Siyasette postmodernizm (Cenk Balcıoğlu)

28 Şubat Darbesi'nin basında ve medyada sıkça postmodern darbe olarak adlandırılmasıyla birlikte daha sık duymaya başladık postmodern sözcüğünü. Sadece siyasette değil felsefe, sinema, tiyatro, roman, mimari gibi alanlarda da dünya genelinde adını ve etkisini görüyoruz postmodernizmin. En karakteristik özelliği nesnellik yerine öznelliği esas alması. 28 Şubat Darbesi'nin birer nesne olarak tank ve tüfek yerine öznel bir edim olarak muhtırayla yapılmış olması -her ne kadar muhtıranın ardında o nesnelerin gerçeği olsa da- bu karakteristiğe uyuyor göründüğü için postmodern darbe olarak adlandırılmış olmalı.

Başlangıcı 19. yy.’a dayandırılabilse ve farklı yönleri ile tanımları var olsa da postmodernizm siyasal alanda dünyada esas olarak 1979 yılında Fransız düşünür Lyotard'ın "Büyük anlatıların sonu" teziyle bilinir ve tartışılır oldu. Postmodernizmin bu yıllardan itibaren dünyada, 1990'lı yıllardan itibarense Türkiye siyasetinde önemli etkileri oldu.

Lyotard'ın postmodern siyasete temel olan tezinde “Büyük anlatılar” söylemi ile kast ettiği siyasal, toplumsal, iktisadi ve kültürel yönleriyle bir bütün halinde dünya görüşü olan anlatılardır. Hristiyanlık ve İslam gibi yaşamın hemen her alanında bir söylemi olan dinler ve modernizmin düşman kardeşleri kabul edilebilecek olan liberalizm ve sosyalizm büyük anlatıların başlıcalarıdır. Dinler aydınlanma çağından, liberalizm ise 19. yy’dan itibaren önemli itibar kaybına uğramıştı. Lyotard 1979 yılında sosyalizmin de öldüğünü iddia ederek tüm büyük anlatıların ölümünün tamamlanmış olduğunu ileri sürdü.

Lyotard’ın tezini izleyen yıllarda Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla tez doğrulanmış gibi görüldü. Büyük anlatıların öldüğüne inanılan bu ortamda küçük anlatılar diğer bir deyimle parçalılık fikri öne çıkarıldı. Büyük anlatılar ölmüş geriye parçaları kalmıştı. Parçalılıkla kasıt çevrecilik, feminizm, eşcinsel hakları, etnik ve dini azınlıklara özgürlük, sendikacılık gibi söylem ve siyasetlerin bütünsel bir ideoloji içinde değil kendi başına önem ve özerklik kazanmasıdır. Postmodernizmin güç kazanmasıyla bireyler siyaseti bütünsel şekilde ve büyük amaçlar için değil spesifik bir alanda ve görece daha küçük amaçlar için yapmaya başladılar. Örneğin toplumsal, siyasal, iktisadi ve kültürel bütünlüğü içinde toplumu değiştirme hedefi güden (büyük anlatı) sosyalist bireyler ve örgütlenmeler yerine sadece çevreciliğe veya sadece feminizme odaklanmış bireyler ve örgütlenmeler arttı. Bu şekilde toplum bütünsel bir anlam yerine parçalı bir anlam kazandı postmodern siyasette. Modernitede bütünsellik önemli iken postmodernitede parçalılık önemli oldu. Her bir parça özerk hatta bağımsız bir anlayış içinde adeta dokunulmazlık zırhı ile kaplandı. Bütünsel söylemleri savunanların parçalılıkları oluşturan her ögeye yönelik eleştirisi totaliterlik ve dayatma suçlamasıyla karşılaştı.

