Sanatı Nasıl Savunacağız? (Melike Özbay)

AKP’nin sanatta her yere fütursuzca dil uzatabilmesi onun alan kapamadığı her yere saldırmaya başladığı son aylarından, daha eskilere dayanıyor. Şehir Tiyatroları’nın trajedisi de yeni değil, ilk de olmayacak. Bunun ardından Devlet Tiyatroları, Opera ve Bale gelecek. Bütün bunların, son beş yıldır belki, gerekliliği tartışmaya açılmış, en çok da “üretken” olmamak suçuyla kapatılması ya da yeniden yapılandırılması meşrulaştırılmaya çalışılmıştır.

“Topluma ve onun sanat anlayışına uzak olma eleştirisi” sanatçılara karşı uzun zamandır yürütülen, liberal kanatta da bol tüketicisi bulunan bir saldırı. Toplumla, bugünün sanatsal üretim anlayışı arasındaki açıya toplumdaki gericileşmeyi yok sayarak yaklaşan liberaller, bu açıyı “salt estetik kaygıya dayalı üretim” ya da “orta sınıfa özgü bir eğlence aracı” olarak değerlendirmekde haksız, bu açının gerçekliğinin analizi konusunda haklıdırlar. Aydınlanma çağının ürünlerini “müziğinizi kimse anlamıyor, resminizi kimse anlamıyor” diye yinelendikçe bayatlayan tavırla eleştirmelerinin esas sebebi aydınlanma çağına düşmanlaşmaları. Bu düşmanlıkla niyet piyasacı anlayışı “estetik kaygı” içinde, toplumun gericileşmesini ise sanat çevrelerinde biraz daha olağan kılmaktır. Burada sadece estetik kaygı ile yapılan üretimleri olumladığım sanılmasın. Demek istediğim şaşılmaması gereken, bu düşmanlığın seçtiği yol. Sözde her zamankinden daha fazla “halkın istek ve zevklerini” göz önüne alanların, halkçı siyaset konusunda yetersizleşen iktidar ve yandaşlarına başka alanlardan destek çıkmaları. Sanata dair yapılan müdahaleler de bu piyasa arayışından ayrı değerlendirilmemeli, sadece iktidar ve yandaşlarının bir alan kapma arenası olarak görülmemelidir.

“Halkın beğeni ve zevklerine uzak kalmak” şeklinde birleşen saldırılar karşısında, aydınlanma birikimini sahiplenen bir nitelikle karşı durulmalı şüphesiz. En çok da “toplum bunu istiyor hadi artık muhafazakar sanat yapalım da onu satalım” safsatasına karşı. Nitelikli üretimin savunulması ise biçimsel ve tek yönlü kalmamalı. Aynı zamanda piyasacılıkla birleştirdikleri muhafazakarlıkları karşısında sanat kavramının adından ve anlamından taviz verilmemelidir. Halk-sanat mesafesini saldırı aracı olarak bolca kullanmalarının karşısında nitelikli üretimi savunmak kadar, bu mesafenin politik mücadele ile kapacağı vurgulanmalı.

Saldırılar yaşanırken, bir yandan da gericileri din karşıtlığı ile kışkırtması, iktidar ve yandaşlarının sanata dair yaptığı müdahalelerde yeni bir yöntem değil. Şehir Tiyatroları’nın yönetmeliği değişmeden önce yönetmelikten “Şehir Tiyatroları bir sanat kurumu değildir” ifadesi çıkarıldı, ardından “Rosenbergler Ölmemeli” gibi, Amerika’da McCarthy dönemini anlatan oyun telif bahanesiyle yasaklandı, oyunlar pornografik içerikli olduğu iddia edilerek habervaktim ve ancak “zaman”ın yazarı olacak İskender Pala tarafından hedef gösterildi. Bu yüzdendir buraya yapılan müdahale sadece “özgürlüklerin kısıtlanması” şeklinde açıklanamaz. Yeni yönetmelikle beraber, kurul tamamen belediyeye devredilmiş oluyor ve kuruma “toplumun etik değerlerine uygun estetik anlayış geliştirmek” gibi bir sorumluluk atfediliyor. Bahsedilen etik değerlere uygun üretim yaptırmak kaygısı da salt özgürlükleri kısıtlamak amaçlı değil, dönüştürülen toplumun bir parçası olan tiyatrolar elde etmek ve hatta kurumları da dönüştürücü role sokmak olarak algılanmalıdır.

