'Silivri’de ölüm bacaları istemiyoruz' da, neye karşıyız?

Ekolojik/Çevresel sorunlar, “katmerli” bir sınıf sömürüsünün devamıdır. Emek-Sermaye çelişkisini her aşamasında başka biçimleriyle taşımaktadır. O halde; çevre savunması yada ekolojik mücadele olarak tanımlanan toplumsal mücadeleler açıkça bir sınıf mücadelesi haline getirilmelidir.

Hakan Aydın

Mustafa Cumhur Ersümer, “Barajlar, enerji santralleri, doğalgaz çevrim santrallerinin ihalelerini yaptık. Diğer yandan; ABD, Kanada ve Fransa ile Türkiye’nin hidrolik kaynaklarının devreye alınmasına yönelik anlaşmalar yaptık. Hazırlıklarımız sürüyor” (23.06.1999 – Evrensel) dediğinde, yerli ve yabancı sermaye gruplarının yatırımlarına yönelik işaret fişeği atılmıştı.

Ardından, 13.08.1999 tarihinde TC Anayasası’nın 47, 125 ve 155. Maddeleri yeniden düzenlendi. Bu düzenlemeye bağlı olarak 21.06.2001 tarihinde 4686 sayılı Milletlerarası Tahkim Kanunu kabul edildi. 05.07.2001 tarihinde 24453 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi. Bu yasa ile birlikte, özelleştirme kavramı anayasal bir statüye kavuştu. Kamu yatırım anlaşmaları ve bu anlaşmalardan kaynaklanan uyuşmazlıklarda Danıştay denetimi yerine uluslar arası kurumların (ICC, LCIA, AAA, Chartered Institute of Arbitrators) denetimleri yasalaştırıldı.

2002 seçimleri ile iktidara gelen AKP’ye ise Enerji yasalarını genişletmek ve olabildiğince piyasalaştırmak kalmıştı. AKP iktidarda olduğu süre boyunca, mevcut yasaları geliştirdi ve Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu’nu da kurarak Enerji’nin artık bir piyasa malı olduğunu ilan etti. Ulusal ve uluslar arası sermayenin işbirliği ile geliştirilen destek iktidarlara enerjinin piyasalaştırılması gücünü verdi. “Türkiye enerji darboğazındadır”, “Türkiye’nin enerji kaynakları geliştirilmelidir”, “Türkiye dünyanın enerji köprüsü olacak” gibi reklam sloganları ile sermaye şirketleri, Ekim 2016 döneminde elektrik üretimindeki payı’nı % 84,97'ye ulaştırdı. 

Çanakkale’li bir Hukukçu, Mustafa Cumhur Ersümer’in fırlattığı işaret fişeği yerini bulmuştu. Artık; sermaye grupları, istediği bölgede, istediği teknolojiyi kullanarak ve güvenlik dahil her türlü desteği iktidarlardan alarak, "enerji yatırım”ı yapabilir duruma gelmişti. 

SERMAYE ŞİRKETLERİNE KARŞI EKOLOJİK MÜCADELE

Enerjinin piyasalaştırılması sürecinde gelişen çevre katliamı ve toplum sağlığı tehdidine karşı ekolojik bir mücadele gelişmeye başlamıştı. Belirli bir merkezde birleşme, dayanışma ya da örgütlenme olanağı bulamayan bu mücadele biçimi, birbirinden bağımsız hareketler topluluğu olarak eksik ve etkisiz kaldı. Aynı zamanda, hangi toplumsal zeminden yükselmesi gerektiğini anlayamadı. Mahkeme kararları istisnalar dışında çevre katliamlarını durduramadı. Bu durumda bile, ekolojik mücadelenin en dikkat çeken yanı, emek hareketleri ile arasına koyduğu mesafeydi.

Çevre politikalarında yaygın olan görüş; ekolojik sorunların "insanlığın ortak sorunu" olduğu ve bu temelde yaklaşılarak çözülebileceği iddiasıdır. Bozulan ve kirlenen bir çevreden tüm insanlar zarar görmekte ve bu durum sınıflar üzeri bir konu kabul edilmekteydi. Hatta, gelişmiş ve az gelişmiş ülke ayrımı bile ortadan kaldırılmalı, sorunun, küresel boyutuyla değerlendirilmesi gerektiği savunulmalıydı. 

