Yeni yüzyılın proletaryası: Çağrı merkezi çalışanları

Gamze Yücesan Özdemir ile yeni kitabı, "İnatçı Köstebek - Çağrı Merkezlerinde Gençlik, Sınıf ve Direniş" üzerine konuştuk.

Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde öğretim üyesi olan Gamze Yücesan-Özdemir, çağrı merkezlerini üçüncü bin yılın fabrikaları olarak nitelendiriyor ve içinden geçtiğimiz dönemin karakteristiği olan yıkıcı emek rejiminin damga vurduğu üretim noktaları ile açıklıyor. Kendisiyle Temmuz ayı sonunda Yordam Kitap'tan çıkan “İnatçı Köstebek-Çağrı Merkezlerinde Gençlik, Sınıf ve Direniş” adlı kitabına ilişkin konuştuk.

Görüşme - Aşkın Süzük

Üçüncü bin yılın fabrikaları olarak nitelendirdiğiniz çağrı merkezlerini içinden geçmekte olduğumuz dönemin karakteristiği olan yıkıcı emek rejiminin damga vurduğu üretim noktaları ve çağrı merkezi çalışanlarını da 21.yüzyılın proleterleri olarak olarak ele almaktasınız. Mekansal-zamansal sabitleme ve üretim noktası kavramlarını açabilir misiniz?

Sizin de belirttiğiniz gibi, çağrı merkezlerini yıkıcı emek rejimleri olarak adlandırırken mekansal-zamansal sabitleme ve üretim noktası kavramlarından yararlanıyorum. İlki üretim noktası. Emek cephesinin yaşadıklarını, deneyimlediklerini araştırmak, anlamlandırmak ve açıklamak için en önemli nokta üretim noktasıdır. Üretim noktası yalnızca ekonomik artının üretildiği yer değil aynı zamanda çalışanların, birbirleriyle ve yönetimle olan toplumsal ilişkilerinin üretildiği yerdir. Dolayısıyla, işçi sınıfının kendisine karşı, yaşama karşı, yaşadığı topluma karşı tavır alışının ve siyasetinin de üretildiği yerdir.

Mekansal-zamansal sabitleme kavramı ise sermayenin mekanda ve zamanda daha karlı coğrafyalara açılımını belirtiyor. Diğer bir deyişle, bu kavram, emeğin ve ürünlerinin mekan ve zaman arasında eşitsiz dağılımının ardındaki dinamiklere vurgu yapıyor. Çağrı merkezleri de yeni iletişim teknolojilerinin verdiği imkanlar sayesinde emeğin ucuz ve örgütsüz olduğu mekana ve zamana yöneliyor. Merkez ülkelerin çevre ülkelere yönelmesi, ya da ulusal sınırlar içinde metropollerden taşra illere yönelme…

Kitabınızda enformasyon yoğun alanlarda, bilgisayar başında ve "şık" koşullarda istihdam edilen emekçilerin "bilgi işçisi" ya da "altın yakalı" olarak tanımlanmasının Marksist sınıf çözümlemesine yönelik bir saldırı olduğunu ve "hissiyat yüklü olma" halinin Marksizmle bağlarını tümüyle koparmış kültürel çalışmaların önemli bir uğrağı olduğunu vurgulamışsınız. Bu tanımlamanın sınıf mücadelesi pratiğindeki sakıncaları nelerdir?

“Bilgi işçisi” ya da “altın yakalı” tanımlamaları esas itibarıyla Marksist sınıf çözümlemesini saf dışı bırakma eğilimlerine işaret ediyor. Marksist sınıf çözümlemesini, Marx’ın kapitalizmi iki temel sınıfa ayırdığı (burjuvazi ve proletarya) ve sanayide üretim yapan “mavi tulumlu, kaslı ve erkek işçileri” proletarya olarak tanımladığı sığlıyla anlamlandıran bu yaklaşım, hizmetler sektörü büyüdüğünde, hep şunu tekrarlıyor: “Maalesef, hayat Marx’ın söylediği kadar kolay değil.” Bu yaklaşım, sınıfın ortaklaşan özelliklerine değil de farklılaşan özelliklerine vurgu yapıyor. Hizmet sektörü çalışanlarının giyimleri farklı, çalıştıkları mekanlar farklı, yedikleri-içtikleri farklı, gittikleri-gezdikleri yerler farklı… Dolayısıyla, bu çalışanları da farklı tanımlamak gerekir. Kapitalizmin artı-değer üretmeyi hedefleyen yapısında işçi sınıfı pekala plazalarda çalışan iyi giyimli, eğitimli ve tüketim alışkanlıkları farklı bir vecheye de bürünebilir. Dolayısıyla, çağrı merkezleri, ağır sömürü koşulları ve çok yönlü güvencesizlik koşulları doğrultusunda yeni yüzyılın fabrikalarıdır. Diyorum ki, çağrı merkezi çalışanları 21. yüzyılın proletaryasıdır.

“Hissiyat” ve/veya “insani” olana vurgu yapma da Marksist sınıf çözümlemesini saf dışı bırakma eğilimlerinden bir diğeri. Marksist tahlillerin “soğuk”, “materialist” ve “kaba” olduğunu iddia etmek ve “insani” olanı görmezden geldiğini vurgulamak. Bu noktada, emek çalışmaları, anlatısal, hissiyat yüklü ve amacı belirsiz yaklaşımlara doğru yönelmektedir. Bu da siyasete kapanma demektir. Oysa ki, emek çalışmaları siyasal eylemin gerçekleşeceği alanın incelenmesidir. Dolayısıyla, kuramsal ve kavramsal netleşme ve siyasi duruş önemlidir.

