-yı Saltanat'ın görüşüne sunmuş; şura da antlaşmayı Rıza Paşa'nın çekimser oyu dışında "zayıf bir mevcudiyeti, mahva tercih" gerekçesiyle onaylamıştır. "Gazeteci" Ali Kemal'in defalarca uyardığı tehdit hayata geçmemiş, Ankara taraftarları Şura-yı Saltanat'a sızamamış, Sevr kazasız belasız onaylanmıştır.

Şura esnasında, Ankara'nın Sevr'i tanımaması durumunda ne olacağı sorusu üzerine Damat Ferit şu yanıtı verir:

Hep birden elbirliğiyle çalışarak Anadolu’da isyanı bastıralım ve hem de cenab-ı hakdan ümid ederim ki basdırırız. Hiç değilse, böyle bir ümid kapısı açık bulunur.

Bir kaç kez sadrazamlığa getirilen Damat Ferit'in sadrazam olarak atanma gerekçelerinden biri zaten resmi olarak belirtildiği üzere budur: "milliyet namı altında ika edilen iğtişaşatı” (milliyet adı altında yaratılan anarşiyi) önlemek.  

Şura-yı Saltanat'tan önce ve sonra yapılan tartışamaları takip edenler bugün bazılarının Cihan Harbi sonrasında dahi cihan imparatorluğu sandığı devletin nasıl lime lime olduğunu açıklıkla görür. Cenab Şehabettin, şuranın toplanmasını "lüzumu belki var, faidesi hiç şüphesiz olmayacaktır" diye tanımlamış ve eklemiştir: "Bugünkü zavallı memleketin gerdüne-i mukaddderatı hûrde-hâş olmuştur..." (*)

Velhasıl, yukarıda fotoğraflarını da paylaştığımız kişiler, üç ahbap çavuş olarak Sevr'e gitmemiştir. Bir devlet politikası olarak yollanmıştır. "Anadolu'daki isyanı" bastırmak karşılığında şartların belki ileride yumuşatılabileceği umuduyla Sevr'i imzalamak ve memleketin anahtarını teslim etmek üzere. Padişah'ın bilgisi ve onayı dahilinde…

Sevr, 10 Ağustos'ta imzalanmıştır. 17 Ağustos'ta Kazım Karabekir, Meclis'e şöyle bir önerge sunar:

Vatansız, vicdansız, üç serserinin, yine kendileri gibi millet ve vatan ile alâkası olmıyan bir kaç kişi namına barış anlaşmasını imza ettiklerini ajansta gördük. Milli Mücadelemizde daha büyük bir azim ve imanla devama karar verdiğimizi arz ederim, İstanbul'da teşekkülünü evvelce duyduğumuz Saltanat Şurasında Türkiye'nin varlığını söndüren bu zalim anlaşmanın imza edilmesine karar ve oy veren, isimleri malûm şahısların ve anlaşmayı imza edenlerin vatana ihanet ile ittiham olunmasını ve haklarında gıyabi hüküm verilmesini, bu vatansızların isimlerinin her yerde lanetle anılmasının ilân ve tamim olunmasını arz ve teklif eylerim.

7 Ekim 1920'de kurulan Ankara İstiklal Mahkemesi 1 no'lu karar olarak Sevr'i imzalayan üç kişiyi ve Damat Ferit'i gıyaplarında yargılayarak idama mahkum eder (Belirtmek gerekir ki Kuva-yi Milliye'nin önde gelen isimleri hakkında da Nisan ayında bir Hatt-ı Hümayun yayımlanmış, ardından Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi bu isimlerin idamı için fetva vermiştir. 2 ve 11 Nisan tarihli Takvim-i Vekâyi'ye bakılabilir.).

Meclis'teki tepkilerin ne derece sert olduğunu isteyen daha önce de belirttiğimiz gibi herkese açık olan zabıt ceridelerinden okuyabilir.

Bugün cümle gericinin "ama padişah imzalamadı" diye hukuk cambazlığı limanına sığınsalar da durum apaçık ortadadır. Peki Şura-yı Saltanat ve Sevr'in imzalanmasının ardından antlaşmanın uygulanmasına dönük adım atılmış mıdır?

