Kriz varsa, çözüm de var!

TKP, Türkiye'nin içinde bulunduğu kriz koşullarını ve çıkış önerilerini, "Felaketin Eşiğinde" broşüründe 12 başlıkta toplayarak kamuoyuna sundu.

soL (HABER MERKEZİ) TKP'nin "Felaketin Eşiğinde" broşürünün "Cumhuriyeti Kemiren Sermaye Diktatörlüğü" başlıklı son bölümünde, yaşanan krizin başat unsurları, Cumhuriyet döneminden bugüne işleyen süreç ve bugün gelinen noktayla tanımlanarak, çözüm yolu öneriliyor.

Halk Düşmanlığı
Bu başlıkta, toplumun hiçbir zaman siyasete aktif katılımının gerçekleşmediği, sürekli bir denetim altında tutulduğu söylenerek, süregelen bu durumun gelip dayandığı kriz noktası, "bugün toplumda biriken hoşnutsuzluk ve değişim talepleri, emperyalist ülkeler ve sermaye sınıfı tarafından arzu edilen 'dönüşüm' için kullanılmaktadır. Yine aynı kontrol mekanizmaları devreye sokulmuş ve halkın kendi çıkarları doğrultusunda siyasallaşmasının bütün olanakları ortadan kaldırılmıştır. Cumhuriyetin yerleşik kurum ve alışkanlıkları ile 'dönüşüm'ü dayatan öznel güçler ve nesnel gereksinimler arasında bir gerilim yaşanmaktadır" diye tarif ediliyor.

TKP'nin bu alanda krizden devrimci çıkış önerisinin temelini, "statüko"dan tam anlamıyla kopmak, dayattığı kalıpları aşmak, işçi sınıfı önderliğinde halkın bağımsız siyasal çıkışını gerçekleştirmek oluşturuyor. Broşürde, "Cumhuriyetle birlikte elde edilen tarihsel kazanımlarla sermaye diktatörlüğünün kurumsal yapısını ayrıştırmak da ancak bu bağımsız çıkışın ürünü olacaktır" deniliyor.

Sınıf Kini ve Anti-komünizm
"Sermaye egemenliği güvensizlik ve korku üzerine kurulmuştur" denilerek girilen bu bölümün süreç anlatımında, sermayenin işçi sınıfına karşı saldırgan, baskıcı tutumunun, sınıf geliştikçe ve örgütlü mücadele pratiğine girdikçe arttığı, sol düşmanlığı ve anti-komünizmle buluştuğu ifade ediliyor.

Türkiye'de uzun bir süre zemini oluşturulan, 12 Eylül'den günümüze giderek hızlanan açılımlarla uygulamaya konulan 'dönüşüm'den rahatsızlık duyan kesimler olsa da, egemen sınıfla sol düşmanlığı, işçi sınıfından korku ekseninde sağlanan mutabakatın, bu "genetik" sınıf refleksinin, "dönüşüm"ün önünü açan, "dönüşüm"den kaygı duyanları çaresiz ve şaşkın bırakan bir kriz etmeni olduğu saptamasını yapan TKP, çıkış yolu olarak, öncelikle bu cendereyi parçalamak gerektiğini söylüyor. "Türkiye'nin 'dönüşüm'e direnebilmesi için, kendini kuşatan korku ve düşmanlığa karşı açıktan meydan okuyan, sermaye diktatörlüğünün genetik kodlarının toplumda yarattığı çürümeyi parçalayıcı tavır geliştiren bir sola gereksinim vardır. Sermaye cephesinin solu şu ya da bu hesap için kullanmaya dönük her tür arayışın ikiyüzlülüğü ve sahteliği teşhir edilmeli, bu tarihsel dönemde işçi sınıfını tamamen kişiliksizleştirmek anlamına gelen 'solu yedekleme' girişimleri sonuçsuz bırakılmalıdır."

