Toplumsal Hafızamız Bu Günleri Hatırlayacak mı Acaba? (Ecem Elma)

Bu topraklar sürekli çatışma halinde soluk alıyor. Devamlı birbirini boğazlamayı bekleyen taraflar mevcut. Birbirinin eksiğini arayan ki en hassas yerinden vurmayı bekleyen. Bazen insan korkuyor “doğru neredeydi” diye. Tek amaç diğerinin karşısında olmak durumuna gelinmesi, böyle çalışmaya başlayan beyinler ve öyle olmayanları da kolay yoldan öyle görmeye çalışanlarla dolu etrafımız.

“Çatışma” olmadan bir hayat bekliyorum gibi saçma hayalperestliklerle yaşayan bir insan da değilim. Ama “mantık” arıyorum.
Doğrunun çokluğundan da bahsetmiyorum. Ki ben “ ona göre doğru” lafından nefret edebileceğim kadar nefret ediyorum. Bir sürü doğru olduğuna inanan ve bunu söyleyenlerin tartışmadan kaçan, kendi tezinin çürütülmesinden korkan insanlar olduğunun kanaatindeyim.

Yaşadığımız coğrafyaya ve tarihimize baktığımızda hep söylenen kardeş içinde yaşadığımız dönemler ne zamandı diye merak ediyorum. Öyle insanlarız ki sürekli bir linç politikası, sürekli bir benim duygusu diğerini hem yok sayma hem de bizden yapma çabası! Biz ki hep mütevazı olduğumuzla övünürüz, o zaman merak ediyor insan kendini bu kadar yüce görmenin sebebini.

Kendi tarihimize şöyle bir bakalım unutamadığımız, unutmamamız gereken ne kadar da çok acı olay var. Neler yapmışız ya da neler yapılmış bize, orada ki farkı da size bırakıyorum.

Yıl 1955. Kullandığımız tabirle 6-7 Eylül olayları. İstanbul başta olmak üzere Adalar ve İzmir’de birçok Rum ve gayrimüslimin evleri, dükkânları yağmalandı ve linç edildi. Olaylar sonuncunda çok fazla insan yaralandı, yaşamını yitirenler oldu. Maddi hasarın boyutları ise çok büyüktü.
Peki, o kadar insanı sokağı döken neydi “atamızın evi bombalandı.” haberi. Peki, gerçek miydi? Hayır. O zaman bu kadar insanı sokağa döküp de sonucunda yüzlerce Rum’u göç ettiren başka bir sebepti. Artık pes dedirtçek bir olayda zamanın DP hükümeti 6-7 Eylül olaylarının sorumlusunun komünistler olduğunu söyleyip içinde Aziz Nesin’in de bulunduğu birçok yazara dava açılmasıydı.

Yıl 1969. Nam-ı diğer Kanlı Pazar. 16 Şubat 1969 da birçok komünist genç 6. Filoyu protesto eder. Bunu duyan Milli Türk Talebe Birliği olaya müdahale etme gereği duyar. Aslında 6. Filo protestosunda Amerikalılar rahatsız olması gerekirken bu insanların rahatsızlık duyması ilginç tabi. MTTB üyeleri ve o zamanki ortakları mavi kurdelelerini takıp meydana çıkarlar. Mavi kurdele takarlar çünkü hem onlar birbirini ayırt etsin hem de polisler tanısın diye elbette. Olaylar sonucunda 2 genç bıçaklanarak yaşamını yitirir. O anı Hürriyet gazetesi fotoğrafla manşetinden yayınlar, polisin nasılda izlediğini ve müdahalede bulanmadığını çok rahat görebilirsiniz.

Yıl 1993. Sivas katliamı olarak hatırladığımız o acısı tarif edilemeyecek olay. Temmuzun 2sinde aydınlar, sanatçılar Madımak Oteli’nde Pir Sultan Abdal Kültür Derneği tarafından organize edilmiş şenlikler için toplanmışlardı. Ama ileri düşüncelere, aydınlara, doğruyu konuşanlara tahammülü dahi olmayan canavar insanlar topluluğu, onları cayır cayır yakmak istedi, önlerini de kimse al(a)madı (!) sonucunda 33 aydın, sanatçı, fikiradamı ve 2 görevli alevler arasında can verdi. Aziz Nesin ise kurtulanlar arasındaydı ama tam yangın merdiveniyle inmeye çalışırken azgın kalabalığa itilerek ellerine verilmek istendi. Son bir çare denediler.