Çağrı merkezlerinde niteliği denetlemek için sürekli aynı ekranların takip edilmesi, aynı kelimelerin ve cümlelerin tekrarlanması, yasak kelimelerin olması ve çağrı alanların çağrı sırasında denetiminin makineye aktarılmış olmasını "zihnin içine montaj hattı" kurulması olarak tanımlamışsınız. Duygulanımsal emeğin bu denli vasıfsızlaştırıldığı koşullarda çağrı merkezi çalışanlarının yaşadığı yabancılaşma ya da sizin ifadenizle "irade güvencesizliği" nasıl aşılabilir?

Zihinsel ve duygulanımsal emeğin ciddi bir vasıfsızlaşma tehdidi altında olduğu kesindir. Bu vasıfsızlaşmanın çağrı merkezi çalışanlarında yarattığı yabancılaşma ya da irade güvencesizliği ise işyerine ve gündelik hayata sinmiş bireysel ve kolektif direniş ile aşınabilir ve/veya aşınmaktadır. Sınıf mücadelesinin ve sınıf bilincinin, hayatın her anı/alanı içinde sürekli üretildiğini tekrar vurgulamak isterim. Dolayısıyla, yabancılaşma, sınıf mücadelesi hayatın kendisi olduğu sürece bireysel ve kolektif direniş imkanları ve imkansızlıkları ile aşınacaktır.

Sermayenin taşraya yönelik ilgisinde örgütlenme geçmişi olmayan işgücü tercihinin ağır bastığını ve sendikal mücadele bakımından "geçmişi temiz" kentlerin sermayenin beklentileriyle doğal bir uyum içerisinde olduğunu belirtmektesiniz. Alan çalışmanız sırasında bir emekçi bu durumu" işe alınırken mücadeleyi bitiriyorlar" biçiminde tanımlamış. Sizin saptamanızdan yola çıkarsak sendikalar bu durum karşısında nasıl bir "karşı hegemonya mücadelesi geliştirebilir?"

Taşra zor ve taşrada karşı hegemonyası mücadelesi de zor… Karşı hegemonya mücadelesinin nasıl geliştirebileceği konusunda ise sanırım birlikte düşünmek ve siyaset geliştirmek gerekiyor. Ancak tartışmaya başlangıç için şu saptamaları yapabilirim. Taşra illerine gittiğimizde, biz, “çok çalıştırılıyorsunuz” dedik, onlar, “eski işimde çalıştığımın neredeyse yarısı kadar çalışıyordum” ya da “en azından çalışıyorum” dediler. Biz “az kazanıyorsunuz” dedik, onlar, “bu şehirde en yüksek ücreti veren yerde çalışıyorum” ya da “sabahtan akşama kadar çalışıp 300-400 lira alanlar var, bunun iki mislini kazanıyorum” dediler. Biz, “yoğun ve zor şartlarda çalışıyorsuz” dedik, onlar “bir önceki işimizi görseydiniz, şimdi en azından bir ortamımız var” dediler. Taşrada geç kapitalistleşme olgusu, diğer bir deyişle, kapitalist üretim ilişkilerinin yerleşmemiş olması, taşrada emek ve sınıf ile ilgili tüm soruları ve sorunları farklı kılıyor.

Çağrı merkezi sektörü "tehlikeli meslek" kategorisine alınmış durumda. "Kabloların yettiği yere kadar yürüyebilen" çağrı merkezi çalışanları için "günışığı hakkı"nın öncelikli talep olması gerektiğini belirtmişsiniz. Sağlık emek ve meslek örgütleri çağrı merkezi çalışanlarının sağlığı ve güvenliği için neler yapabilir?

Çağrı merkezinde çalışmak, hem fiziksel hem de psikolojik olarak ağır yaralar açıyor ve sınıfın açık yaraları ortaya çıkıyor. Bu yaraları onarıcı çabaları ise üç başlıkta toplayabiliriz sanırım. İlki, çalışma ortamının toplumsal koşullarının iyileştirilmesi. İş yükünün ve denetimin azaltılması konuları üzerinde öneriler oluşturabilir. İkincisi, çalışma ortamının iklim koşullarının iyileştirilmesi. Işıklandırma, sıcaklık ve havalandırma koşullarında iyileştirmeler. Son olarak ise çalışma ortamının ergonomik koşullarının, kulaklık, klavye, sandalye gibi, iyileştirilmesi.

Bu iyileştirme önerileri ile birlikte tekrar belirtmek gerekir ki, burjuva sosyal ve/veya sağlık bilimlerinde, işçi sağlığında meydana gelen sorunları, işçinin karşı karşıya kaldığı istenmeyen, beklenmeyen ve şanssızlık sonucu olaylar olarak görme eğilimi öne çıkıyor. Oysa ki “şans” da sınıfsal bir nitelik taşır. Dolayısıyla, ait olunan sınıf, üretim sürecindeki yerinizi belirlediği gibi sağlığınızın bozulma “şans”ını da doğrudan belirler.