Amerikan tekelleri neden Trump'ı istemiyor?

Bir sınıf olarak burjuvazi, kendi içerisinde her zaman savaş halindedir. Kapitalistlerin birbirleriyle rekabet halinde olması, sisteme dışsal bir şey değil, sistemin temelidir. Birbirleriyle pazarlar, pazar payları ve yatırımcı sermayeleri için savaşırlar.

Çeviri: Eren Karaca

soL'un notu: ABD'de sosyalizm mücadelesi veren Sosyalizm ve Özgürlük Partisi'nin (PSL) yayın organı Liberation News'de 3 Ekim 2016 tarihinde yayımlanan Brian Becker imzalı bu yazı, ABD başkanlık kampanyasında Amerikan tekellerinin neden Hillary Clinton'a destek verirken Donald Trump'a karşı cephe aldıklarını soruyor ve marksizmdeki devlet kavramı hakkında yerinde bir hatırlatma yapıyor.


Amerika Birleşik Devletleri’nde gücü elinde tutan en büyük kapitalist şirket yöneticileri, milyarder Donald Trump’ın seçim kampanyasına destek vermiyor. Trump’ı başkan görmek istemiyorlar. Büyük şirketlerin elindeki medya kanallarının çoğu, Trump’ı yerden yere vuruyor. Kötülemek için hergün yeni bir inceleme ya da ifşa yayınlıyorlar.

ABD başkanı göreve geldiği andan itibaren, dünyanın en güçlü kapitalist kurumunun CEO’su olur. Kapitalist devlet, etkinlik, otorite ve iktidar açısından herhangi bir şirketin önüne geçebilir.

23 Eylül’de Wall Street Journal gazetesinde yazılanlara göre, “ABD’nin en büyük 100 şirketi içerisinden hiçbir yönetici, Ağustos ayı boyunca Cumhuriyetçi Donald Trump’ın başkanlık kampanyası için bağış vermedi. Bu durum, 2012’de Fortune 100 şirketlerinin neredeyse üçte birinin Cumhuriyetçi Mitt Romney’i desteklemesinden sonra ciddi bir tersine dönüştür”.

Kapitalistlerin Cumhuriyetçi Parti’nin başkan adayına karşı oluşturdukları böylesine bir ittifak, daha önce hiç görülmemiş bir şey.

“Daha önce Cumhuriyetçileri destekleyen bazı şirket yöneticileri yönlerini değiştirdiler. Massachusetts Mutual Life Insurance şirketinin CEO’su Roger Candall, geçtiğimiz sene Bush’u desteklemek üzere Super Pac’e(1) 10 bin dolar bağış yapmıştı. 2012 yılında Romney için 5 bin dolar bağışlayan Crandall, Clinton’ın kampanyası için temmuz ayında 5 bin 400 dolar verdi” (Wall Street Journal, 23 Eylül).

Önceki dönemlerde birçok Fortune 100 CEO’su Cumhuriyetçi adayları desteklemişti. Wall Street’te seçim kampanyalarına dair yapılan analize göre, “bu yılki seçim kampanyalarında ülkenin başlıca CEO’larından on dokuzu, içlerinde Jeb Bush ve Marco Rubio’nun da bulunduğu diğer Cumhuriyetçi adaylara yatırım yaptı”. ABD içerisindeki sermaye sınıfının baskın bir çoğunluğunun neden Trump karşıtlığı üzerinden birleştiği konusu, sosyalistlerin net olarak anlaması gereken bir konu.

Sermaye sınıfının keyfini kaçıran, Trump’ın açıktan yaptığı ırkçılık mıdır? Veya kadınlara dair yaptığı tiksindirici açıklamalar mı? Müslümanlar için söylediği nefret dolu söylemler mi? Meksika ve Meksikalılara yaptığı hakaretler mi? Açık açık dile getirdiği bu düşünceleri, sermaye sınıfı içerisindeki bazı bireylere rahatsızlık vermiş olabilir. Ayrıca büyük sermayedarların hepsi, özellikle de sivil haklar ve kadın hareketlerinin kullanılan dil konusunda siyasi hassasiyetler yaratmasının ardından, siyasi aktörlerin “herkesin içinde” bu şekilde konuşmaması gerektiğini bilecek kadar politik bir idraka sahip. 

