Tayyip’in çözüm süreçleri, önce Kürtler, şimdi de Ulusalcılar mı? (Ahmet Şahin)

-

AKP’li yıllar bir çeşit endüljans satışıyla geçti. Mevcut kötülüklerin gerçek mücadeleyle ortadan kaldırılabileceğinden umudu kesmeye zorlananlara Tayyip’in demokratik cenneti vaadedildi. Elbette bunun için ödenmesi gereken bir bedel vardı. Ancak bu bedel bile geniş ödeme kolaylıklarıyla tahsil edilecekti. Katolik Kilisesi doğrudan para alırdı cennet için, herkes ne ödediğini, ne kadar ödediğini bilirdi. Tayyip taksitle alıyordu alacağını. Kimse Tayyip’i sevmek, AKP’li olmak zorunda değildi. Görünüşte demokratik cennet için pek bir şey de ödenmiyor gibiydi. Karşı durmamak, demokrasinin gelmekte olduğuna dair umut beslemek yeterliydi. Tayyip demokrasiyi getiriyordu. Süreç işliyordu. İsmi vardı, cismi yoktu bu sürecin, ama olsun. Paket üstüne paket açılıyordu. Bir şeyler ha değişti ha değişecek gibiydi. Pek çok şey de değişiyordu gerçekten. Örneğin toplumsal yaşam giderek dinselleştiriliyordu. Örneğin birilerinin, demokrasi düşmanlarının ve bölücülerin, millet iradesine karşı olanların başına “bir şeyler” geliyordu. Ama o gürültüde birkaç ulusalcının, birkaç bölücünün başına gelenlerle kim uğraşır? Hatta onlar sürecin işlemekte olduğunun kanıtlarıdır. Sosyalistlerin başına “bir şeyler” gelmesi ise zaten her dönemde herkes tarafından doğal karşılanır. Arada bazı hukuksuzluklar, bazı tatsızlıklar da oluyormuş. Ne yapalım? Devrim kanunları yürürlüktedir. Demokrasi için olacak o kadar. Hem İskilipli Atıf Hoca’nın başına gelenlerin yanında nedir ki? Yollarda laikçi başı açık kadınlar tarafından kötü kötü bakılmak suretiyle zulme uğratılan türbanlıların çektiklerinin yanında sözü mü olur tam olarak neyle suçlandığını bile bilemeden yıllarca hapiste kalmanın? Endüljans kağıtları kapış kapış gitti. Önce liberaller atladı. Tercih edilmiş gerizekalılıkları içinde AKP iktidarının gönüllü tetikçiliğini yaptılar. Ortaya saçılan pisliklerin üzerini örtmek, cesetleri ortadan kaldırmak da onların işiydi. Müşteri profiline göre çeşit çeşit endüljanslar vardı : “AKP ile özel hissediyorum”. Faşistseniz faşist kalın, liberalseniz liberal. Hatta sosyalistseniz bile üzülmeyin, sürece dahil olmak sizin de hakkınız. Sizin için de çok yaratıcı çözümlerimiz var. Devrimciliğinize halel getirmeden kendinizi kazanan tarafta hissedebilirsiniz. Demokrasiden nasibini almayan kalmayacak inşallah! Ödeme taksitle olduğu için önceleri kimseyi rahatsız etmedi. Ama zaman geçtikçe ödenen toplam tutar birikti. Kimse demokratlığına, hatta devrimciliğine halel getirmediğini düşünüyordu. AKP’ye ne vermişlerdi ki… AKP’ye kazandırdıkları şeyin, toplumsal meşruiyetin, ideolojik üstünlüğün altın değerinde olduğunu göremediler. Taksitler de bitmek bilmiyordu. Kilise belirli bir tutar alırdı. Tayyip’in daha ne kadar alacağı belli değildi. Kürt Hareketi de Tayyip kağıtlarına yatırım yapanlar arasındaydı. Kürt Halkı ve onu temsil etme iddiasındaki siyasal hareket onca baskıya uğradıktan, kanı pahasına belirli bir meşruiyet temeli edindikten sonra ilk kez adam yerine konulmanın, ilk kez masaya oturabilmenin mutluluğunu yaşıyordu. Gerçi liberallerin aksine Tayyip’le sık sık çatışmak zorunda kaldı ama taksitlerini günü gününe yatırdı o da. Yıllar geçti, ödenenler birikti. O kutsal sürece nice kurbanlar sunuldu ama Yukarı Mezapotamya toprağına da Anadolu’ya olduğu gibi tek damla rahmet düşmedi. Ama olsundu! Yeter ki süreç baltalanmasındı! Suriye parçalanıp kana boğulabilir, Türkiye işçi sınıfı alabildiğine köleleştirilebilir. Tüm toplum dincileştirilebilir. Cumhuriyetin tüm