Futbolun Devrimci Çocuğu: Socrates

Socrates, sadece futboldaki yeteneği ile ön plana çıkan bir ‘futbolcu’ olamazdı. Onu yaşama odaklayan, yeni bir toplum ve bir futbol düzeni kurma isteğiydi.  O, futbolun devrimci çocuğuydu…

İsmail Sarp Aykurt

Fidel demişti;

“Futbol, beni irade sahibi bir insan haline getirmesinin yanı sıra keyif, tatmin, savaşma ve mücadele ruhumun da kaynağı oldu”.

Evet, futbolun kimi zamanlar bir mücadele aracına ya da mücadelenin bizzat kendisine dönüştüğü birçok moment oldu. Kimi zamanlarda yoksulluktan kırılan bir halk, stadyumun bir köşesine sıkıştırılmış, elinde tek bir pankart ile küçük bir tribün, aralıksız sömürülen bir ülkenin, katledilen koskoca bir kitlenin tek mutluluk kaynağı ya da yeşil sahalarda sosyalizmi arayan gayretkeş bir futbolcu olarak somutlandı bu mücadele.  Kimi zaman da diktatörlerin elinde bir oyuncağa dönüştü, dönüştürüldü.

Socrates ise sosyalizmi kovalayan futbolcular arasında idi. Belki de en tepesinde mücadelenin.

Hani, her yarışma, organizasyon ya da kimi zaman da bir ulus hikâyeye ihtiyaç duyar ya, Socrates o hikâyeyi mücadeleye tahvil eden isimdi. Bizzat yeni baştan yazan da…

Kendisine seçtiği üç idol vardı. Che, Lennon ve Fidel.

Önemli bir politik figür idi, siyaset ile sporun, ‘futbolun birlikte ne işi olabilir, sen topunu oyna’ diyenlere inat. Sıkı da bir Corinthians taraftarıydı. Hem de ‘Corinthians’ın şampiyon olduğu bir günde ölmek istiyorum’ diyecek kadar.

Taraftarlar için ‘Yüce Sıska Adam’ Magrão idi. ‘Ben’ lafından nefret eden ve kolektif bir kimlik ile yaşamaya özen gösteren, bencil ya da iki yüzlülükten nefret eden bir sporcu idi. Şimdilerde türeyen, kaçak, popüler pazarlama piyasalarına müptela edilmiş ‘futbol starlarına’ benzemiyordu.

Sıra dışı bir tarzı vardı.

Sağ yumruğu havada iken yaptığı gol sevinci ile hafızalara kazınmış bir futbol filozofu idi aynı zamanda. Sadece futbolda değildi tabi, derinlikli bir entelektüel birikimi ve eğitimi de her nerede ise eşlik ediyordu kendisine. Tıptan felsefeye değin uzanan geniş yelpazede bir birikim…

Onu emekçi halkın gözünde eşsiz bir kişilik, bir sembol haline getiren ise emekten yana olan karakteriydi. Ülkedeki diktatörlüğe karşı sürdürdüğü cesur mücadelesi onu ‘Corinthianslı Demokrasisi’ hareketinin yeşil sahalardaki öncüsü haline getirdi. ‘Başkanı seçmek istiyorum’ ya da ‘Haklar Şimdi’ derken, boyun eğmek gibi bir eğilim lügatında bulunmuyordu asla.

Alnına taktığı bant, özgür ve eşitlikçi bir toplum arayışını müjdeliyordu.

Fidel’in ülkesine, sosyalizme, sık sık seyahat etmeyi de alışkanlık haline getirmişti. Kıskançlıkla sahipleniyordu Fidel’in güzel ülkesi Küba’yı, gerçek bir demokrasinin varlığını orda buluyordu kendisine, sosyalist demokrasiyi…

Rahatsızlık duyduğu tek şey, Küba’nın az, eksikli tanınmasıydı. Onun için Küba, kişiliği ile aklının ortaklık ettiği tek toprak parçasıydı…

Oyunculuğunu ve yeteneğini tartışan neredeyse yoktu. Düşünceleri ile yeteneğinin kesiştiği yerdi yeşil futbol sahaları. Para için değil, halkı için oynamayı erdem saydı ve bunun için daha iyi oynadı futbolunu. Aklı da uzundu, en az boyu kadar…

Bir Fransız atasözünün dediği, ‘Altını olan kuralı koyar’ ifadesini, golleriyle yere çaldı, mücadelesi ile çöpe attı adeta. Emekçi halkı onun tek ‘altınıydı’. Ne parası olan, ne de kuralı, parası olan için koyanın onun dünyasında işi olamazdı…

Oğluna Fidel ismi koymasından belli idi hali, tavrı, düşüncesi… “Bir çocuk için fazla ağır bir isim” diyen annesine, ‘Anne bak bana, nasıl bir adam olduğuma…” derken inandıkları ve hayat görüşü kendisini işaret ediyordu. Fidel’e olan o büyük sevgisini de tabi…

Ancak onun için ağır olan başka şeyler vardı, ağrına giden. İdolleri gibi olamamak onu üzerdi ve elbette mücadeleden izole kalmış ‘küçük’ bir yaşam…

O, iyi bir futbolcuydu. Hem de en iyisinden…

Ama en iyisi, Fidel’e kavuşması oldu belki de..

Şimdi, hayatını kaybettiği bir 4 Aralık günü, yeniden aynı yerde, bu defa Fidel ile…

Ve daha yüksek bir sesle bağırıyorlar birlikte, (Direta Já!) “Haklar Şimdi…”