Parçalılığın bu şekilde adeta kutsanmasında görünürdeki neden her bir parçaya duyulan saygı ve özgürlük teması olsa da özünde nesnel gerçekliğin hiç kimse tarafından tam olarak bilinemeyeceği savı bulunuyor. Einstein'ın görelilik kuramı ve Heisenberg'in belirsizlik kuramı da bu sava destek olarak sunuluyor. Bilimsel alanda bu kuramlar ideolojik alanda ise büyük anlatıların sonu tezi nesnel gerçekliğin hiç bir zaman bilinemeyeceği sonucuna götürüyor postmodernistleri. Nesnel gerçeklik madem tam olarak bilinemeyecek ve bütünsellik de yakalanamayacaktır o halde toplumdaki her bir parçayı kendi başına "özgür" bırakmak gerekir. Postmodern toplum tahayyülünde gerçeklik hep bulanıktır ve herkes kendince doğrudur. Bu sebeple birilerinin nesnel doğru tarif etmesi diğerlerine hep bir dayatma, saygısızlık ve kendini beğenmişlik olarak görülür.

Dolayısıyla postmodernizmde her olgu ve süreç öznel ve göreli hal almıştır. Sürekli bir şekilde “bana göre” veya “bence” diye başlayan cümlelerde karşıdakine saygıdan öte böyle bir felsefi temel karakteristiktir. Öznelliğin böylesine tavan yaptığı anlayışta elbette ki nesnel doğruyu arayan akıl ve bilim değer kaybetmiştir. 20. yy.'da gerçekleşen iki büyük savaş tam da aklın ve bilimin hüküm sürdüğü bir dünyada gerçekleşmemiş midir? Modernizmin ve teknolojinin hakim olduğu günümüz toplumlarında insanlar hala mutsuz değil midir? O halde modernizm eleştirilmeli ve onun temeli olan akıl ve bilim değersizleştirilmelidir. Bu değerlerle anılan ve 17.-18. yy.’da başlayan aydınlanma geleneğine eleştirel yaklaşılır. Postmodernistlerin aydınlanma geleneğine eleştirel yaklaşımına karşı Alman düşünür Jurgen Habermas aydınlanma geleneğini savunmuş, sorunun aydınlanma geleneğinden değil bu projenin tamamlanmamış olmasından kaynaklandığını söyler. Aydınlanma yarım kalmış bir projedir der. Habermas'a göre postmodernistlerin aydınlanma karşıtlığı onları muhafazakarlara yaklaştırır. Türkiye'de 2010 Referandumunda postmodernistlerin muhafazakarları desteklemesi Habermas’ın tespitini doğrulamıştır.

Akıl ve bilimle tam bir barışıklığı olmayan dinsel düşünce postmodernizmin akıl ve bilim eleştirisinden memnundur. Postmodernizmin toplumsal yapıda ve örgütlenmede parçalılığı yüceltilmesi de dinsel ideolojiler için yeni olanaklar yaratmıştır. İdeallerin parçalara bölündüğü ve parçalardan ancak biriyle avunabilen modern toplumların yalnızlaşmış insanı için din yeniden bir kurtuluş yolu olarak sunulmuştur. Postmodernizmin esas olarak 1980'li yıllarda boy göstermesi ile dinsel inançların ve siyasetin sadece Türkiye'de değil dünyanın pek çok yerinde aynı yıllarda güç kazanması tesadüf olmamalı. Nesnel doğruların kabul edilmediği bu ortam dinlerin iki yüz yılı aşkın süre dünya çapında güç kaybından sonra tarihsel atağa geçişini sağlayan ortamdır da. Her şeyin öznel kabul edildiği postmodern anlayışta en gerici inanç ve ritüellerin bile eğitim sistemine girmesi bir hak ve özgürlük olarak yorumlanmıştır.