Cumhuriyet'in Kazanımlarını Taşıyamamak
Emperyalist işgal koşullarında ve Ekim Devrimi'nin yarattığı atmosferde şekillenen Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Devrimi'nin, ulusal egemenlik, bağımsızlık, aydınlanmacılık, devletçilik, cumhuriyetçilik gibi, burjuva devrimlerine has özelliklerin yanı sıra, emperyalizm karşısında konumlanma gereksiniminin de ürünü olan değerlere, solun kendi damgasını vurmak açısından çok daha fazla olanağa sahip olmasının burjuvazide yarattığı korkuyla tanımlanan bir süreçte, bugün, Türkiye Cumhuriyeti'nin, kuruluşunda ortaya koyduğu değerleri demagoji düzeyinde dahi taşıyamaz hale gelmesi, broşürde, bir diğer kriz noktası olarak görülüyor. "Ulusal egemenlik, bağımsızlık, aydınlanmacılık, devletçilik ve cumhuriyetçilik bugün hem "dönüşüm"e direnmek hem de bu yüklerden kurtulma kararlılığındaki sermaye sınıfıyla tarihsel hesaplaşma içine girebilmek için büyük değer taşımaktadır. Bu değerlerin yeniden üretilmesi ve işçi sınıfı ekseninde devrimci bir perspektife yerleştirilmesi mümkün ve zorunludur" denilerek, bu noktadaki çıkış önerisi oluşturuluyor.

Gericilikle Kan Kardeşliği
"Felaketin Eşiğinde" broşürü, Türkiye'de, dinci ideolojinin toplumda sürekli bir yer tuttuğu, bu temelde, dinci eğilimlerin zaman içinde devlet dahil olmak üzere siyasal kurumları kuşatıp ele geçirmeye başladığı saptamalarını aktarıyor, ancak, "dinci hareketlerin emperyalizmin ve sermayenin çeşitli gereksinimlerine denk düşen roller tarafından bugünkü etkin konumlarına taşındıkları da bir gerçektir" diyerek süreci açımlıyor.

"Kemalist kadroların gericilik karşısındaki tutumu, islamcı ideolojiyi siyasal alandan mümkün olduğunca uzak tutmak, bununla birlikte toplumsal dokunun gerici karakterinden sonuna kadar yararlanmak biçiminde özetlenebilir" diyen TKP, bunun, dinin siyaset dışında tutulmasını sağlayan mekanizmaları aşındırmasıyla bugüne gelindiğini söylüyor. "Artık sistemin egemenlik mekanizmalarında merkezi bir yer kaplayan dinci gericilik karşısında, onu hep bir 'araç' olarak küçük gören Kemalist kadrolar tamamen çaresiz duruma düşmüşlerdir."

Devrimci çıkış yolu olarak, insanların inanç ve ibadet özgürlüklerinin, inanmama özgürlüğüyle birlikte koruma altına alınması dinin siyasal alandan tamamen çıkartılması ve toplumsal yaşama ilişkin yeni bir aydınlanma seferberliği başlatılması öneriliyor. "Emperyalizm ve sermaye sınıfı piyasa diktatörlüğünü pekiştirmek için toplumun dincileşmesini nasıl bir araç olarak kullanıyorsa, emek cephesi de ancak aydınlanmacı bir konumlanış geliştirerek sermayeyi durdurabilir. Burjuva aydınlanmacılığı ise günümüz koşullarında ancak bir hayaldir."

Amerikancılık
"Amerika Birleşik Devletleri'nin Türkiye'deki varlığı, bu topraklarda yaşayan her onurlu insanı derinden yaralamaktadır" sözleriyle başlayan bu bölümde, Türkiye'nin siyasi ve askeri yönetiminde, eğitiminde söz sahibi olanların "Vaşington'da patron huzuruna çıkarak onay istemekte" olduklarına değinilerek, ABD'nin bu topraklara cinayetleri, katliamları, darbeleri serpiştirdiği, onun askeri yerine ölsün diye gençlerimizi, Sovyetler Birliği üzerinde baskı kursun diye ordumuzuk, siyonist katillerle ortaklaşa operasyon düzenleyip Filistinlileri, Arapları katletsin diye istihbaratımızı, nükleer bomba stoklasın diye üslerimizi verdiğimiz, ama onun hep daha fazlasını istediği, şimdi de geleceğimizi vermeye hazırlandığımız söyleniyor.

"Başat emperyalist ülke olarak ABD'nin hep daha fazlasını istemesi, bağımlı ülkelerin en küçük bir kişilik gösterisine tahammülsüzlüğü, kindarlığı ve acımasızlığı bu ülkenin yalnızca geniş toplumsal kesimler nezdinde değil, bu düzenin kritik kadrolarında dahi nefret uyandırmasına neden olmuştur. Ancak bu nefret, bağımlılık ilişkilerinin yarattığı alışkanlıklar, çaresizlik, yıllara yayılan uşaklık duygusu ve Amerikan emperyalizminin bütün kurumları bir ahtapot gibi sarması nedeniyle ABD'nin ülkemiz üzerindeki egemenliğinde herhangi bir zayıflamaya neden olmamaktadır. Bununla birlikte, giderek artan nefretin toplumun ideolojik yapısında tuttuğu yer ile, ABD'nin bölgesel gereksinimlerinin talep ettiği sömürge zihniyeti arasındaki açı önemli bir sıkıntı kaynağıdır" denilerek işaret edilen krizden çıkış, "Türkiye'nin Amerikansızlaştırılması" diye tanımlanıyor:

"ABD emperyalist bir güçtür, haksızlıkların, eşitsizliklerin sürmesi için kaba kuvvet uygulamaktadır, yalnız bize değil bütün insanlığa zarar vermektedir. Türkiye solu 60'lardaki büyük yükselişini 'Kahrolsun ABD Emperyalizmi' sloganı eşliğinde gerçekleştirmişti. Mevcut düzenin bütün dokusuna yerleşen ABD'nin memleketten def edilmesi, bugün yine solun asli görevlerindendir."

12 Eylül Karanlığından Medet Ummak
12 Mart 1971 darbesi ile kıyaslandığında, siyaset ve toplumsal yapıya dönük çok daha kapsamlı bir müdahale olduğu, bugünkü "dönüşüm"ün sacayağını oluşturan Amerikancılığa, piyasacılığa ve gericiliğe karşı toplumdaki bütün direnç noktalarını tasfiyeye yönelerek bunda büyük başarı elde ettiği değerlendirmesi yapılan 12 Eylül 1980'in bu ayırt edici özelliklerinin vurgulandığı bölümde, "27 Mayıs ya da 28 Şubat ile 12 Eylül'ü kıyaslamak, bütün hepsini aynı kefeye koymak solun işi değildir" deniliyor.

"Sol, askeri darbelerin Türkiye'de Amerikancı, sol düşmanı karakterine vurgu yapabilir ama sermaye diktatörlüğünün tarihsel hamlelerinin genel bir 'darbe karşıtı' söylemin içinde erimesine izin vermez. Bizim görevimiz, 12 Eylül'ü bütün sonuçlarıyla ortadan kaldırıcı bir mücadele başlatmaktır. Evren ve ölmüş ya da hayattaki diğer cuntacıların yargılanmasının yanı sıra, Turgut Özal ve Süleyman Demirel dönemlerinin masaya yatırılması, Türkiye'nin bugünkü durumu ile 12 Eylül icraatları arasındaki her tür ilişkinin ortaya çıkarılması, 12 Eylül Anayasası'nın karşısına 'sivil' değil, toplumcu bir anayasanın konması esastır."

Kürt Düşmanlığı
Cumhuriyet'in kuruluş sürecinde, Kemalist kadroların halkı dışarıda tutma eğiliminin, Kürtleri kapsamak söz konusu olduğunda, Kürt feodalleriyle işbirliğiyle sistemle entegrasyon sorununu çözmeye yöneldiği, zaman zaman çatışmalar, isyanlar ve bastırmalar yaşandığı, ama yönetici sınıfın inkâr politikasının hiç değişmediği, bu nedenle Kürtlerin bazı unsurlarının emperyalist ülkelerden medet ummaya başladığı bir süreç aktarımından sonra, "1960'lara gelindiğinde ise Kürt halkının Türkiye solunun yükselişine umut bağladığı görüldü. Türkiyeli bir çözümün olanaklı olduğu ortaya çıktı" denilen broşürde, bu yolun, sola dönük ölçüsüz şiddet ve Kürt sorununu 'imha' ile çözme inadı yüzünden kapatıldığı söyleniyor. "ABD ve Avrupa Birliği'nin bölgeye dönük müdahalelerinin iyice arttığı 2000'li yıllarda ise Kürt sorununda inisiyatifin tamamen emperyalist ülkelere geçtiği görüldü."

Bu başlıkta yaşanan kriz, şöyle tanımlanıyor: "Kürt sorunu, kendini ABD ve Avrupalı emperyalistlerin bölgesel açılımlarından korumak için onlarla tam boy işbirliği arayışındaki Türkiye burjuvazisinin hesaplarını bozdu. Türkiyeli bir çözüm olanaksızlaştırıldıkça, Kürt siyasetinde de emperyalist planlarda yer edinme arayışı ön plana çıkmaya başladı. ABD kendisiyle 'işbirliği tekeli' arayan Türk ve Kürt unsurlarını birbirlerine karşı kullanırken Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunda hiç de sağlam olmayan temeller üzerine inşa edilen birlik iyice kırılgan hale geldi. Türkiye'nin egemen sınıfları ABD ve Avrupa Birliği'nin bölgesel politikaları karşısında uzun süren bir paralizasyon yaşadıktan sonra, işi oluruna bırakmaya karar verip teslim oldular. Artık gündemde olan, çerçevesini büyük ölçüde ABD'nin çizdiği bir 'çözüm'dür. Bu 'çözüm'ün alternatifi olduğu sanılan kanlı 'imha' ve 'inkâr' politikaları, ABD'nin elini güçlendirmekten başka bir şeye yaramamıştır."