Yani; Asgari ücretle çalışan bir işçi ile bir sanayi işletmesi sahibinin, sulama yapmak üzere dereyi kullanan bir köylü ile bir hidroelektrik santrali (HES) yatırımcısının, bunlardan da öte A.B.D. ile Somali’nin yarattığı karşılaştırılabilir çevresel sorunların, çözüm noktasında öneminin olmadığı kabul edilmeliydi!

 Bu tasvir, “kamu” önündeki eşitlik ilkesinden hareket eden, “demokratik” bir kavrayış biçimidir.

Özgün anlamı ile “demokrasi”, bir sınıfsal ilişkinin kağıt üzerine indirgenmiş “eşitlik” ilkesinden doğar. Yani; herkesin iktidar olma ve oy verme hakkı vardır. Yasalarla belirlenmiş bir eşitlik konusudur ve kamu bunun güvencesidir. Bu anlayış, herkesin iktidar olma hakkından, zenginlerin iktidar olma hakkına evrilmiş bir demokrasinin varlığını anlayana kadar, doğrudur. Bu çerçevede, yukarıda belirtilen ekolojik mücadele anlayışı da doğrudur.

Öte yandan; sermaye gruplarının, devlet yönetimi ile seçim süreç ve mekanizmalarına müdahale etme gücü, satın alabildiği uzmanlık bilgisi, kitle iletişim araçları üzerindeki hâkimiyeti açısından yeniden değerlendirilecek bir ”demokrasi” de özgün tanımlamalar ortadan kalkar, kapitalizmin gücü açığa çıkar. Demokrasinin ekonomik ilişkilere müdahale gücü sınırlıdır ve bu ilişkileri düzenleyen temel dürtü ise kapitalist ekonominin bizzat kendisidir. Bu açıdan bakıldığında, demokrasi de çevre sorunlarının bir diğer kaynağı olarak karşımıza çıkar. Ekolojik  sorunların yaratılma sürecinde sorumluluğu olmayanları, sorumlu kılmakla görevlidir. Bu durum, başka bir açıdan, sorumluların saklanmasıdır.

Konunun esası ise; sorumluların tespit edilmesi, onlara karşı mücadele edilmesidir.

ÇEVRE MÜCADELESİ 'DEMOKRASİ' BAŞLIĞINA SIĞMAZ!

Çevre sorunlarının yaratılmasında açık bir eşitsizlik söz konusudur. Ekolojik sorunları yaratanlar ve toplum sağlığını tehdit edenler, ülkenin “enerji üretim ihtiyacı”nı, "sanayi için teşvikli bölgeler gerekir"i ağzından düşürmeyenlerdir. Hükümetlerdir, hükümetlerin programlarını belirleyen sermaye gruplarıdır.

Onlar; toplumsal gelişmenin enerji talebi ürettiğini iddia ederek başlarlar, bu talebinin karşılanması için önce termik santralleri önerirler. Bu santraller Kömür ya da Doğalgaz yakarak elektrik üretmektedir. Yani, bir enerji kaynağı yok edilerek, üretilen bir başka enerji tüketime sürülmektedir. Termik santrali yapan, Kömürü ya da Doğalgazı çıkaran, taşıyan, termik santrali işleten, üretilen elektriği dağıtan yerli veya yabancı tüm şirketler para kazanacaktır, nihai olarak faturayı ise emekçiler ödeyecektir. Sadece parasını mı öderler? Hayır. Bacalardan çıkan dumanlar ve diğer atıklar ile havasını, suyunu ve toprağını da kaybederler ama termik santral yetmez!

Hidroelektrik santrali önerirler. Bu coğrafyanın her yerinde sular boşuna akmaktadır. Boşa akan suyu memleket ekonomisine kazandırmak gerekir. Suyun basıncını artırmak için dereleri boruların içine alacaklardır, tarım alanlarının can suyu çekilecektir. Derelerin  çevresindeki orman alanları kuruyacak, toprak kaymaları ve kayıpları başlayacaktır. Parayı kazananlar da, faturayı ödeyenlerde değişmeyecektir.

Sermaye gücü büyük olanlar Nükleer Santral önerirler. Bu projeleri ancak dünyanın "isimleri belirli" şirketleri yapabilir. Yapar ve işletir. Radyoaktif maddeler (özellikle uranyum) kullanarak elde edilen yüksek ısı sonucu ortaya çıkan, basınçlı su buharı yöntemiyle elektrik üretilir. Su buharının faz değişimini yapabilmek için deniz veya göl gibi büyük su kaynakları soğutucu olarak kullanılmak zorundadır. Açığa çıkan radyasyon, küresel ısınmadan iklim değişikliğine kadar çok geniş bir yelpazade, tüm dünyayı tehdit eder. Bu santrallere ait atıklar toprağı ve havayı çok hızlı kirletir, suyu ise daha elektrik üretilirken kirletmektedir. Sonuç’ta büyük sermaye grupları para kazanır, faturayı emekçiler öder. 

