Önce Mülkiye?* (Sezgi Akbaş)

1980 yılından sonra periyodik olarak tekrarlanan bir biçimde Yalçın Küçük, kitaplarında Türkiye’deki üniversite öğrencilerinin halini, Amerikan kapitalizminin ABD vatandaşlarını üniversiteler, medya, sinema vb. yoluyla kuş beyinliye çevirdiğinden hareketle şöyle görür: “Artık Türkiye’de, Amerikan tarzı eğitim veren ODTÜ, Bilkent vb. üniversiteler kuş beyinli yetiştirmektedir. Kuş beyinlidirler.” Bu ağır tanımlamanın haklılık payını teslim etmek ne kadar önemliyse, kuş beyinli olmamaya direnen ve zor şartlarda mücadele eden üniversite öğrencilerinin bu tarzı sarsabilme ve reddetmesinin bir refleks haline gelmesinin adımlarını görmek de önemlidir. Sıkça bahsinin geçtiği gibi, AKP iktidarından öncesini hatırlamama berraklığına sahip öğrencilerin, 12 Eylül sonrasının üniversiteye kuş beyinliliği dayatmasından sıyrılmak ve bu halin devam etmesini, söyledikleriyle sürekli meşru haldeymişçesine gösteren AKP zihniyetine gücünü hatırlatmak şart olmaktadır. Bunu tarih dayatıyor.

Tarih ve dayatma ilişkisinin, üniversite söz konusu olduğunda Mülkiye, İstanbul Ü. ve ODTÜ için yaklaşık 50 yıla dayanan aralıkta daha somut hissedildiğini görmemenin imkânı yok. Sol’u büyütüp 27 Mayıs’ı önceleyen 27-28 Nisan olaylarını ve yaklaşık on yıl sonra Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, Hüseyin Cevahir, Sinan Cemgil gibi isimlerde simgeleşen devrimci hareketin bu üniversitelerden çıkmasını buna kanıt saymak mümkün. Bizim Sorbonne’larımız bu üniversitelerdi ve işin gerçeği, buradaki üniversite öğrencileri solun toplumsallaşmasının ilk ayağı oldu. Bir on yıl daha sonraysa, üniversitede kuş beyinli yetiştirme işleminin paralelinde, “Ben bu devletten Mülkiyelileri sileceğim” diyen Turgut Özal serpildi. Kamuculuğun egemen olduğu sol duyarlılıklar törpülenecekse bunun ilk adımı kesinlikle Mülkiye olmalıydı. Artık, Bakanlıkların açtığı sınavlarda- her ne hikmetse- inanılmaz bir azınlığı oluşturanlar Mülkiyeliler olacak, iktidarı protesto eden her eylemlerinde hükümet sözcüsü “Siz devleti zor görürsünüz artık!” diyecekti.

Gecesinde yetkili ağızlardan yine böyle cümleler çıkan bir günün, Mülkiye’ye Burhan Kuzu’nun teşrif ettiği 8 Aralık 2010’un, öncesini ve sonrasını anlatmayı becerebilmek ve çıkarılması gereken sonuçlarla – onları tespit edip rafa kaldırmak yerine- siyasal bir irade koyabilmenin, üniversitedeki hareketliliği etkili bir yönelime sokmanın yollarını düşünmek gerekiyor.

Zamanında kenetlenebilen bir muhalefet ortaya çıktığı için duvarlarını Menderes’in kurşunlattığı Mülkiye, özellikle son 7-8 yıldır tedrici bir biçimde örgütlü solun sindirildiği, buna karşılık sindirilemeyen ve Türkiye’nin başka hiçbir üniversitesinde olmadığı şekilde imkânlara sahip örgütlü solcuların- samimiyetlerini bir kenara bırakırsak- okul ahalisinden(öğrenci, çalışan, akademisyen) uzakta göründüğünü söylemek mümkün. (Eskiye nazaran) Fakat bu olumsuz tablodan çıkışın dayanakları, yani aynı ahalinin birlikteliğini sağlayabilecek durum, AKP faşizminin bir sonraki aşamaya geçişinin koşullarıyla beraber yükselen bir olasılık… Tabi, mücadele yalnız başına olasılık disiplinine baksaydı, tabir-i caizse Sayısal Loto’da 6’yı tutturamadıktan sonra, haftaya devretti diye, ikramiye “bana yar olmadı, ama kimseye de yar olmadı” diye avunacaktık. Üniversitede son durumun böyle bir halet-i ruhiye varsa bile bunu şimdilik parçaladığı söylenebilir.