İstanbul Hükümeti, Şura'yı Saltanat'ın hemen ertesinde bir komisyon teşkil ederek bu antlaşmanın ne şekilde uygulanacağını belirlemek üzere Sadaret Müsteşarı Cemal Bey'in başkanlığında bir komisyon oluşturdu. Komisyon, henüz antlaşma imzalanmadan, hangi nezarete hangi görevin düştüğünü belirlemekle görevliydi. Buna mukabil her nezarette bir alt komisyonun kurulması kararı alındı. Bu komisyonlar da etüt çalışmalarına derhal başladılar. Devlet darmadağın olduğundan ötürü bu komisyonlar kısa zamanda kadük oldu.

Bu esnada, Ali Kemal'in Peyam-ı Sabah'taki "antlaşmayı uygulamak yetmez, acilen Anadolu'daki isyanı da bastırmak gerekir, yoksa başımıza iş açılacak" yollu utanç vesikası yazıları pek çok kaynakta mevcuttur.

Antlaşmanın uygulanması konusunda ısrarcı hükümet yeni çareler düşünmeye başladı. Harbiye Nazırı Ziya Paşa, Tatbikat-ı Sulhiye Komisyonu (Barışın Uygulanması Komisyonu) kurulmasını önerdi ve komisyonun çalışmasını düzenleyecek bir yönerge hazırladı. 28 Kasım'da Meclis-i Vükela bu teklifi ve yönergeyi onayladı. Ancak bu komisyon da bir türlü hayata geçirilemedi. Antlaşmanın hayata geçirilememesinin sebebi fiilen Osmanlı Devleti'nin dağılmış ve bunu tatbik edecek otorite ve organizasyona dahi sahip olmamasıdır. Bu nedenle, antlaşma İtilaf devletlerince hukuken değil fiilen hayata geçirilmeye başlanmıştır. Zaten Yunanistan dışında başka herhangi bir taraf devletin parlamentosundan da onay almamıştır bu antlaşma.

Özetlersek, Sevr'in ölü doğan bir antlaşma olmasında İstanbul'un payına yazılacak en ufak bir durum yoktur. İstanbul bu antlaşmayı imzalamış ve her koşulda bu antlaşmanın tatbikine çalışmıştır. Ancak böyle bir yeteneği yoktur. Antlaşmanın yok hükmünde olmasının nedeni Vahdettin'in antlaşmayı onaylamamış olması değil; Anadolu'daki direnişin Sevr'i reddetmiş olmasıdır. Sevr sürecinin ortaya çıkardığı tek hayırlı sonuç, Anadolu'daki direnişin Osmanlı yasallığından büyük ölçüde kopmuş olmasıdır. Saltanatın sembolük kabulu dışında, Osmanlı yasallığı ile Ankara arasında kurulan tek bağ, Ankara'nın Sevr'i de reddederken ve Sevr'den Lozan'a giderken meşruiyet kaynağı olan Misak-ı Milli'dir.

Bu da bizi bir sonraki sorumuza getiriyor.

(*) Şura-yı Saltanat konusunda daha detaylı bilgi edinmek için İbnülemin'in Son Sadrazamlar çalışmasının son cildine, Tayyib Gökbilgin'in Milli Mücadele Başlarken isimli kitabına ve Kemal Yakut'un "Müterake Döneminde Yapılan Saltanat Şûrâları" başlıklı makalesine başvurulabilir.

6. Misak-ı Milli nedir?

Gelelim çok tartışılan Misak-ı Milli meselesine.

Önceki günlerde de belirttiğimiz gibi Misak-ı Milli, Anadolu ile İstanbul arasındaki bağlantının tümüyle kopmadığı 1920 başlarında son Osmanlı Meclis-i Mebusan'ı tarafından onaylanan ve dünya kamuoyuna ilan edilen "kırmızı çizgiler"dir. Misak-ı Milli'nin temel çerçevesi Erzurum ve Sivas kongrelerinde çizilmiştir.

