Yeni bir dönemin habercisi: Haziran Direnişi (Tunca Özlen)

27 Mayıs günü iş makinelerinin Gezi Parkı’na girmesi üzerine yıkımı durdurmak için parkta nöbet tutmaya başlayan direnişçilere polisin 29 Mayıs günü sabah 5’te yaptığı baskın ve direnişçilere ait çadırların ateşe verilmesi, aynı zamanda kimsenin öngörmediği olayların fitilini yaktı. Türkiye sınıflar mücadelesi tarihinin en uzun soluklu, kitlesel ve yaygın halk hareketini, Haziran Direnişi tarih sahnesine çıktı.

Merkezinde Gezi Parkı-İstiklal Caddesi-Taksim Meydanı, yani İstanbul’un kalbi olan eylemler hızla, solun varlığını hissettirdiği metropol ve mahallelerin yanı sıra sağ partilerin güçlü olduğu pek çok ile yayıldı. Büyük çoğunluğu örgütsüz ve eylem tecrübesi son derece sınırlı olan yüz binlerce insan, kısa zamanda eylem ve dayanışma kültürünü içselleştirdi. Polisin gaz bombalarını azgınca ve hedef gözeterek kullanması karşısında kitleler pratik, yardımlaşmaya dayalı ve kararlılıklarını pekiştiren çözümler geliştirdi. Sokağa örgütsüz çıkan insanlar eylem alanlarında örgütlü davranmayı, kol kola girmeyi, yoldaşlığı öğrendi. Bu sayede çok geçmeden korku eşiği aşıldı.

Her ne kadar tetikleyicisi Gezi Parkı’ndaki yıkım olsa da eylemler, AKP’nin 11 yıllık iktidarı boyunca islami yaşam tarzını dayatan, diğer varoluş biçimlerini kısıtlayan politikalarına isyan olarak gelişti. Ülkenin farklı yerlerinde alanları dolduran kitlelerin ortak talebi, “Hükümet istifa!” sloganında somutlaştı. Direnişin merkezine oturan “yaşam tarzıma dokunma” talebi, büyük bir dinamizmin, buna bağlı olarak da yepyeni sloganların, duvar yazılarının ortaya çıkmasıyla sonuçlandı. Mizah öğesi, direnişin politik karakterinin altını oymak bir yana ona güç verdi korku eşiğinin aşılmasına yardımcı oldu. İnatçı yönü ağır basan yepyeni bir direniş kültürü doğdu.

Sokağa çıkan ve toplamda sayıları milyonları bulan eylemcilerin sınıfsal profilinde orta sınıf olarak tabir edilen küçük burjuvazinin ağırlığına vurgu yapılsa da, pek çok yerde sola son derece açık ve geniş imkânlar sunan bir tablonun ortaya çıktığını kimse inkâr edemez. Sosyalistler, eylemlere bayrak ile gelen, mahalle yürüyüşlerinde Atatürk resimleri taşıyan ancak lümpenlik ve şovenizmden de uzak duran halkı dönüştürmek için onlarla temas ederken bir yandan yaratıcı olmak, diğer yandan ilkelerine dair ellerini güçlü hissetmek zorundalar. Bayrak görünce suratımızı ekşiterek, Atatürk resimlerine çatık kaşla bakarak önümüzde duran tarihsel fırsatı değerlendiremeyiz.

Öbür taraftan, Haziran Direnişi’ni ulusalcı bir kalkışma değil, rahatlıkla AKP’ye tepki duyan farklı kesimlerin eylem koalisyonu olarak tanımlayabiliriz. Bazı mahalle yürüyüşlerinde kemalistler ağız tadıyla "Mustafa Kemal'in askerleriyiz" sloganını atamadılarsa, bunun nedeni devrimcilerin eylemlere ağırlık koyması değil, Birinci Cumhuriyet'in kodları ile harekete geçme imkânının son derece daralmış olmasıdır. Cumhuriyetçilerin pek çok yerde özel bir ağırlığının olması, eylemlerin “Cumhuriyet Mitingleri” atmosferine sokulması için yeterli olmadı.