kazanımları yok edilebilir. Tek, sürece bir şey olmasın. Roboskili aileler Tayyip’le iftar sofrasına oturmak zorunda bırakılsın. Süreç baltalanmasın da… Emperyalizmin ve gericiliğin daha da teslim aldığı bir coğrafyada Kürdistan bir mutluluk adası gibi yükselebilir sandılar. Emperyalizmden ve gericilikten hiçbir halka hayır gelmezken, Kürt halkına gelebilir sandılar. Haziran’da Kürtler’in de içinde olduğu on milyonlar ayağa kalkmış. Olabilir… Onca yatırım, ödenen onca taksit boşa mı gidecek? İlk kez masaya oturmuşken masadan kalkıp maceraya atılınır mı? Ortada süreç müreç yoktu oysa. Masa vardı gerçi ama o masada kurulan meşhur diyalog eski bir reklamdakine benziyordu. Bir markette aldığı malın kalitesine itiraz eden bir müşteri, kimse tarafından dikkate alınmayınca sesini yükseltir: “Müdürle görüşmek istiyorum!” Bir demet sebze yüzüne doğru uzatılır: “Müdür bu, buna konuş”... Tayyip hala istemeye devam ediyor, çözüm tanrısına daha nelerin kurban edileceği belirsiz. Süreçte ne kazanıldı, daha ne kazanılacak, bilinmiyor… Ulusalcıların başına gelenlerle teselli buldu Kürtler. Kürtler’in başına gelenleri az bulup üzüldü ulusalcılar. Biz ikisini de uyardık. Her şeyden önce AKP’ye meşruiyet kazandırmaktan kaçınmak lazım dedik. Pek dinleyen olmadı. Şimdilerde ABD ve Türkiye burjuvazisi tayyip düzenini Tayyipsiz sürdürecek bir formül peşinde. Tayyip de pazarlık masasına yeniden oturabileceği koşulları dayatmak için uğraşıyor. Bu kapsamda Tayyip’in ulusalcılara el uzatabileceğine, elinin havada kalmamasının da büsbütün olasılık dışı olmadığına Sol’da Aydemir Güler tarafından işaret edilmişti. Daha sonra bilindiği gibi, Ergenekon vb. davaların yeniden görülmesi tartışılmaya başlandı, hükümet içinden, orduya kumpas kuruldu dendi. Tayyip tarafından belirsiz umutlar verildi. Tam olarak ne olacağı bilinmiyor. Ne zaman olacağı bilinmiyor. Neyin beklendiği de bilinmiyor. Ama bu arada Tayyip’in, çözümün adresi olarak meşruiyeti artıyor. Kürt Hareketi’yle olan hikayenin aynısı. Bu Ergenekon davasının yeniden görülmesi meselesi de ulusalcılara yönelik ve ucu açık, ama çok açık bir çözüm süreci halini alabilir. Tayyip buradan da uzun vadeye yayılan bir meşruiyet kaynağı yaratmayı başarabilir. Önce insanları hukuksuz şekilde hapse at, sonra da çıkaracağım diye iki yıl bunun üzerinden siyasi rant kazan. Olmaz değil, Tayyip bu... Ulusalcı saflarda ve genel olarak muhalefet saflarında ne ölçüde karşılık bulacağına bağlı. Şimdilik genel bir kabul görmediği ama acaba olur mu ki diye kafa karıştırabildiği görülüyor. “Acaba bundan en iyi nasıl yararlanılabilir?” bu kadarı da yeter zaten. Elbette kimsenin bu nedenle Tayyip’in demokratlaştığına inanması gerekmiyor. Kürt hareketi içinde hiç kimse de böyle bir inanç beslemiyor zaten. Onlar “süreçten en uygun şekilde yararlanmak” istiyorlar. Bu da Tayyip’in meşruiyet devşirmesine yetiyor. Ulusalcılar da “büyük siyasete ve dönemsel ittifaklara” en az Kürt Hareketi kadar düşkün olduğuna göre sözü edilen tehlikenin önemsenmesi gerektiğini düşünüyorum. Tekrar söylemeliyim. Bunun olması için Tayyip’in açıkça desteklenmesi gerekmiyor. Aydınlık’ta yine Tayyip amansızca eleştirilebilir. Onun bu güne kadar Cemaat ile ortak olduğu tekrar tekrar vurgulanabilir. Siyaseten dolaysız çıktıları olmadığı sürece malumun ilamı bir anlam ifade etmiyor. Türkiye’de bir şeyi bilmekle gereğini yerine getirmek arasındaki nedensellik ilişkisi çoktan koptu zaten. Cemaat ile iş birliğine he diyen CHP’liler de Cemaat’in ne olup olmadığını bal gibi biliyorlar. Kürt Hareketi’nin vekilleri bazen mecliste hükümete karşı