Burada yine altının çizilmesi gereken nokta şudur: Misak-ı Milli'nin ilanı bugünlerde yalan yanlış dile getirildiği gibi padişah ve çevresinin inisiyatifiyle değil, Anadolu'daki direnişin basıncıyla gerçekleşmiştir. Zaten bir önceki soruda, Misak-ı Milli'nin ilanı ve ardından yaşanan gelişmelerle birlikte İstanbul'un tavrının ne yönde geliştiğini özetlemeye çalıştık.

Peki Misak-ı Milli'nin ilan edilmesi nasıl gerçekleşti?

Bu konunun kimi detayları hakkında farklı kaynaklar farklı noktaları işaret etseler de, şöyle bir toparlama yapmak mümkün görünüyor:

1918'de Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasının ardından Vahdettin, Aralık ayında Meclis-i Mebusan'ı dağıtır. Yürürlükte olan anayasa gereği 4 ay içinde seçimleri yapma zorunluluğu olmasına rağmen fiili durumdan faydalanarak seçimleri yaptırmayan Vahdettin, memleketi yukarıda andığımız Şura-yı Saltanat eliyle yönetmeye başlar. Bir dizi sadrazam değişikliğinden sonra Ekim 1919'da Anadolu'daki direniş açısından halefi Damat Ferit kadar düşman olmayan Ali Rıza Paşa sadrazam olur. Ekim'in sonlarına doğru Ali Rıza Paşa hükümetinin Bahriye Nazırı Salih Paşa ile Mustafa Kemal Amasya'da buluşur. Bir dizi konu üzerinde anlaşan taraflar, ülkenin kaderine ancak Meclis-i Mebusan'ın karar verebileceğinde ortaklaşmıştır. Bu durumda Amasya'da gündeme gelen en temel sorun şudur: Meclis toplanmalıdır, ama nerede?

Mustafa Kemal ve aslında tüm Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti Meclis'in İstanbul'da toplanmasının işgal nedeniyle sakıncalı olduğu kanaatindeydi. Salih Paşa, Amasya'da bu görüşü kabul etmiş olsa da İstanbul'da padişahın bu yaklaşıma karşı gelmesi nedeniyle, Anadolu'da toplanacak Meclis-i Mebusan fikri suya düşer.

Bunun üzerine Kasım 1919'da Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti'nin (MHC) temsilcileri bir araya gelir ve Meclis'in İstanbul'da toplanması fikrini kabul ederler. Yalnız direnişin önemli isimlerinin, seçilseler dahi İstanbul'a gitmeleri riskli olduğundan MHC'ye yakın vekiller öncelikle kendi aralarında koordinasyon amacıyla Anadolu'da toplanacak ardından İstanbul'a geçeceklerdir. Gayrımüslimlerle Hürriyet ve İtilaf'ın seçimlere katılmaması neticesinde MHC'nin belirleyiciliğinde bir seçim süreci yaşanır. Bu esnada aralarında Mustafa Kemal'in de bulunduğu MHC'nin temsilcileri 27 Aralık'ta Ankara'ya geçerler. Seçilen vekiller de Ankara'ya uğrayıp ardından İstanbul'a geçmekteydiler. Ankara'da Mustafa Kemal'le görüştükten sonra İstanbul'a geçen vekillerin Meclis açılır açılmaz takip etmeleri gereken temel adımlar şunlardı:

1. Meclis'te bir Müdafa-i Hukuk Cemiyeti grubu kurulacaktı.

2. Mustafa Kemal, meclis başkanı seçilecekti.

3. Misak-ı Milli kabul edilecekti.

Misak-ı Milli olarak anılacak metnin bir müsveddesi bir grup vekile verilmiş (kimi kaynaklara göre sadece sözlü olarak iletilmiş), onlar metnin son halini vermişlerdir. Vermişlerdir vermesine ancak bu üç maddelik talimatın ilk iki maddesi hayata geçmez. Bu konuda çeşitli rivayetler varsa da burada konuyu dağıtmamak için değinmiyoruz. Meclis'te kurulan grubun adı MHC değil Felah-ı Vatan (Vatan'ın Kurtuluşu) olmuştur. İkincisi, Mustafa Kemal meclis başkanı seçilmez. Onun yerine FV mensubu dahi olmayan Reşat Hikmet seçime katılan 115 mebusun 65'inin oyunu alarak başkan seçilir. Reşat Hikmet'in ölmesinin ardından 4 Mart'ta Celalettin Arif Bey meclis başkanı olacaktır.