Kürt sorununda çıkış yolu, "ancak sınıf karakteri baskın bir halkçı damarla mümkün" görülüyor. "Türkler ve Kürtler diğer uluslarla birlikte yeni bir yaşam kuracaklarsa, birbirlerini 'öteki' olarak tarif etmek yerine, gerçekten ortak bir değerler sistemi oluşturmalı, tamamen eşit ve hiçbir ulusa özel bir ayrıcalık tanımayan bir siyasal örgütlenmenin yolunu açmalıdırlar. Bu anlamda, 'Türk' ulusunun bu coğrafyadaki asli unsur olduğuna ilişkin tarihsel yanılgı, bütün sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırılmalıdır. Cumhuriyetin çok öncelerinden itibaren, henüz Osmanlı İmparatorluğu dağılma sürecine girmeden, herhangi bir etnik referansa dayanmaktan çok, bir coğrafyayı tanımlamak için kullanılan 'Türkiye' adlandırmasını yeniden meşrulaştırmanın ve emperyalizme karşı bu coğrafyada yaşayan tüm emekçilerin ortak tarihsel mirasını korumanın biricik yolu budur. Bu yolu açmak için, ülkemizin bütün uluslarından emekçilerinin bütün uluslardan sömürücü ve işbirlikçilere karşı konumlanması ve mücadele etmesi gerekir."

Avrupa Birliği Saplantısı
TKP'nin broşüründe, AET, AT ve Avrupa Birliği ile entegrasyonun, Türkiye Cumhuriyeti'nin ulusal stratejisi olarak ilan edilmesinde, ekonomik ilişkilerden çok, emperyalizme bağımlılık ilişkilerini siyasi ve askeri açıdan ABD, ekonomik açıdan temelde Avrupa ile geliştiren Türkiye'nin, Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra dış dünyaya ilişkin tehdit algısında yaşanan karmaşanın rol oynadığı söyleniyor: "Emperyalizmin Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu'da yeni düzenlemeler yaparken Türkiye'yi dışarıda bırakmayacağını sezen yönetici sınıf, çareyi Avrupa Birliği sürecini hızlandırmakta buldu. Başka hiçbir Avrupa Birliği üyesine dayatılmayan üyelik koşulları Türkiye'nin önüne kondu. Gümrük Birliği anlaşmasıyla AB'ye büyük kaynaklar transfer eden Türkiye'nin sanayisi ve tarımı Avrupa'nın kontrolüne geçti, ulusal egemenlik büyük bir yara aldı."

"Türkiye Cumhuriyeti'nin bugünkü egemenleri"nin, Avrupa'dan gelen tehdidi, bir an önce onun parçası olarak savuşturmak dışında bir çözüm hâlâ üretememesi, Türkiye'yi AB yardımı olmadan çözemeyeceğini anlayan ABD'nin de Avrupa'yı aynı zamanda ciddi bir entegrasyon sorunuyla baş başa bırakmak için Türkiye'yi AB'nin içine doğru ittirmesiyle, yönetici sınıfın yalnızca ABD'ye yaslanan bir strateji geliştirmesinin olanaksızlaşması ve AB başlığındaki açmazı daha da derinleştirmesiyle yaşanan bugünkü krizden, AB üyelik sürecine direnebildiği oranda gerçek bir toplumsal güç haline gelecek olan işçi sınıfının mücadelesiyle çıkılacağını söylüyor TKP.

"Yurtseverlik, ABD emperyalizmiyle Avrupalı emperyalistlere karşı kararlı ve tutarlı bir mücadeleyi gerektirmektedir. Hedef, şu ana kadar Avrupa Birliği'ne verdiklerimizin, yitirdiklerimizin emekçi sınıflar adına geri alınması, ülkemizin bağımlılık zincirlerinden bir tanesinin parça parça edilmesidir."