Devam edelim hafızamız güçlü olmalı!

Yıl 2007. Türkiye’de o zamana kadar, suikast sonucu öldürülen 61 gazeteci vardı. Ta ki o güne kadar.19 Ocak 2007 de Agos gazetesi başyazarı Hrant Dink, gazete binasının önünde vurularak öldürüldü. 301. Maddeden yargılanıyordu, zaten vurana da, vurdurana da bu madde şahitlik etmekteydi. Türkiye bir fikiradamına daha tahammül edemedi. Onu hep çok beğendiğim şu sözüyle hatırlıyorum “kendi kimliğini ötekinin varlığına göre konumlandırmak hastalıktır. Kimliğini yaşatman için sana bir düşman gerekiyorsa, senin kimliğin hastalıktır.”

Yıl 2010. Muğla da yine ülkücü ve Kürt öğrenciler arasında çatışmalar yaşanmaktaydı. 12 Mayıs 2010 günüde ülkücüler Kürt öğrencilere saldırmış, polis de öğrencilere gaz kullanarak müdahale etmişti. O sırada Şerzan Kurt omzundan vurulmuştu, kafasında birçok darp izleri de olduğu öğrenilen genç, bir hafta yoğun bakımda kaldıktan sonra beyin ölümü gerçekleşerek yaşamını yitirdi. Olayın dava süreci başladıktan sonra iddianameden çıkan telefon kayıtlarında ülkücü ve polislerin arasındaki diyalog, aslında “güven” kelimesi çevresinde düşünürsek, hayli korkutucu.

Ve bize aynı 6-7 Eylül olaylarını hatırlatacak bir nevi bu yazının yazılmasına sebep olan, şu günlerde yaşadığımız vahim durumlar.
Yıl 2010. 25 Temmuz günü asayiş olayı olarak üstü kapatılmaya çalışılan İnegöl de yaşananlar hemen ardından Hatay da meydana gelen olaylar. Bu sefer insanlarımız sokaklara Kürt aramaya çıkıyor. Peki, bu daha ne kadar sürecek. Bir daha kine kimleri aramaya çıkacağız sokaklara, daha ne kadar bu oyunlara alet olacağız, olduğumuz yerde sayacağız hatta bir mesafe kat edersek daha ne kadar geri gideceğiz. Kim kimi istemiyor, hangi cüretle yok sayıyor ya da nasıl meydan okuyor. Hani yazının başında dedim ya, hem yok sayma hem de bizden yapma çabasını birlikte veriyoruz.

Çözüm, çözüm, çözüm istiyoruz diyoruz. Peki, çözüm için farklı bir yöntemin şimdiye kadar uygulandığını gördük mü? Hayır. Milliyetçilik duygularının günden güne artış gösterdiği bir ortam da ne çözüm ürete biliriz ne de yeni sorunların çıkmasına, acıların yaşanmasına engel olabiliriz. Çünkü çözüm için değiştirmemiz gereken çok şey var önümüzde, çok şey. Bu da ancak yurdunu seven ve ilerlemek için yeni bir dünya için umudunu yitirmeyen insanlarla mümkün olacaktır. Şuan için bu vasıflara sahip olanlara ise iki kat görev düşüyor hem bu yolda yürümek hem de bunları yitiren insanların ellerinden tutmak, kaybettikleri umudu tekrar kazanmalarına yardımcı olmak. İnadına inanmak en önemlisi. Değişe bileceğine, değiştire bileceğine inanmak.

Toplumsal hafıza denilen şey ne kadarda garip değil mi? Acaba neye göre hatırlıyor, neye göre unutuyoruz yaşananları. Hatırlattıklarımın ötesinde çok fazla şey var aslında ama hatırlamak lazım. Bu günlerde yaşadıklarımızı da toplumsal hafızamız ne kadar hatırlayacak acaba, aslında bence çözüm hatırlamak değil. Çünkü 6-7 Eylül’ü tekrar hem yaşayarak hem de yaşatarak hatırlattık(!). Umarım bir daha böyle tekrarlanmaz. Sonra toplumsal hafızamız yaşananları nasıl hatırlayacak diye bir yazı yazmak zorun da da kalırız ki hiç istemem. Hani sorun yazmak da değil biliyorsunuz.

Ama asıl mesele inanmakta. Değişe bileceğine, değiştire bileceğine inanmakta.