Mustafa Kemal, bu konuda Nutuk'ta adeta ateş püskürür ve talimatları yerine getirmeyenleri "imansız, korkak, cahil, nankör ve kendini beğenmiş" gibi sıfatlarla tanımlar. Grubun adını Nutuk'ta kendi deyişi ile bilerek çift l harfiyle ("bililtizam şeddeli") Fellah-ı Vatan şeklinde yazarak, grubu küçümser. Meclis'in İstanbul dışına taşınması fikri iyiden iyiye ağırlık kazanır.

Meclis içindeki macerasını uzatmadan söyleyecek olursak Misak-ı Milli, 28 Ocak 1920'de tarihinde Meclis'te Ahd-i Milli adıyla kabul edilir. Ancak bu resmi bir oturum değildir. Kaynaklarda bu oturum için gizli oturum denmektedir, ancak Meclis-i Mebusan'da gizli oturum gibi bir usul de yoktur. Ancak uluslararası kamuoyuna ilan edilmesi, İstanbul'daki vekillerin çekingen ve bir nebze ertelemeci görünen davranışları nedeniyle gecikir.

Bugün elimizde olan metnin altında dönemin 121 vekilinin imzaları vardır. 2014'e kadar kayıp olan ve hatta 12 Eylül döneminde SEKA'ya gönderildiği iddia edilen bu belge, 2014 yılında Murat Bardakçı tarafından Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüd Daire Başkanlığı'nın -kısa adıyla ATASE- arşivinde bulunarak, daha doğrusu bu arşivin yetkilileri tarafından belgenin renkli fotoğrafları "tarafına hediye edilerek" yayımlamıştır. En azından bu şekilde duruyulmuştur. Oysa Nejat Kaymaz'ın internet sitesinde aynı belgenin bir fotokopisi daha önce kamuoyuna sunulmuştu. 29 Ocak 1920 tarihli ATASE belgesinde diğer mebuslardan ayrı olarak metnin sonunda Celalettin Arif Bey'in imzası vardır. Celalettin Arif Bey, herhalde, geçici olarak meclis başkanı görevinde olduğundan bu şekidle imzalamıştır. Ancak nedense sadece mebus sıfatını kullanmıştır.

Günümüz Türkçesi ile Misak-ı Milli'nin orijinal hali şöyledir (Daha sonra Ankara'da da kabul edilen hali küçük değişiklikler içermektedir.).

Birinci Madde

Osmanlı Devleti’nin özellikle Arap çoğunluğun yaşadığı ve 30 Ekim 1918 tarihli mütarekenin kabulünde düşman orduları işgali altında kalan kısımlarının geleceğinin, halkının serbestçe beyân edecekleri oylara uygun olarak tayin edilmesi gerekir. Sözü edilen mütareke hattının içinde ve dışında din, ırk ve ülkü birliği bakımlarından birbirlerine bağlı olan, karşılıklı saygı ve fedakârlık duyguları besleyen, ırk ve toplum ilişkileri ile çevrelerinin şartlarına saygı gösteren Osmanlı-İslam çoğunluğunun yerleşmiş bulunduğu kesimlerin tamamı, ister bir eylem ve ister bir hükümle olsun birbirlerinden ayrılamayacak bir bütündür. 

 

İkinci Madde

Halkı özgürlüğe kavuşunca oylarıyla anavatana katılmış olan üç sancak (Kars, Ardahan ve Batum) için gerektiğinde yeniden halkın ser best oylarına müracaatı kabul ederiz. 