Peki bu durumda herkes susup izleyici mi kalıyor?

Aslında cevap ne evet ne hayır.

Bütün bunların karşısında tiyatrocular tarafından çalışmalar yapılıyor elbet. Bildirileri ve metinlerinde sürekli yönetimin el değiştirmesine karşı bir tavır sergiliyorlar. “Kadir Topbaş elini tiyatrodan çeksin” diyorlar. Halbuki elini tiyatroya uzatanların altına şimdilik sadece imzasını atan o. Elbet onun üzerinden bir karşıtlık oluşturulabilir, fakat eksik ve asıl olan bunun mücadelesinin daha bütünlüklü olmasıdır. Çünkü bu nesnellikte sanata yapılan müdahale sadece bir görev değişiminden ibaret değil. Korkulması gereken de ne yazık ki, oyunlara siyasi müdahale ve sansür uygulanma ihtimali değil, olmamalı. Bunlar zaten, bu değişimden önce de başka aracılarla Devlet veya Şehir Tiyatroları’na yapılıyordu. Sansür, bugünün toplumunda sadece doğrudan karışmakla değil, bir süredir kendi kendini sansürleme şeklinde tezahür etmekte. Bugün Şehir Tiyatroları örneğinde görülmesi gereken vahim tablo, bir ideolojinin, bir kurumu kontrol altına almakta, onun için repertuar ve oyuncu seçmekte, hatta oyuncu yargılama yetkisi almak için yasal süreci başlatmakta hiç bir engel görmemesidir. Değişen şey, AKP’nin Türkiye’deki izleyicilere ve oyunculara, kendileri için bıraktığı alanın dışına çıkmakta diretmeyecekleri konusunda güvenmesidir. Örneğin, bu başlıkta sanatçıları sadece özgürlüğü savunmak mecburiyetinde bırakması gibi. Şu yanlış anlaşılmasın, sanatta gerici saldırıya karşı özgür anlayış kesinlikle savunulmalı ama bu savunma toplumun geniş kesimlerinde artık hiçbir duyarlılık yaratmayacak nitelikle değil, ona ideolojik bir anlam biçerek olmalı.

Bunları söyleyince şu soru akla geliyor

Sahiden Türkiye’nin sanatçıları, nasıl kendi etki alanlarına bu kadar yabancılaşabildi?

Eylem yapmaları ve bildirilerinin içerikleri ne yeni ne de saldırı boy ölçüşebilecek kudrette. Kitlesel bir hareket beklemek fazla olurdu belki, ama var olan ve zayıf olan eylemliliği sürekli taklit etmekten başka bir yol üretebilmeleri gerekirdi. Güçleri buna yetmese de etki alanları şu an yaptıklarından çok daha fazla ses çıkarabilecek boyutta. Bazılarına aydın vasfı veren, hala belli ölçülerde kendilerini aydın kılan üretkenlikleri. Yine de bu denli bir çaresizlik hali, sanatın her türünde bir yalnızlaşmayı beraberinde getiriyor. Ve aslında aynı yalnızlık bu çaresizliğin devam etmesine sebep oluyor.

Bu bütünlükten bakıldığında ne yapılmalı?

Şehir Tiyatroları’na sahip çıkmanın, aslında sanatsal üretime sahip çıkmak olduğu ve ona karşı koyanlara direnmenin acil ihtiyaç olduğu açıktır. Bu direnmeyle amaçlanan Şehir Tiyatroları’nın eski alışkanlıkları ile devam etmesi değil, aksine onun üzerinden yürütülen bir çalışmayla sanat çevrelerinin toplumsal bir çıkış yakalaması olmalı. Müdahalenin, toplumda artık azalan bir hayat tarzını dışlamak değil, geriye kalan bütün ilerici birikimleri süpürmek anlamına geldiğini görmek, bu açından da daha bütünlüklü karşı çıkmak gerekiyor.

Sanatçılar, ya seslerini daha gür çıkaracak üretime, her türden ve birlikte başlayacaklar, meydanlarda AKP’den kalanlarla idare etmek yerine bu rezilliği yok etmeye çalışacaklar ya da ülkenin bir anda değişip de kendilerinin sahneye çıkacağı günü kulislerinde bekleyecekler…

Eh, Godot da eşek değil ya protokolü bekletmez, gelir artık…

Melike Özbay