TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan: Erdoğan’ın Atatürk dönüşü gülünecek bir gelişme değildir

Tayyip Erdoğan'ın ve AKP'lilerin birdenbire Mustafa Kemal'i keşfetmeleri, 10 Kasım nedeniyle mesajlar verip Anıtkabir'e gitmeleri geçen haftaya damgasını vurdu. Erdoğan'ın bu manevrasını TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan'la konuştuk...

Haber Merkezi

Tayyip Erdoğan'ın ve AKP'lilerin birdenbire Mustafa Kemal'i keşfetmeleri, 10 Kasım nedeniyle mesajlar verip Anıtkabir'e gitmeleri geçen haftaya damgasını vurdu.

Erdoğan'ın bu manevrasını TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan'la konuştuk... 

Erdoğan’ın Atatürk dönüşü geçen haftanın önemli gündem maddelerinden oldu. Bu dönüş genel bir stratejinin parçası mı ve başarılı olma şansı var mı sizce?

Erdoğan’ın davranışlarının iki boyutu olduğunu ısrarla söylüyoruz. Bunlardan ilki emperyalist sistemdeki iç çelişkiler ve farklı eksenler arasındaki sert çatışmada pozisyon alma, bu çelişkilerden yararlanarak yeni açılımlar geliştirmek isteyen Türkiye’nin patron kesimlerinin arayışlarına hitap etmekle ilgili. Buna bir strateji diyemiyoruz, çok tutarsız ve gündelik. Diğeri ise bununla paralel yürüyor. Erdoğan’ın bütün hamleleri aynı zamanda kendi kişisel kurtuluşu ile ilgili ve bu doğrultuda her şeyi ama her şeyi yapabileceğini göstermiş durumda. Karşısında duran ve bir türlü direncini kıramadığı toplumsal blokun gevşemesini sağlamak istiyor. Mustafa Kemal gerçekliğinin, söz konusu toplumsal kesimlerin önemli bölümü açısından bir tutkal olduğu açık. Erdoğan bu tutkalın etkisini azaltmak, gevşetmek gibi bir saikle hareket ediyor.

Peki herkesin “yuh artık” dediği bir manevra inandırıcı ya da etkili olabilir mi?

Bu soruya erken yanıt verebileceğimiz bir ülkede yaşamıyoruz. Her şeyden önce Erdoğan ne yaparsa yapsın, kendisinin peşinden giden bir toplumsal kesim yarattı. Demokratı, liberali, çözümcüyü, militaristi, milliyetçiyi, batıcıyı, Avrasyacıyı kendi dinci kimliğinin yanına iliştirdi ve kimse “Reis bu ne iş” diye sormuyor. Bu bir meydan okumadır, büyük bir özgüvendir. Ama bir şeyi daha göstermektedir, Erdoğan’ın bütün bunlar olurken iki sabiti olmuştur: Dincidir ve her zaman komünizm düşmanıdır. Her zaman... Çok sıkışırsa dincilikten de vazgeçmeye kalkabilir ama o kadarını beceremez. Komünizme ise her zaman düşmandır.

Özetle Erdoğan’ın girdiği her kılığı kendi tabanına benimsettiğini ve bunun da bir güç gösterisi olduğunu söylüyorsunuz. Ancak Erdoğan’ın herhalde asıl amacı kendi tabanı dışındaki kesimler…

Bakın eğer sadece ve sadece seçim aritmetiği açısından bakılırsa meseleye büyük hata yapılır. Erdoğan’ın Atatürk’ü keşfetmesi, karşısındaki blokun zayıf noktasını görmesiyle ilgili, dolayısıyla bu manevranın sandık dışında da kendisi üzerindeki “mahalle baskısı”nı hafifleteceğini düşünmüş olabilir. “Yeni Türkiye” diye sürekli böbürlenen bu ekip, Cumhuriyet’i yıktı yıkmasına ama yerine istediklerini kuramamanın paniğini yaşıyor.

Burada başarılı olabileceğini düşünüyorsunuz?