Modernite kavramında önemli yerleri olan merkezilik, liderlik ve dikey örgütlenme yerine postmodernitede yerellik, lidersizlik ve yatay örgütlenme kavramları önem kazanır. Nesnel doğru diye bir şey olmadığına göre bu doğruyu yayacak, öncülük yapacak bir lidere, merkeze ve dikey örgütlenmeye de gerek yoktur! Kişiler doğruyu kendi başlarına bulabilirler ve merkezi yapılanma olmadan da örgütlenebilir ve başarılı sonuçlar alabilirler denir. Ancak gerek Wallstreet'i İşgal hareketinde gerekse Haziran Direnişi'nde ve diğer muhalif hareketlerde lidersiz ve yatay örgütlenme modellerinin başarı sağlayamadığını göz önünde bulundurmak gerekir. Postmodern direnişlerde bir türlü sonlanmayan tartışmalar, alınamayan kararlar, ne yapacağını bilemeyen insanlar genel görüntünün öne çıkanlarıdır.

Postmodernitede yaşamı diyalektik bir bütün içinde değerlendiren siyasi parti ve örgütler yerine sivil toplum örgütleri önem kazanır. Bunun nedeni büyük anlatıların sonlanmış olduğu düşüncesiyle bağıntılı olarak küçük anlatıların önem kazandığına inanılmasıdır. Siyasal aktivitenin merkezine ise müzakereci demokrasi oturmuştur. Nesnel koşulların ve determinist etkilerin önemini kaybettiği postmodern tahayyül dünyasında değişim öznelerin birbirleriyle etkileşimine indirgenir. Nesnel doğruların olmadığı bu tahayyül dünyasında doğrular özneye göre değişiklik gösterdiği için ortak doğruyu bulmak sadece özneler arası diyalogla sağlanabilir. Bunun siyaset dünyasındaki karşılığı müzakereci demokrasi olarak adlandırılır.

Müzakereci demokrasinin gerçekleşebilmesi için toplumdaki her bir siyasi öznenin varlığının ve özgürlüğünün güvence altına alındığı bir demokrasi gerekir. Buna çoğulcu demokrasi adı verilir. Çoğulcu demokrasi içindeki siyasi öznelerin birbirleriyle müzakere etmesi sonucu toplumsal doğrunun ortaya çıkacağı varsayılır. Buradaki yanlış postmodernizmin diğer alanlardaki gibi sınırsız bir öznellik içinde kalarak üretim ilişkileri, sınıf mücadelesi ve emperyalizm gibi nesnel etkenleri göz ardı etmesi ve siyasal yaşamı söz edimine, diyalog ve müzakereler sürecine indirgemesidir. Sermaye sınıfı idaresiyle, yargısıyla, polisiyle, medyası ve eğitim sistemiyle baskı ve ideolojik hegemonyasını kurarken müzakereci demokrasiyle sistemi iyileştirebilme söylemi oldukça naif kalmaktadır. Kuşkusuz müzakereci demokrasinin yürütülmesi gereken siyasal süreçler olabilir. Ancak postmodern siyasette ana eksenin ve temel mücadele şeklinin bu olduğu göz önünde bulundurmak gerekiyor.

Postmodern siyasette eşitlik ve özgürlük kavramları arasındaki denge aşırı şekilde özgürlük kavramı lehine bozulmuştur. Bunun nedenini gene sınırsız öznellik temeline bağlamak yanlış olmaz. Özgürlük siyasal, hukuksal ve ahlaki düzlemlerde gerçekleşebilir. Bunların hepsi de üstyapıya özgüdür. Oysa eşitlik yukarıda sayılanlara ilaveten iktisadi düzeyde de gerekebilir. Örnek vermek gerekirse hukuksal olarak her vatandaşa yurt dışı seyahat özgürlüğü verebilirsiniz ama parası yeterli olmayan gidemez. O halde özgürlüğün tam anlamında gerçekleşebilmesi için eşitlik ilkesinin de uygulanıyor olması gerekir ve bu önemli ölçüde nesnel kıstaslara ve iktisada dayanır. Hiç de postmodernizme göre kıstaslar değil! Böyle olduğu için de postmodern tahayyüller kapitalizm sınırları içinde alternatif arayışları olarak kalıyor. Her ne kadar büyük söylemlerin sonu ile hem liberalizm hem de sosyalizmin sonu ilan edilmişse de postmodernizm pratikte liberalizmle barışık kalır. Parçalılık fikri tam da liberalizmin bireyi toplumdan tecrit eden anlayışına uygun görünüyor. Eşitlik kimlikler arası eşitliğe vurgu yaparken iktisadi eşitlik dışlanır. Aşırı özgürlük vurgusu diğer faktörleri göz ardı ederek salt bir otorite karşıtlığı sığlığına iter postmodernistleri. Bunun siyasal yaşamdaki örneklerinden biri Esad’a karşı gerici Suriye muhalefetinin desteklenmesidir. Esad’ın otoriterliği karşısında şeriatçı gericilik özgürlükçülük adına desteklenmiş, emperyalizm göz ardı edilmiştir.