NATO'culuk Uru
"Amerikan çıkarları için Kore'ye asker yollanması aslında Türkiye'nin bütün bir NATO serüvenini özetlemektedir" denilen broşürde, 1952'den bu yana, ABD'nin, NATO kumandası altındaki ülkenin bütün kritik noktalarına nüfuz etmesi ve Türkiye'nin piyonlaşması örnekleniyor ve "NATO, genişledikçe ulus devletleri parçalamakta, yok etmekte, Türkiye ise bu operasyonlara aktif destek vererek felaketine koşmaktadır" saptaması yapılıyor.

"1991 sonrasında emperyalist müdahalelerin bizim coğrafyamızda yoğunlaşmasının Türkiye'nin vazgeçilmezlik ve önemini pekiştirdiğini sanan siyasi iktidarlar, müdahalelerin boyutlarını gördükçe paniğe kapılmışlardır. NATO'nun Yugoslavya'nın parçalanması için üstlendiği kirli misyona büyük hevesle katılan Türkiye, daha sonraki başlıklarda emperyalistlerden gelen talepleri karşılamakta zorlanmaya başlamıştır. Karadeniz'in NATO'ya açılmasına çeşitli nedenlerle çekince koyan ve Afganistan'a muharip birlik yollamaktan kaçınan Türkiye üzerindeki baskı giderek artmaktadır." NATO üyeleri Romanya ve Bulgaristan'ın, aday üyeler Ukrayna, Gürcistan ve Azerbaycan'ın NATO'ya hizmetteki heveslerinin ve Irak'ın ABD'ye sunduğu olanakların Türkiye'nin "önemi"ni sarstığını, iyice köşeye sıkıştırdığını söyleyen TKP, "düzen güçleri içinde, bu sıkışmanın yarattığı baskıya direnebilecek güç olmadığından, yakın gelecekte Türkiye'nin ABD'nin bölgesel planlarına tamamen boyun eğmek zorunda kalacağı rahatlıkla öngörülebilir" diyor.

TKP, NATO'dan çıkmayı, Türkiye'de toplumsal kurtuluş mücadelesinin en temel hedeflerinden biri olarak görüyor. "Bugünden yönetici sınıf üzerinde NATO'culuğun vatana ihanetle özdeş olduğuna ilişkin güçlü bir siyasal ve ideolojik baskı kurulmalı, emekçi kitlelerin bu kanlı örgüte ilişkin kayıtsızlığı giderilmeden Türkiye'de emperyalizme karşı mücadelede bir adım dahi ilerlenemeyeceği hesaba katılmalıdır."

Piyasa Fetişizmi
"Türkiye Cumhuriyeti'nin başından beri kapitalist yolu tercih ettiği"nin söylendiği broşürde, devletin sermaye sınıfının fizik zayıflığını gidermeye çalışmasından yabancı sermaye bağlantılarına, montaj sanayisinden ithal ikameciliğe ve kesintisiz bir neoliberalizmle ülkenin bütün iplerinin yerli ve yabancı tekellere bırakılmasına kadar evreler özetleniyor. "Devletin piyasa güçleri karşısındaki göreli özerkliği neredeyse tamamen silindi, bunun yerine, emekçi sınıflara hiçbir hareket olanağı bırakmayan ve yaşamın tüm alanlarını metalaştıran bir sermaye diktatörlüğü tesis edildi" denilerek, gelinen nokta tanımlanıyor: "En kritik işletmeler yerli ve yabancı tekellere satıldı, kritik bazı endüstriler tasfiye edildi, hayvancılık öldürüldü, ürün yapısından tohuma varıncaya kadar tarımsal üretimde tamamen bağımlı duruma gelindi, enerji politikalarımız uluslararası tekellere teslim edildi, ülke inanılmaz bir borç stoğunun içine yuvarlandı."

Türkiye Cumhuriyeti'nin kurumlarının ve siyasal alanın piyasa karşısında her tür hareket serbestliğini yitirmesinin, onun asgari devlet olma özelliklerini de ortadan kaldırdığı, piyasa terörünün asıl yıkıcı etkisinin doğal olarak emekçi kitleler üzerinde hissedildiği günümüz koşullarında, " Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşuna damga vuran değerlerin tek bir tanesinin dahi piyasa ekonomisinde yaşam şansı bulunmamaktadır" diyen TKP, piyasanın sınırlanması, karma ekonomi, ulusal ya da ulusalcı sermaye gibi kavramların gerçek karşılığının bulunmadığını, tek çözümün kamuculuk olduğunu vurguluyor.