Olur demiyorum, olabilir. Çünkü Erdoğan, karşısındaki blokun bütünlüğünün olmadığını ve zayıf noktalarını iyi biliyor. Bu anlamda Erdoğan’ın Atatürk manevrası gülünecek bir gelişme değildir.

Nedir bu zayıf nokta?

Erdoğan karşıtlığının zayıf noktası, Erdoğan’ı Erdoğan yapan sermaye sınıfından kopulamamış olmasıdır. Çok geniş bir toplumsal kesimin öfkesi patron sınıfımız eliyle yumuşatılıyor, şekilsizleştiriliyor ve zayıflatılıyor. Bu toplumsal kesimlerle patron sınıfı arasındaki köprüleri de düzen partileri kuruyor. Erdoğan’ın bu kadar kolay kıyafet değiştirebilmesinin nedeni, düzen sınırları içindeki siyasetin öz itibariyle hep aynı olmasıdır. Ve bu nedenle sürekli kıyafet değiştiren yalnızca Erdoğan değildir. Onu bu nedenle eleştirenler, kimi “solcu” geçinenler dahil, kendilerine baksınlar. 20 yılda her kılığa giren, sessiz sedasız konum değiştiren ve hiçbir şey olmamış gibi insan içine çıkan bir sürü siyasetçi var.

Şimdi de Atatürkçülük çıkışı yalnızca Erdoğan’la sınırlı gözükmüyor, büyük holdingler peşi sıra açıklama yapıyor, düne kadar Cumhuriyetin kazanımları ya da Mustafa Kemal’in tarihsel değeri lafını duyduklarında “milliyetçi” damgası yapıştıran kimi liberal solcular bile Mustafa Kemal’e saygıdan söz etmeye başladı. Bu nedir?

Bu durumun tek bir açıklaması yok. Bir kere şunu unutmayalım, Haziran Direnişi sırasında da görüldü, çok büyük bir bölümü örgütsüz olan milyonlarca kişi, gerici ve otoriter bir iktidara karşı dururken, belli sembollerden güç aldı; Mustafa Kemal bunlardan biriydi. Çok gerçek bir ihtiyaçtı bu. AKP iktidarının yenilmezliği ve çok güçlü olduğu algısı karşısında, insanların tutunduğu bir olgu. Bununla kimse baş edemedi, Erdoğan da artık edemiyor. TKP yıllar önce sol adına bunu sorun etmenin, Mustafa Kemal ile kavganın yalnızca sonuçsuzluğunu değil anlamsızlığını da dile getirmişti. Bu aptalca bir sıkışmadır. Şimdi bu sıkışmadan tüymek isteyenlerin olması son derece anlaşılır ancak bu düzenin sınırlarının dışına çıkmadan bir sıkışmadan başka bir sıkışmanın içine düşülür.

Peki Atatürk’ün Türkiye’deki tüm siyasi güçlerin, tüm toplumun ortak paydası haline gelmesinin ne gibi sonuçları olabilir?

“Ortak payda” TKP açısından alerjik bir yan taşır. Bakın bu toplum gerçekte bölünmüştür. Sömürenler, sömürülenler vardır; emek hırsızları ve emekçiler vardır. Bunların ortak paydasının olmasını istemiyoruz. Tersine bu bölünmüşlüğün siyaset sahnesine yansımasını istiyoruz. Çünkü sömürenle sömürülenin ortak paydası demek, bugünkü sömürünün sürmesi, insanlar arası eşitsizliğin kabullenilmesi demek. Her yıl yüz milyonlar mertebesinde kâr edenlerle ayda bin beşyüz, iki bin liraya yaşama tutunmaya çalışanların ortak paydası ne demek oluyor! Buna ek olarak bu ülkenin yobazıyla aydınlanmacısı, faşistiyle devrimcisi, NATO’cusuyla yurtseveri arasında ortak payda hiç de iyi fikir değil!