Bu süreçte, emekçinin ödediği faturalar, bu kadarla kalmaz. Enerji üretimininin tüm aşamalarında bedel öderler. Madenlerde toprak altında kalacaklar, doğalgaz sondajlarında yanacaklar, inşaatlarda bloklar yada asansörle birlikte düşecekler. Yaşarlarsa, insanlık dışı şartlarda, sermayeye hizmet etmeye devam edecekler. 

Bir yerleşim yerinin havası, suyu veya toprağı kirlendiğinde, işini, evini, yaşamını bir başka yere taşıyamayacak olanlar emekçilerdir, yoksullardır. Sermaye tarafından üretilen çevre sorunları, enerji üretimiyle sınırlı kalmaksızın, sadece, emekçi ya da insanların geçim kaynaklarını yok etmektedir. Toprak kirlendiğinde çiftçi ve tarım işçisi, deniz kirlendiğinde balıkçılar, hava ve su kirlendiğinde kravatlı veya kravatsız ayrımı olmadan tüm emekçiler, aileleri ve bağlı bulundukları topluluklar tehdit altındadır. Emekçiyi, ya zorunlu göç ya da hastalık ve ölüm beklemektedir. Dünyadaki yoksulların %80’inin gereksinimlerini doğal kaynaklardan karşıladığı bilindiğine göre açlıkta ayrı bir tehdit konusudur. Sonuç olarak; ekolojik ya da çevre sorunları, bütünüyle emekçi insanların yoksullaştırıldığı ve yoksunlaştırıldığı bir süreçtir. 

Bacalardan, borulardan çıkan ya da varillerle çıkartılan, enerji ya da diğer sanayilere ait atıklar sebebiyle, toprağı, suyu, havası kirlenen köylüler ve tarım işçilerini, Dilovası, Çorlu-Ergene Havzası, Çerkezköy, Lüleburgaz ya da Türkiye’nin herhangi bir yerindeki zehir soluyan sanayi işçilerini, plaza çalışanlarını ya da denizi kirletilen balıkçıları  bu sorumluluğa kim ortak edebilir?

Ayrıca sormak gerekir:

Enerji santralleri, tehlikeli atık saklama/depolama alanları, çöp biriktirme imha/bölgeleri, ağır sanayi, kimyevi sanayi vb. merkezlerinin, sadece, emekçi insanların yaşam alanlarını tehdit etmesi, bir tesadüf müdür?

Ekolojik/Çevresel sorunlar, “katmerli” bir sınıf sömürüsünün devamıdır. Emek-sermaye çelişkisini her aşamasında başka biçimleriyle taşımaktadır. O halde; çevre savunması yada ekolojik mücadele olarak tanımlanan toplumsal mücadeleler açıkça bir sınıf mücadelesi haline getirilmelidir. 

'SİLİVRİ'DE ÖLÜM BACALARI İSTEMİYORUZ'

2013 Çevre Plan değişikliğine göre; Marmara Ereğlisi, Şarköy, Malkara, Kıyıköy ve İğne ada Termik Santralleri ile İğneada Nükleer Santrali ' nin yapım kararları alınmıştı. Bu santrallerin bazıları için mahkemeler yürütmeyi durdurma kararı vermişti. Buna rağmen, Vize ve Çerkezköy’de yeni termik santrallerin yapılacağının açıklanması, sermaye gruplarının müdahale gücünü açıkça göstermektedir. Kaldı ki,  Türkiye'nin bir çok yerinde,mahkeme kararlarına rağmen proje imalatlarının devam ettirilmesi, santrallerin üretime geçirilmesi ancak bu güçle mümkün olabilmektedir. Sermayenin bu konudaki yaklaşımının en net örneği, Limak Grubu Başkanı Nihat Özdemir’in Capital Dergisi’ne (Mayıs 2012) verdiği röportajda görülebilir:

“- Soru: Dağıtımda da varsınız. Burada ne kadar aboneniz var?
Enerjide büyük oyuncu olmak için mutlaka dağıtım alanında da olmak gerekiyor. Biz de Cengiz ve Kolin gruplarını yanımıza alarak Türkiye’deki elektrik dağıtım ihalelerinden 2 tanesini satın aldık. Bugün dağıtımda 3 milyonun üzerinde abonemiz var. Sonuçta kısa sürede yaptığımız önemli satın almalarla bugün Türkiye’nin en büyük ilk 10 enerji şirketinden biri olduk. Bu, bizim için çok önemli ve stratejik bir başarı. 