Trump’ın başkan olması, ABD devletinin gücünün uluslararası meşruiyetini de elbette sorgulatacaktır. Aynı zamanda bu başkanlık, ülke içerisinde de protestolar başlatacaktır. White House’un yürüttüğü temel işlevleri istikrarsızlaştıracak ya da baltalayacaktır.

MARX VE MODERN DEVLETTE YÖNETİCİNİN ROLÜ

Şu anda gerçekten neler olup bittiğini ve büyük burjuvazinin tümünün (veya neredeyse tümünün) neden Trump’a karşı birleştiğini anlamak için devlet iktidarının yürütme organın esas işlevini anlamamız gerekiyor.

Bu yüzden Karl Marx’a başvuracağız. Marx ve Engels, Komünist Manisfesto’da yürütme organının bu işlevini kısa ve öz bir şekilde karakterize ediyor:

“Modern devletin yürütme organı, tüm burjuvazinin ortak işlerini yürüten bir komiteden başka bir şey değildir”.

Piyasa kapitalizminin tekelci kapitalizme dönüşmesinden ve devletle bin bir türlü ilişki içerisinde olmasından sonra, yani bugün, bu ifade çok basit görünebilir. Ancak Marx ve Engels, işçi sınıfının dikkatini o zamanlarda henüz gelişmekte olan bir olguya çekmeye çalışıyordu.

Manisfesto, 1848’de, Sanayi Devrimi’nin başlarında ve Avrupa burjuvazisi siyasi iktidarı eski feodal toplum düzeninden henüz ayıramamışken yazıldı. Ayrıca, güney eyaletlerdeki köle sahibi kapitalistlerin devlet iktidarını ellerinden kaçırdıkları ABD İç Savaşı’ndan 13 yıl öncesiydi. 1848’de modern devletin rolüne dair yapılan genelleme, henüz tam olarak olgunlaşmamış bir eğilime dair güçlü bir gözlemsel analizdir. Bugün ise bu eğilim nihai halindedir. ABD’nin tüm şirket ve bankaları, yurt içi ve küresel çıkarlarının korunması ve garanti altına alınması için, ABD devletine, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri’ne ve iç hukuk uygulamalarına sırtını dayamaktadır.

MODERN DEVLETTEN ÖNCE

Köklerini Avrupa’da salmaya başlayan moden kapitalist burjuvazi birincil sermayesini (yani kurucu servetini), kolonilerden ve milyonlarca Afrikalı ve yerli halkın Amerika kıtasındaki tarlalarda ve madenlerde köle olarak çalıştırılmasıyla elde etti.

Modern devletin gelişmesine, özellikle de devletin burjuvazinin “ortak işlerini” yönetme görevine dair Marx ve Engels’in yaptığı genelleme, bitmiş bir sürece dair yapılan bir gözlem değildi.

Modern devletin doğuşundan önce kapitalistler, kendi özel ordularını, donanmalarını ve militer güçlerini ellerinde tutuyorlardı.

1599’da İngiliz East India şirketi, Asya’daki sömürgeci yağmasına başladı. 1602’de Hollandalı kapitalistler Hollanda East India şirketini kurararak, İngilizlerin bölgede hüküm sürme planlarını bozmaya çalıştılar. Kendi devletlerinden aldıkları lisanslarla bu şirketler, yalnızca altın, baharat, afyon, ipek, Çin porseleni ve diğer malların ticaretinde tekelleşmekle kalmayıp, İngiliz veya Hollanda resmi ordularından ve donanmalarından daha büyük olan ordu ve donanmalarla bölgelerin kontrolünü de ellerinde tutuyorlardı. 1782 yılında İngiliz East India şirketi, o dönemin İngiliz ordusundan çok daha büyük olan ve hepsini ücretli askerlerin oluşturduğu 100 bin askerden oluşuyordu. Hollanda şirketinin silahlı kuvvetleri ise, 25 binin üzerinde tam zamanlı asker ve 140 gemilik bir donanma barındırıyordu.