Burada Atatürkçülüğün de bu şekilde kullanılacağını mı düşünüyorsunuz?

Yıllarca böyle kullanıldı. Bakın, Mustafa Kemal’in çıkış noktasında da benzer bir durum var. “Bizde toplumsal sınıflar mevcut değil” önermesi o günkü Türkiye gerçekliği göz önüne alındığında bile gerçekliği yansıtmaz. Savaş yorgunu Anadolu coğrafyasında belki endüstriyel anlamda patron sayısı çok azdı ama ticaret burjuvazisi ile büyük toprak sahiplerinin işçiler ve yoksul köylülerle aynı çıkarlara sahip olduğunu kimse söyleyemez. Türkiye’nin ulusal kurtuluş mücadelesi, genç Türk burjuvazisinin yoksul halk kesimlerini kendisine bağlaması ile gerçekleşmiştir. Ancak burjuva devrimleri zaten böyledir ve bu nitelikleri onların tarihsel değerini azaltmaz. Burjuva devrimlerinin çelişkili karakter taşımaları, bir yandan tarihin çarkını ileri doğru döndürürken bir yandan da aşılması gereken bir toplumsal sistemin önünü açmaları şaşırılacak bir durum değildir. Ne mutlu ki, bunu kavrayacak, bu durumu tarihsel anlamda yerli yerine oturtacak bir dünya görüşümüz var.

Başka türlüsü yaşanamaz mıydı?

Yaşanabilirdi. Ancak burada farklı alternatifleri masaya yatırıp aritmetik bir ölçüm yapma şansımız yok. 1920’lerin başında Türkiye’de sosyalist anlamda bir kopuş mümkün müydü sorusuna çok yönlü bir yanıt verilebilir. Mümkündü elbette. Ancak bunun altını doldurmaya giriştiğinizde, yani mümkün olmasını sağlayacak faktörleri alt alta eklediğinizde zorlukları görüyorsunuz. Türkiye’de o dönemde sosyalizm seçeneğini ortaya atmak hem meşru hem de komünist hareket açısından zorunluydu. Bununla birlikte zaman sıkıştırıyordu, Anadolu’da bambaşka bir perspektifle bir direniş başlamıştı, Türkiye işçi sınıfı çok zayıf ve örgütsüzdü, sosyalist ideolojinin hızlı prestij kazanması derinlikli ve sağlıklı bir mecrada değil yüzeysel ve zaman zaman çarpık bir zeminde gerçekleşiyordu, dahası ilk sosyalist devlet olan Sovyet Rusya’nın yöneticileri Anadolu’da sosyalist seçeneği pek gerçekçi bulmuyorlardı. “Mustafa Kemal bu yolu seçseydi” türünden bir akıl yürütme ise saçmalıktır. Mustafa Kemal Anadolu’daki direnişi çürümekte olan Osmanlı bürokrasisini başkalaştırarak, oradan gelen kadrolarla örgütlemiş ve bir noktada bunu Osmanlı’dan kopuşa taşımıştır. Mustafa Kemal’i sosyalizmden uzak tutan koşullar değil, kendi siyasal ve ideolojik yönelimleridir. Ancak bunu tartışmak anlamsızdır. Mustafa Kemal devrim ve karşı devrim cepheleşmesinde devrim cephesindedir. Bu uluslararası düzlemde böyledir, bizim coğrafyamız açısından da böyledir. Bu gerçeği kimse değiştiremez.

Ama dönemin daha ileri bir konumlanışı içinde olan komünistlerin kanlı tasfiyesi ile bu devrimci pozisyon çelişmiyor mu?