en etkili sözleri söyleyenler oluyorlar. Ama olan oluyor işte… Yukarıda söylediklerimin ışığında bazı Sol yazarlarıyla İşçi Partililer arasında yaşanan polemiğe değinmek istiyorum. Amacım bütün tartışmayı kapsayan bir müdahale yapmak değil. Sol’un yazarları gerekli görüyorlarsa bunu yapmayı sürdüreceklerdir. Ben bir Sol Okuru olarak bir-iki salvo yapacağım. Sol’un, Aydınlık’ın Tayyip’in uzattığı el karşısında tereddütte kaldığı konusundaki eleştirilerine karşı tartışmayı sürdüren Uğur Aytaç, Aydınlık’ta hala Tayyip’in BOP başkanlığından söz edilmesini örnek gösteriyor ve şöyle diyor. “Önderliği yıllardır kapatıldığı zindanlardan AKP iktidarına kafa tutmuş bir harekete yöneltilen bu itham…” Yukarıda yazdığım gibi, kimse Kürt Hareketi’nin Tayyip Erdoğan’ı eleştirmediğini iddia edemez. Hem çok da sert eleştirmektedir. Ayrıca Kürt Hareketi’nin önderliği de 15 yıldır zindandadır. Ama tüm bunlar Kürt Hareketi’nin nesnel olarak AKP’nin meşruiyetini arttırıcı bir etki yapmasını engellememektedir. Mesele o değildir. Sürece dair umut beslenmesi ve hükümetin istifasının birinci gündem maddesi olarak yazılmaması tek başına yetebilir. Daha sonra Can Soyer’e yanıt verirken şöyle diyor Aytaç: “3- “Kapitalizmi ilga edecek bir sosyalist devrim tahayyülüne sahip olmayı bir eleştiri konusu yapmayı becerip, hatta sosyalizme değil dönüştürülmüş bir kapitalizme ihtiyacımız olduğunu” iddia ediyormuşuz. İhtiyaç kavramı, yine tahlili tarih dışına çıkararak ele alınıyor. Osmanlı’da mültezimlerin vergi zulmü altında ezilen Anadolu köylüsünün de ihtiyacı kuşkusuz eşitlik, özgürlük ve refahtı. Dilerseniz “sabit fikriniz”le zamanda geri dönüp 19. yy Osmanlı’sında sosyalizmi kurmayı deneyebilirsiniz. Ya da Nazi Almanyası’nda faşizme karşı konumlananların müşterek programını kenara itip “şimdi sosyalizmi kurma zamanı” diyebilirsiniz. Mühim olan içiniz rahat olsun, sosyalistliğinize halel gelmesin.” Reductio ad absurdum, saçmaya indirgemek, etkili bir polemik yöntemidir. Ama zekice ve estetik bir şekilde yapılamazsa insanı düpedüz saçmalama konumuna da düşürebilir. 19. Yüzyıl Osmanlısı’nda ya da Nazi Almanyası’nda değiliz. Bu kadar basit. Bugün savunduğumuz politikanın aynısını o zamanlarda savunsaydık bu, siyaseti tarih dışı algılamak olurdu. Ama o zamanlarda değil, 21. Yüzyıl Türkiyesi’nde, iliklerine kadar kapitalistleşmiş bir ülkede savunuyoruz. Bırakalım 19. Yüzyılı falan. Uğur Aytaç içinde yaşadığımız dönemde sosyalizmin güncel olmadığını kanıtlamaya çalışsın. Eskiden belirli bir tarihsel uğrakta ve belirli koşullar altında savunulmuş bir politikayı bu güne aynen aktarmayı savunan, 19. Yüzyıl’da yanlıştı demek ki bugün de olmaz diyen Uğur Aytaç kendi savlarını bir saçmalığa indirgemiş oldu. Bu sırada bizi tarih dışı bakmakla suçlaması acayip. Şöyle devam ediyor: “Ancak, küçük ve orta ölçekli meta üreticisinin – ara katmanların programıyla örtüşen ve aydınlanmacı küçük burjuva radikalizminin siyasal-kültürel talepleriyle birleşmiş ulusal cephenin emperyalist – gerici – neoliberal ittifakı kuşatan stratejisini “kapitalizm iyidir” düsturu olarak yorumlamak daha önce söylediğimiz gibi içeriğinden ayrıştırılmış bir sözcük olarak “sosyalizm”e bağlılığa işaret ediyor.” “küçük ve orta ölçekli meta üreticisi” 30-40 yıl önce olsa dürüstçe milli burjuvazi derdi Aytaç. Bu arada burjuvazinin asalak değil, meta üreticisi olduğunu da öğrenmiş olduk. Burjuvazinin bir kesiminin emperyalizmle çelişen çıkarları olduğu eski bir iddiadır. Milli Burjuvazi adı verilen bu kesimle ittifak halinde önce bir Milli Demokratik Devrim (MDD) yapılmasını, bu aşamada