- Soru: Enerjide yeni alanlara girecek misiniz?
Enerjide mutlaka çeşitlilik gerektiğine inanıyorum. Ana hedefimiz kömüre dayalı termik santral ile doğalgaza dayalı termik santraller kurmak. Fırsat bulursak rüzgar ve doğalgaza dayalı santraller de kuracağız. Güneş enerjisine girmek de önümüzdeki dönemde hedeflerimiz arasında. 

- Soru: Enerjiye ne kadar yatırım yapacaksınız?
Enerjide toplam yatırımımız 3 milyar doları bulacak. Bu yatırımları yaparsak ve bundan sonra çıkacak dağıtım ihalelerinden de birkaç bölge alabilirsek Türkiye’de enerji sektöründe çok önemli bir yere geleceğiz. 

- Soru: Şimdi nasıl hayalleriniz var?
Sonuçta Türkiye’nin önünde çok iyi bir 10 yıl görüyorum. Eğer biz de bu tempoda büyümeye devam edersek 2023 yılında 5 milyar dolar ciroya ulaşabiliriz. "

Nihat Özdemir, sermayenin yol haritasını ortaya koymuş: Yukarıdaki projeler uygulanacaktır.

Sermaye bu projeleri yürütürken, Trakya ise yeni bir ekoloji/çevre savunması hayata geçirilmeye çalışılıyor. Trakya genelinde, termik santraller ve yapılan plan değişiklikleri ile ilgili ardı ardına toplantılar ve açıklamalar yapılıyor. Silivri Belediye Başkanı, Silivri Çevre Derneği, Tekirdağ BB Başkanı, Çerkezköy Belediyesi, Kırklareli Kent Konseyi, Greenpeace, Kuzey Ormanları Savunması vb. birçok kurum ve kuruluş bölgeye sahip çıkma iddiası içerisinde yarışıyor.

Önceki ekoloji/çevre mücadelelerinin bir çoğunda olduğu gibi, burada da sorun -hala- doğru tespit edilebilmis değil. Mücadelenin odak noktasına; "Genel olarak termik santralın zararları ve bölgemizde yaratacağı sorunlar ve tahribatlar üzerine görüştük. Bölgemizde bir kömürlü termik santral istemediğimiz konusunda fikir birliğine vardık." açıklaması koyulmuş. Santrallerin neden yapıldıgı, kim tarafindan yapıldığı, sömürünün boyutlari mücadele kapsamında degerlendirilmiyor bile! Bu açıklamanın temel nokta olduğu bir mücadelenin, termik santrallerin yapımı ile sonuçlanacağı gün gibi ortada değil midir?

Yakın geçmişte, Ergene Nehrini öldüren çarpık, plansız ve denetimsiz sanayi, Istrancaların eteklerindeki doğal kaynakları yok eden çimento, altın, çakıl, kum vb. madenciliği önlenebildi mi? Ülkenin pirinç ve ayçiçeği deposu olan, Buğday üretimine hatırı sayılır destek veren Ergene havzasında yaklaşık 2 bin tane sanayi tesisi bulunuyor. Silivri ve Çatalca’daki fabrikalaşmalar da bu süreçlerden bağımsız değildir. Trakya’nın toprakları öldürülüyor, suları çarpık sanayileşme ve plansız yapılaşma uğruna yıllardır kirletiliyor, ki Ergene Nehri artık “çok kirlenmiş sular” grubundadır. Genel kirlenmeye bağlı olarak Trakya, kanser hastalığının artış hızı sıralamasında Türkiye’de liste başına kadar ulaşmış durumdadır.  "Demokratik" çevre mücadelesinin ulaşabileceği son nokta, işte burasıdır?

Çatalca'dan Edirne'ye, tarım emekçilerinin, sanayi işçilerinin ve plaza çalışanlarının yaşam alanlarını, "para kazanmak" hırsıyla talan eden semaye sınıfı ile mücadele edilmeyecekse ne için mücadele ediliyor?

Soru net: "Silivri'de ölüm bacaları istemiyoruz", peki neye karşıyız?