Burjuva devrimlerinin kendi içinde bir çelişkiyi barındırdığını söylemiştik. Aklar ve karalar şeklinde bir dünya yoktur, bazen dünyayı aklar karalar şeklinde keskin bölmelerle tasvir etmek faydalı olsa da… 1920’lerde Anadolu coğrafyasında tarihsel bağlamda asıl kavganın emek ile sermaye arasında ya da Kemalistlerle komünistler arasında olduğunu söyleyebilecek kimse var mı? Biz 1921 Ocak ayını, Mustafa Suphi ve arkadaşlarının katledilişini asla unutmayacağız. Ancak işbirlikçileri, saray dalkavuklarını, yobazları, hilafet yanlılarını, Cumhuriyet fikri karşısında dehşete düşenleri ve bunlara karşı verilen mücadeleyi de unutmayacağız. Bakın komünist şair Nâzım, ikisini de dizelere dökerken kıyafet değiştirmemekte, takiyye yapmamaktadır. 15’ler için yazdığı öfke dolu şiirler de gerçektir, “sarışın bir kurda benziyordu; Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı” demesi de… Tarih bilinci böyle bir şeydir. Yıllardır aynı şeyi söylüyoruz, aynı yaklaşımı sergiliyoruz.

Bugüne gelirsek ne söyleyebilirsiniz?

Türkiye Komünist Partisi bugün emek ile sermaye arasındaki çelişkileri örten, sosyalizm mücadelesini barış ya da demokrasi ya da özgürlükler ya da sözde bağımsızlık adına öteleyen her girişime karşıdır. Türkiye’de Cumhuriyet’in kurulması, kemalist dönüşümler, bunların tarihsel değerini savunmaya, vurgulamaya, bu dönüşümlerin liderine saygı duymaya devam edeceğiz ama hiçbir zaman Türkiye’nin ikinci bir ulusal kurtuluş savaşı vermesi gerektiğine ilişkin özünde liberal bir zemine yaslanan, Türkiye’nin sermaye sınıfının tahakkümüne onay veren bir bulamacın parçası olmayacağız. Bu anlamda herkes Atatürkçü kesilebilir, biz TKP olarak bunu yapmayız.

“Ulusal kurtuluş” emperyalizme karşı bir direniş ya da gericiliğe karşı dik duruş anlamına gelmez mi?

Emperyalizme karşı direniş, sınıfsal bir içerik taşımak zorunda. Mutlak olarak. Koçlarla, Sabancılarla, diğerleriyle ya da bir boyacı şirketle hesaplaşmadan, daha açığı emekçi halkın sömürü zincirinden kurtuluşunu açık bir hedef haline getirmeden emperyalizmle mücadele adına yel değirmenleri ile boğuşursunuz. Bugün ABD karşıtlığının içinin boşalmasının nedeni budur. Erdoğan da bu belirsizlikten yararlanıyor. ABD emperyalist sistemin tepesinde duruyor ama emperyalist sistem ABD’den ibaret değil. Sistem içinde muazzam bir hareketlenme var. Türkiye kapitalizmi de bu hareketlenme içinde kendi ölçülerinde önemli bir aktör. Unutmayalım, Fethullah Gülen’i de Erdoğan’ı da yaratan bu aktörün yayılma-büyüme hırsıdır. Patronlarımız içinde ABD’ye daha yakın olanlar vardır, daha Almancı olanlar da, yüzünü Avrasya’ya dönenler de… Bu tercihler değişebilir, aslolan kârdır, aslolan bu düzenin sürmesidir. Gerçekte emekçi halkın bu sınıf ile bir bütün olarak çıkar çatışması vardır. TKP bu çatışmada emekçi halkın sesi ve örgütü olmak için kurulmuştur, sahte bağımsızlıkçı projelerin parçası olup şu ya da bu sermaye kesimine hizmet etmek için değil. Bu nedenle samimi bir biçimde ABD emperyalizmine, NATO’ya öfke duyanları, bir tuzağa karşı uyarmak TKP’nin yükümlülüğüdür. İyi emperyalist, tercih edilir tekelci sermaye  yoktur; onların egemen olduğu bir ekonomik-siyasal sistemde “ulusal kurtuluş mümkün” demek kendi bacağına sıkmaktır. Vuralım tekmeyi bu köhne sömürü düzeninin temellerine, bakın Türkiye nasıl egemen, nasıl bağımsız oluyor.