burjuva-demokratik görevlerin gerçekleştirilmesini savunan görüş de eskidir. Doğrusu bunları yazarken kendimi 1960’larda bir üniversite kantininde hissediyorum. Güzel bir duygu. Ama geçmişte yaşanmaz. Gerçeklere dönelim. MDD stratejisi 60’larda bile yanlıştı. O zaman milli burjuvazi diye bir şey var mıydı, yok muydu, ayrıca tartışılır. Ama bugün hala bunların tartışılması komik. Burjuvazinin, çıkarları emperyalizm ile çelişen bir kesimi yoktur. Türkiye tamamen kapitalist bir ülkedir. Bugün bağımsızlıkçı bir kapitalist ülke tarihsel olarak imkansızdır. 1923 Cumhuriyeti’ni restore etme çabası tarihin çarklarını durdurma çabasıdır. Bugün cumhuriyetin kazanımlarının korunmasının tek yolu, cumhuriyeti, sosyalist cumhuriyet durumuna getirmektir. Bağımsızlık da kamuculuk da laiklik de artık ancak işçi sınıfı tarafından savunulabilir. Sabit fikirli olmasına sabit fikirliyiz de, sosyalist devrimi savunmamız onun bilimsel olarak önümüzdeki tek olanaklı yol olmasındandır. Burjuva-demokratik görevler sosyalizmde tamamlanır. Türkiye gibi emperyalist-kapitalist sistemin alt basamaklarında yer alan bir ülkede burjuva düzeni asla tam bir istikrara ve oturmuşluğa kavuşamaz. Böyle olması sosyalizme sıra gelmediği anlamına değil, sosyalizmin olanaklı olduğu anlamına gelir. Burjuva devriminin yarım kalması bir tarihsel hata değil, onun doğası gereğidir. Burjuvazi gericileşir, ilericiliği bir yerde biter. Onu burjuva devrimlerinin mantıksal sonuçlarına zorla götüremezsiniz. Sosyalizmle bağlarını yıllar önce kesmiş bir hareketin temsilcileriyle bunları tartışmak ilginç oluyor. Ömer Laçiner bile 2010 Referandumu’nda “Evet” denilmesini savunurken, eğer bu referandumda evet çıkarsa burjuva demokratik devrimi tamamlanmış olacak diyordu. Sol liberaller işlerine gelince 30-40 yıl öncesinden akıllarında kaldığı kadar, Marksist jargona başvururlar. Uğur Aytaç’ınki de o hesap. Aşamacılık ve sınıf temelli bakışın yokluğu iki versiyonuyla da başımıza bela oluyor. 60’lı yıllarda ittifak yapacak milli güçler ararsanız, burjuva devrimcisi subaylar bulabilirsiniz ve kendi trajedinizi yaşarsınız. 2000’li yıllarda aynı şeyi yapmaya kalkarsanız, yanınızda faşistleri ve artık kendinden başka kimseyi temsil edemeyen ıskartaya çıkmış burjuva siyasetçilerini, bir de ABD’den artık yüz bulamadığı için Avrasyacı olmuş anti-komünist bürokrat eskilerini bulursunuz. Mideniz kaldırıyorsa onlarla bir cephe kurarsınız ve yaşadığınız şey bu kez bir komedi olur. “Kendinizden eminseniz durduğunuz çizgiye kim geliyorsa AKP-Cemaat iktidarı hattının karşısına yığılmış bir güç olarak sevk ve idare etmek zorundasınız.” diyor Aytaç. Kendinden emin olmak nasıl oluyor peki? Pratikte sosyalizmle her türlü bağı koparıp, faşistlerle iş birliği yapıp sonra da nasıl temiz kalabiliyorsunuz? Efsunlu musunuz? Yoksa ermişlik mertebesine ulaştınız da dünya nimetleri artık size günah değil mi? Sosyalistlik üzerinizde taşıyınca sizi her türlü kötülükten koruyan, daha doğrusu size her şeyi yapma hakkı sağlayan bir tılsım mıdır? Başladığımız konuya dönelim. Ulusalcı cenah içinde Tayyip’in denemesi şöyle bir titreme yarattı ve bu kadarı bile AKP’nin şu anda umabileceğinden fazlası. Ama henüz hiçbir şey kesinliğe kavuşmuş değil. Ulusalcıların da Kürt Hareketi gibi, süreç diye diye, bir eğik düzleme girip girmeyeceğini göreceğiz. Bu kesimin AKP’yle olan mücadelelerinin şiddeti böyle bir tuzağa düşmelerini zorlaştırsa da aksini garantilemez. Ama önümüzdeki dönemde hem düzenin iç dengelerinin, hem de sokaklara çıkacak kitlelerin oluşturacağı nesnellik, bunun önünde bir engel olabilir.