Bu şirketler ticaretin tekelini ve yabancı ülkelerin tüm “normal” devlet fonksiyonlarını ellerinde tutuyorlardı. 1751 Evrensel Sözlüğü’nde yazanlara göre, “Hollandalı East India şirketinin büyümesinin, en zengin ve en güçlü şirket olmasının nedenlerinden biri … istediği gibi barış ya da savaş ilan edebilmesidir … şirket, koloniler kurmakta, tahkimat yapmakta, askeri birlikler toplamakta, birçok ordu ve garnizon bulundurmakta, gemiler donatmakta ve para basmaktadır”.

Daha sonradan yalnızca modern kapitalist devletin eline kalacak olan bu sınırsız güce sahip tekil şirketler, diğer kapitalistlerin ihtiyaçları ve çıkarlarına bakmaksızın yalnızca kendi kârlarına odaklanmışlardır.

Örneğin Portekizle diplomatik bir işbirliği hazırlığında olan Kral I. James, İngiliz East India şirketine Portekiz ile gereksiz bir çatışmaya girmemelerini söylemişti. Fakat şirket, bölgedeki Portekiz gemilerini batırdı. Yüzyıldan fazla bir süre sonra 1759’da, İngiliz şirketi Hindistan’daki tüm ticari rakiplerini bertaraf etmeye çalışınca, İngiliz ve Hollandalı şirketler birbirleriyle savaşmaya başladılar. Bu savaşın galibi de İngiliz şirketi oldu.

Ülke topraklarında kurulmaya başlayan ekonomik düzen ise bu şirketlerin ellerinde tuttuğu tek yönlü ve giderek artan iktidarı reddetmeye başladılar. Şirketler yalnızca kendi ticari çıkarlarına göre davranıyorlardı ve kendi orduları, donanmaları ve mevkiilerini sürdürmelerinin maliyeti giderek artıyordu. Yatırımcılar, 1798’de iflas eden Hollandalı şirkete de, 1800’lerde gücünün büyük bir kısmını İngiliz hükümdarlığına karşı kaybetmeye başlayan İngiliz şirketine de yüz çevirmeye başladılar.

1857’deki büyük Hint İsyanı, İngiliz East India şirketinin yok olması ve şirketin yerini İngiliz devletinin almasıyla sonuçlandı. İsyan bastırılana kadar binlerce Hintliyle birlikte birçok İngiliz askeri öldü.

1857 İsyanı’ndan sonra East India şirketinin yerine parlemento geçti ve doğrudan İngiliz kabinesine karşı sorumlu olacak Hindistan’dan sorumlu bir bakan getirildi. 1858’in Kasım ayında Kraliçe Victoria, Hindistan genel valisi ünvanını onayladı.

ABD içerisinde de, hem endüstri hem de köle sahibi tarım sermayedarları kendi ordularını ve silahlı güçlerini ellerinde tutuyorlardu. 1914 Nisan’ında John D. Rockefeller’in oluşturduğu silahlı milis güçleri, Ludlow Colorado’da ayaklanan madencileri ve ailelerini öldürdüler. Demiryolları, çelik şirketleri ve diğerleri de kendi silahlı güçlerine sahiplerdi. Ünlü Pinkerton Detective Agency, sermayedarların ayaklanma veya bunun gibi örgütlenmeler ile karşılaştıklarında kiraladıkları bir ordu olarak işlev görüyordu.

Bireysel köle sahipleri de, yüzyıllar boyunca ABD içerisinde kaçan veya başkaldıran köleleri yakalamak, cezalandırmak ve öldürmek için özel silahlı milis güçlerini kullandılar.