Bu parçalayabilmenin henüz başında olunduğu açıktır. Üstelik AKP iktidarı, üniversitelerin muhalefeti sokağa yansıtabilmenin kıvılcımı olarak görüp korkmaya yeni başlamıştır. Medyanın bile bu hale olumlu-olumsuz reaksiyon göstermekte tereddüdü, yumurta atmalarla başlayan olayların, Chomsky’nin kitle medyasına atfettiği 5’li propaganda modelinin bir ayağı olan anti-komünizm çerçevesini esnetip, durumu masumane ve demokratik tepkiler olarak görmesinden kaynaklanmaktadır. Şüphesiz AKP’ye doğrudan biat eden gazetelerin yeni çerçevesi ise, Ergenekon’dur. Üstelik yumurtanın son ve en büyük kurbanı olan anayasa profesörü Burhan Kuzu da, akademi ve öğrencilerle beraber, “Ergenekon tezgâhı”nın üzerinde durmayan medyayı CHP’cilik ve darbecilik ile suçlamaktadır. Korkusunu kendisi harlamak zorunda olan AKP, darbelerin akademinin aydın damarını kuruttuğunu ve en çok üniversite öğrencisinin darbelerden etkilendiği gerçeğinin üzerini çizebilmekte, medyaya “Onlar ile olmayın”ı sürekli emretmektedir.

Bahsedilen ortama rağmen, medyanın bir kesiminin bu emirleri önemsememesi, üniversite öğrencilerini “patalojik vaka” ve soruşturma açmak yerine psikolojik destek verilmesi gereken bireyler olarak gösteren köşe yazarlarına kendi gazetelerinden bile cevapların gelebilmesi önemli gözükmektedir. Ancak, yumurta atarak protesto etmenin zekâ ürünü olduğu teslim edilirken, medyanın bunu “şirin”ce bir protesto algılayıp kabullenmesinin geçici olacağını düşünmek de gerekmektedir. Üstelik son olayda yumurta atılmasaydı bile Burhan Kuzu’nun dörtte üçü fakülte, tamamıysa yerleşke öğrencisinden oluşan salondan kovulacağı gerçeği gölgelenmeye çalışılıyorsa burada bir sorun var demektir. AKP’li Cumhurbaşkanı’nın yalnızca 2 oy alan(oy verenler kendisi ve eşi) akademisyeni üniversiteye rektör atama cüretini göstermesi, parasız eğitim talebi yüzünden hapse atılan öğrencilerin olması, intihar edenler, YÖK’e karşı eylem yaparken polis tekmeleriyle bebeğini kaybeden bir kadının görüntüsü… Olaylardan sonra Mülkiye Dekanlığı’na yüklenilmesi… Mesele karabasan AKP’nin daha tam sindiremediği üniversite üzerinde hesaplarının olduğunun bilincine varan öğrencilerin bu bilinci bütüncül ve sürekli bir tepkiye dönüştürmesinin vurgulanmasıdır.

Peki, bu nasıl olacak? Gelinen noktanın güzel ve umut verici olduğu doğru… Ama yetmediği kesin… Tarihin dayattığını görmemek de olası... Mülkiye örneğinde görülen, muhalefet etmeye aç, iktidar tarafından ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın kriminalize gösterebilmenin zor olduğu, hem de akademisyenin kabuğundan artık çıkabilmesini ateşleyecek bir yeni neslin farkındalığını hissetmek, önemsemek ve mücadelenin birlikteliğine/sürekliliğine katkı istemek gerekliliğidir. Yüzü üniversitedeki siyasal öznelere 2002’den bu yana ilk kez bu kadar dönük gözüken bir topluluğu kazanmak için Mülkiye’de atılan altı yüz kişilik adım küçümsenmemelidir. Okuluna sivil polis girdi diye protesto başlatan hoca, çevik kuvvet girmesin diye barikat kuran örgütsüz solcu başlangıç noktasıdır. Ancak geleneksel yöntemlerin belli bir yerde zorlanacağını söylemek kehanet olmayacaktır. Bundan sonraki süreçte Türkiye’nin diğer üniversitelerinde de bağlantı kanallarının açık olması, sınıfsal kimliği aynı olan öğrencilerin aynı duyarlılıkları taşıdıklarını “sahada” göstereceği bir döneme girmek için elzemdir. Kirlenmemiş bir kuşağı kazanmak için ise, afişlerin hiçbir zaman yeterli bir araç olmadığını her solcu teslim etmektedir. O kuşağı hala tanımayan, çabuk ve yaratıcı kararlar alamayan, hocasına yalnızca yayın götürerek ulaşan taşıma kadroların işe yararlılığı da tartışılır bir durumdur.

İçeriden gözüken kabaca budur. En uygun koşullar ile en hızlı sonuçlar arasında bir ilişki vardır. Olur da Mülkiye küçümsenirse, hata yapıldığını anlamak için aynı dayatmacı tarih, bize yeterince vakit de vaat etmektedir.

Sezgi Akbaş / Mülkiye Öğrencisi

* Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin tarihi sloganından hareketle: “Önce Mülkiye, sonra Türkiye”