 

Üçüncü Madde

Batı Trakya’nın Türkiye ile yapılacak barışa kadar ertelenen hukukî durumunun belirlenmesi işi de, halkının özgürce beyân edeceği oylara uygun şekilde yerine getirilmelidir. 

 

Dördüncü Madde

İslam hilâfeti ile saltanatın merkezi ve Osmanlı hükümetinin başkenti olan İstanbul şehri ile Marmara Denizi’nin güvenliği her türlü saldırıya karşı dokunulmaz olmalıdır. Bu esas mahfuz kalmak şartıyla Ak deniz ve Karadeniz Boğazları’nın dünya ticaretine ve ulaşımına açılması konusunda, bizimle birlikte diğer bütün ilgili devletlerin müteffiken verecekleri karar geçerlidir. 

 

Beşinci Madde

İtilâf Devletleri ile düşmanları ve bazı ortakları arasında yapılan antlaşmaların esasları çerçevesinde, azınlıkların hakları kom şu memleketlerdeki Müslüman ahalinin de aynı haklardan istifade etmeleri ümidi içerisinde tarafımızca benimsenip güvence altına alınacaktır. 

 

Altıncı Madde

Millî ve iktisadî gelişmemizin imkânlarını elde etmek ve işlerin daha çağdaş ve muntazam bir yönetim ile yürütmesini başarabilmek için, her devlet gibi bizim de gelişmemizin şartlarının sağlanmasında tam bir özgürlüğe ve bağımsızlığa kavuşmamız, varlığımızın ve geleceğimizin ana ilkesidir. Bu sebeple siyasî, adlî, malî ve benzeri alanlarda gelişmemizi önleyici sınırlamalara (kapitülasyonlara) karşıyız. Belirlenecek borçlarımızın ödeme şartları da bu ilkelerle çelişmeyecektir. 

28 Ocak 1920.

Metinle ilgili bir dizi sorun vardır. Bunlardan ilkini yukarıda andık. Metnin oriijnali yakın zamana kadar kayıptır, 2011'de SEKA gönderildiği iddia edilmiş, 2014'te aniden keşfedilerek basına "servis" edilmiştir. ATASE, bu önemli belgeyi neden kendisi yayımlamamıştır gibi sorular ortada durmaktadır.

İkincisi, Misak-ı Milli metni, muğlaktır. Mondros Mütarekesi'nin imzalandığı günkü sınırlarını esas almaktadır. Ancak yine de metinde "mütareke hattının içinde ve dışında" denilerek, mesele karmaşıklaştırılmaktadır. Üzerine vekillerin yemin ettikleri Misak-ı Milli neresidir?

Bu haritaya göre, hak iddia edilen noktalar bırakalım bugünkü Suriye ve Irak'ı Lübnan ve Filistin'e kadar uzamaktadır. Müdafa-i Hukuk Cemiyeti bu gösterilen coğrafyaların önemlice bir bölümünde ne örgütlüdür, ne de ilgilenmiştir. Bu tarihten sonra da bugünkü fotoşop akıncılarınınkinden farklı ve daha ciddi olarak çeşitli Misak-ı Milli haritaları çizilmiştir. Bunları yarın ele alacağız ancak tüm haritalar aynı metinden feyz almaktadır. Peki bu nasıl olmaktadır?

Benim kanaatim şudur: Misak-ı Milli, er ya da geç, İtilaf Devletleri ile oturulacak masada dönemin koşullarına göre müzakerelere başlanacak en geniş sınırları göstermektedir. Bir alternatif barış antlaşmasıdır. Aynı zamanda uğruna savaşılacak bir somutluğa işaret etmektedir.

Ancak sınırların nerede başlayıp nerede biteceğini esas belirleyen yeni oluşmakta olan siyasi yapının gücü, giriştiği mücadelede elde ettiği mevziler olacaktır. Bu da bizi Lozan'da çizilen sınırlara, Misak-ı Milli'nin "son haline" getirmektedir.

Yarın buradan devam edeceğiz ve Musul meselesine uzanacağız.