Bugün, emperyalizm çağında veya Lenin’in deyimiyle tekelci kapitalizm çağında modern, merkezileşmiş devlet iktidarı, yetkisel anlamda en üst seviyeye ulaşmıştır.

Devlet iktidarının yürütme organı, şiddet ve baskının kullanma gücünü kendi elinde tekelleştirmiştir. Ciddi kriz dönemlerinde, örneğin Wall Street bankalarının 2008’de girdiği krizde, özel sermayenin nasıl kurtarılacağına dair tüm önemli kararlar (kim için kurtarma paketleri kullanılacağı ya da kimin batırılacağı) devletten çıkmıştır. Devletin bu anlamda gücü baskındır ve en güçlü şirketler ve bankalar dahil tüm sermaye sınıfı bu güce bağımlıdırlar.

BURJUVA SINIFI, TRUMP'IN 'ORTAK İŞLERİNİ' YÜRÜTECEĞİNE GÜVENMİYOR

Donald Trump’ın kabul görmeyişi, sermaye sınıfının Trump’ın ‘burjuvazinin ortak işlerini’ yürütemeyeceğine dair olan inancına dayanıyor. Trump, yalnızca kendisi için oynuyor. Burjuva sınıfına “uymayan” kendi kendine yaptığı maskaralıkları ve söylemleri ile Trump, küçük çaplı, işten anlamayan bir sermayedar.

Wall Street gazetesinin aktardığına göre, “Cumhuriyetçi Politikacılar Derneği’nin maliye sorumlusu ve eski Cumhuriyetçi adaylar için en önemli bağış toplayıcısı olan Fred Malek, Trump’ın CEO’larla ona siyasi destek olarak dönecek bir geçmişi olmadığını söylüyor”.“Daha çok bireysel bir girişimci. Büyük şirket adamı değil” diye de ekliyor.

Trump, 12 milyon kaçak göçmen işçiyi ülkeden çıkaracağını iddia ediyor. Ancak sermaye sınıfı, göçmen işçikerin emeğine bağımlı olduğunu biliyor.

Ayrıca Müslümanların ülkeye girişini engelleyeceğini söylüyor. Ancak bu tür bir açık bağnazlık, ABD’nin stratejik olarak önem verdiği Orta Doğu ülkeleri içerisinde daha fazla nefrete ve kine neden olmakla kalmayıp, Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri, ayrıca NATO’nun doğu kanatını oluşturan Türkiye ve Mısır ile de bağları koparacaktır.

“2012’de Romney için 100 bin dolar destek veren Hewlett Packard’ın CEO’su Meg Whitman, Trump için “dikkatsiz ve bilgisiz” demiş. Cumhuriyetçilerin Trump’ı desteklememesi gerektiğini söyleyen Whitman, “Donald Trump’ın demogojisi ulusal karakterimizin dokusunu bozuyor” diye de eklemiş (Wall Street Journal, 23 Eylül).

Buradaki “ulusal karakter” bir örtmecedir. Whitman aslında, ulusal devlet gücüne vurgu yapıyor. Ulusal karakter diye bir şey yoktur. Meg Whitman’ın işçi sınıfı ile hiçbir ortak yanı yoktur. Küçük ülkelerin sürekli bombalanmasının ve işgal edilmesinin ya da polisin ülkenin sokaklarında silahsız insanları infaz etmesinin de, “ulusal karakterimizin dokusunu bozuyor” olması gerekirdi, ama ne Whitman’ın ne de diğer sermayedarların buna karşı çıktığını görmedik.