Postmodern siyasal anlayışın çözülmesi gereken toplumsal sorunlar arasında hiyerarşi gözetmeme söylemi de karakteristik özelliklerinden biri. Postmodernistler bunu "Acılar birbirleriyle yarıştırılamaz" ifadesiyle simgeleştirirler. Örnek olarak iş yerinde patronu tarafından ezilen bir erkek işçinin evde karısını ezmesi, kadının ise çocuğu ezmesi gösterilir. Dolayısıyla toplumun tüm katmanlarında görülen sömürü veya egemenlik biçimleriyle karşı karşıyayız ve birini öncelikli ya da belirleyici kabul edemeyiz denir. Bu sorunlar arasında ayrım ve hiyerarşi oluşturmadan hepsinin çözümü için eşit uğraş verilmelidir. Postmodernizm, tarihsel materyalizmi ret ettiği için böyle bir sonuca varır. Uğraş alanımız toplum ve siyaset değilde psikiyatri olsaydı "Acılar birbirleriyle yarıştırılamaz" sözlerini onaylayabilirdik. Gerçekten de duygu dünyası için bunu ölçecek bir yöntemimiz yok. Ancak tarih boyunca insanlar için en büyük acı kaynaklarının başında olan savaşların istisnaları olsa da ekonomik sebeplerle gerçekleştiğini biliyoruz. Daha fazla toprak, köle, yeraltı kaynakları veya vergiye sahip olma yarışı kısacası mülkiyetçilik belirleyici olmuştur tarihin gidişatında. Mülkiyetler ise sınıf savaşımlarında belirlenmiştir. Etnik ve dini görünen çatışmaların bile özünde sınıf savaşımı görülür. Günümüzde emperyalizm olgusunu göz ardı ederek dünya siyaset sahnesi tahlil etmek ve milyonların acılarına çare üretmek mümkün değildir. Bu durumda sınıf savaşımını ve emperyalizm olgusunu siyasetin merkezi bir konumuna yerleştirmemiz gerekir. Böyle bir hiyerarşi izlemek diğer sorunları kabul etmemeyi ve onlar için mücadele etmemeyi gerektirmez.

Ancak gene örnek üzerinden gitmek gerekirse Esad'ın otoriterliği ile mücadele etmek orada emperyalizmin oynadığı role karşı mücadele ile eşit önemde olmamalı. Eğitim sistemimiz dahil tüm Türkiye toplumu gerici bir düzene gittikçe daha çok dönüştürülürken “dini inançlara özgürlük” söylemi gericilikle mücadele ile eşit önemde olmamalı.

Sonuç olarak postmodernizm, sanat ve mimari gibi alanlarda farklı bir renk ve kültürel zenginlik getirmişse de siyaset dünyasında liberalizme ve muhafazakarlığa dolaylı yoldan hizmet etmiş, insanlığa kapitalizmin sınırlarını aşan bir vizyon da sunamamıştır. Sınırsız bir görelilik ve öznellik sebebiyle akıl ve bilim insani değerler içindeki yerini boşaltmış burayı dinler doldurmuştur. Özgürlük ve çoğulcu demokrasi söylemleri dayanışma toplumuna değil parçalanmış toplumdaki her bir izole parçayı korumaya ve yüceltmeye hizmet etmiştir. Bütünselliğin dağılmasıysa liberalizme yaramıştır.

[email protected]