İlk günler "Kitlenin içinde ırkçılar var" yalanıyla tabanını eylemlerden uzak tutan BDP, desteğini mekânsal olarak Taksim Meydanı, siyasi olarak ise eylemleri “barış” gündemine eklemleme çabasıyla sınırladı. Demirtaş’ın ilk günden bu yana eylemlerin merkezinde olduklarını söylemesine karşın gerçek, Haziran Direnişi’nde Kürt muhalefetinin etkili bir unsur olarak yer almamayı tercih ettiğidir. Üzerinde Kürt illerinin yazılı olduğu TOMA’lar Ankara’da eylemcileri kovalar, onlara su sıkarken bu kişileri barışa karşı olmakla itham etmek, en hafif tabirle insafsızlıktır.

Eylemcilere yönelik iftiraların geldiği boyut, yukarıdaki örneği gölgede bıraktı. Ayranı fazla kaçıran diktatör, eylemcilerin bayrak yaktığını, camide içki içtiklerini, kapalı kadınlara saldırdıklarını, AKM'ye illegal örgüt bayrakları astıklarını bile söyleyebildi. “Marjinal gruplar” söylemi, her gün yüz binlerce insanın sokakları doldurduğu bir dönemde hükümet temsilcilerinin diline pelesenk oldu. Tabanını evde tutmakta değil, aslında sokağa indirmekte zorlanan AKP’nin bilindik psikolojik harp yöntemlerini devreye sokması, direnişin gücünü kırmaya yetmedi. Tam bu noktada imdada, başını liberallerin çektiği, örgütsüzlük güzellemesinden başka bir anlama gelmeyen “Flamasız Gezi” kampanyası yetişti.

11 Haziran sabahı harekete geçen polis ordusu, müdahalenin Taksim Anıtı ve AKM’ye asılan pankartların indirilmesinden ibaret kalacağı propagandası ile Taksim Meydanı’na girdi. İki haftayı geride bırakan direnişin meşruiyetini ve kitleselliğini zayıflatma amacıyla düzenlenen polis operasyonunda, sahneye bu kez özenle hazırlanmış molotoflar ortaya çıktı. Polis işgaline karşı Taksim Meydanı’nda düzenlenmek istenen barışçıl miting, yüzlerce gaz bombasının aynı anda atılmasıyla katliam provasına dönüştü. Parkın yanı başında bunlar olurken “Gezi’ye dokunmayacağız” diyen devlet cephesinin yeni stratejisi böylece ortaya çıktı: Direnişçileri Gezi Parkı'na ve çevreciliğe sıkıştırmak. Direnişin meşru temsilcisi olan Taksim Dayanışması’nı muhatap almak, taleplerine kulak vermek yerine yeni bir “akiller” heyeti oluşturma çabası, operasyonun tamamlayıcı unsurunu oluşturdu.

Tüm bu fiziksel, psikolojik ve “medyatik” saldırılara karşın insanlar Gezi Parkı’nı terk etmiyor, Taksim Meydanı’ndaki eylemci deviniminin seviyesi kritik eşiğin altına düşmüyor. Eylemciler de AKP de yeni bir dönemin açıldığının, eskiye dönmenin imkânsız olduğunun, statükonun sarsıldığının farkında. AKP Türkiyesine sığmaz dediğimiz ancak uzunca bir süredir kıpırdanma belirtisi dahi göstermeyen emekçiler, işsizler, gençler, Aleviler, kadınlar ve LGBT’ler güçlerinin farkına vardılar.

Lenin’in, “yönetilenler eskisi gibi yönetilmek istemiyor, yönetenler eskisi gibi yönetemiyor” şeklinde tarif ettiği durumu yaşıyoruz. Tespitlerimizin doğrulandığına, halkın ayağa kalktığına, ülke tarihinin en uzun soluklu eylem dalgasına tanıklık ediyoruz. Hiç birimiz Haziran Direnişi'nden önceki insanlar değiliz artık.

[email protected]