Toplum Çıkarlarının Ayaklar Altına Alınışı
Özellikle 12 Eylül 1980'den sonra, kamusal alanın sistematik bir biçimde daraltıldığı, kamu hizmetlerinin tasfiye edildiği, kamu iktisadi teşekküllerinin özelleştirmeler yoluyla talan edildiği bir ülke haline gelen Türkiye'de, sosyal güvenlik sisteminin çöktüğü insanların en temel gereksinimlerinin piyasa mekanizmalarına terk edildiği, yeraltı ve yerüstü kaynaklarınının yerli ve yabancı sermayenin talanına bırakıldığı, artık toplum çıkarlarından, kamusal alandan söz edilemediği koşullarda yaşandığı söylenen broşürde, "dış politika, hukuk, güvenlik gibi alanlarda köklü değişikliklerin kendini dayatması"nın kaçınılmazlığına işaret ediliyor. "Ancak Türkiye'de üstyapı kurumlarının ekonomik alandaki dönüşümün ritmini tutturması olanaksızdır. Bu nedenle, önümüzdeki dönemde yeni gerginliklerin, kırılma ve krizlerin ortaya çıkması beklenmelidir."

"Türkiye özel çıkarlar adına yürütülen saldırıya toplum adına benzer bir kapsam ve şiddette yanıt verilmeksizin düzlüğe çıkamaz" diyor TKP. "Bugün uluslararası düzeyde de hüküm sürmekte olan eşitsizlikler 'kamu'nun bütünüyle tasfiyesi noktasına gelmiştir. İnsanlık, başka ülkelerde olduğu gibi Türkiye'de de köleleştirilmenin eşiğindedir. Bu süreç, yarım yamalak önlemlerle, ılımlı çözüm önerileriyle durdurulamaz. Toplumsal çıkarlar, kamu mülkiyeti ve onun bugün temel somutlanış biçimi olan devletçilik savunulmaksızın insanlık ayağa kalkamayacaktır."

Toplumu Çürütmek
Yönetici sınıfların, toplumu planlı bir biçimde çürüttüğü, korkak, hakkını aramayan, bencil, cahil kişilerin çoğalması için uğraştığı, 12 Eylül 1980 darbesinin bu yönde benzersiz bir rol oynayarak, zalimlikle korku ve bananecilik, üniversitelere dönük saldırılarla akıldışılık, işçi sınıfına dönük baskılarla pısırıklık ve bencillik, İmam Hatip Liseleri'ne düşkünlükle gericilik, birahaneleri yaygınlaştırmakla kokuşmuşluk, güdümlü mahkemelerle adaletsizlik yaydığını ifade eden broşür, Turgut Özal'dan bugüne, iktidarların bu çürümeyi yeni boyutlar katarak tırmandırdığını söylüyor.

"Haksız kazanç, asalaklık, tembellik, hırsızlık, görgüsüzlük, ihbarcılık, teşhircilik, kaba kuvvet, zorbalık ve zevksizlik meşrulaşmıştır. Adalet duygusu ortadan kalkmıştır. Sanatsal yaratım yerini çirkinliğe tapınmaya bırakmıştır. Kültürel mirasımız yağmalanmış, dilimiz bozulmuş, emperyalist ideoloji toplumun bütün kesimlerini etkisi altına almıştır. Eğitim sistemi piyasacılığın ve gericiliğin elinde, okumayan ama televizyon seyreden, tartışmayan ama kavga eden, dinlemeyen ama gürültü çıkaran, haklıya kulak kabartmayan ama güçlüye tapan bir gençlik yaratmak için düzenlenmiştir."

Burjuvazinin bazı sözcülerinin bile, kendi gereksinimlerini karşılayacak nitelikte insan bulamaz hale gelmeleri nedeniyle, zaman zaman yakındıkları boyuta ulaşan çürümenin motorunu piyasa olarak tanımlıyor broşür. "Hastaneler ticarethaneye dönüşünce hekimler çürüyor, üniversiteler paralı olunca akademisyen çürüyor, sponsora mahkûm olunca sanatçı çürüyor, kâr hırsı hukuk tanımadıkça yargı mensubu çürüyor, ordu profesyonelleştikçe asker çürüyor."

Bu çürümenin panzehirini, örgütlü siyasi mücadele olarak görüyor TKP. "Çürüme, toplum mücadele etmeye ve hakkını aramaya başladığında yavaşlayacak Amerikancılık, piyasacalık, gericilik püskürtüldüğünde gerileyecek, sermaye düzeni alt edildiğinde ortadan kaldırılacak."