Bir sınıf olarak burjuvazi, kendi içerisinde her zaman savaş halindedir. Kapitalistlerin birbirleriyle rekabet halinde olması, sisteme dışsal bir şey değil, sistemin temelidir. Birbirleriyle pazarlar, pazar payları ve yatırımcı sermayeleri için savaşırlar. Sermaye sınıfının birliği yalnızca modern devlet üzerinden gerçekleşebilir. Bu anlamda devletin başında kimin olduğu kritiktir ama farz edilen anlamda değil. Başkanlık koltuğuna oturan bireyin, yetenekli bir insan, etkili bir yönetici veya kabiliyetli bir lider olup olmaması önemli değildir. Ronald Reagan ikinci döneminin birçoğunu uyuyarak geçirmiş, George W. Bush’un ise hayatında başardığı tek şey içkiyi bırakmak olmuştu. Siyasi liderlik, modern sermaye sınıfının varlığı için kritik bir önem taşıyan devlet iktidarının meşruluğunu sürdürmesi gerektiği için önemlidir. Bush’un başarısızlıkla sonuçlanan politikaları, dünya üzerinde ABD emperyalizmine karşı bir ayaklanma başlatmıştır. Obama’nın en önemli görevi ise, bu imparatorluğun imajını uluslararası alanda düzeltmek olmuştur.

Devlet aygıtının yürütme organı, yüzbinlerce profesyonel çalışan tarafından idare ediliyor ve yürütülüyor. Önceden ayarlanmış iki yönetici sınıfı partisinin farklı politikacıları, devlet dairelerini doldurup boşaltıyor. Her iki taraf da sistemin devamı için çalışıyor. Kişisel olarak aldıkları ayrıcalıkların ve iktidarın görünmesi ile gelen dalkavuklukların tadını çıkarıyorlar. Halktan gelen herhangi bir kızgınlık ve tepkinin muhattapı olurlarsa, aynı sınıftan gelen diğer politikacılarla yer değiştiriyorlar. Bu siyasilerin hepsi yalnızca kendi kendilerini desteklemektedir, para kazanmak için yaptıkları iş budur.

DEVLET NEDİR?

Devlet iktidarı temelinde, örgütlü şiddet ve baskı araçlarından ve kurumlarından oluşmaktadır. Askeri güçler ve polis kuvvetleri, bu şiddeti ve gücü kullanma yetkisine sahiptirler. ABD ordusunun, dünya çapında bin tane askeri üssü bulunmaktadır. ABD’nin uçak ve savaş gemileri, küresel güçlerini göstermek için yedi deniz üzerinde dolaşmaktadır. Dünyanın her yerinde ABD beslemeli askeri birlikler bulunmaktadır. Pentagon, her gün dünyanın bir yerinde “savaş oyunları” adıyla, savaş simülasyonları oynatmaktadır. ABD içerisinde ise mahkemeler ve hapishaneler, işçi sınıfını ve yoksulları baskılamak ve sermaye içi sürtüşmelerin barışçıl bir şekilde atlatılabilmesini sağlamak için kullanılmaktadır.

Komünistler, devrimci sosyalistler ve gerçekten anti-emperyalist olanların, kapitalist politik sistemi, özellikle de modern devleti anlamaları büyük önem taşımaktadır. 

Aksi halde toplumun ilerici grupları kolaylıkla kontrol edilerek, kapitalist politikacılardan birinin ya da diğerinin amigoluğunu yaparlar. Burjuva sınıfı temsilcilerinden “daha iyisini” seçmenin gerekliliğine dair her zaman rasyonel ve pragmatik bir meşrulaştırma söylemi üretilmektedir.

Marksizmin modern kapitalist devlet anlayışının tersine liberalizm ve sosyal demokrasi, devletin toplumsal dönüşüm için bir araç olarak kullanılabileceğine dair vaazlar verir. Komünistler ise, işçi sınıfı için siyasi iktidarı ele geçirmek, hakim sınıfa ait devlet aygıtını yıkmak ve işçi sınıfı çıkarlarını koruyacak yeni bir devlet kurmak ister. Devlet ancak bu şekilde, halk için ilerletici bir araç işlevi görebilir.


(1) Super PAC, ABD’de teknik olarak bağımsız harcama komiteleri olarak bilinen ve siyasi adayların seçim kampanyalarını desteklemek için şirketlerden, sendikalardan, derneklerden ve bireylerden toplanan paraları yöneten bir komitedir.