Nuray Mert’in muhayyilesi (Hazal Arcan)

Türban tartışmalarını içim elverdiğince takip etmeye çalışıyorum. İtiraf etmek gerekirse, Nuray Mert’in ne diyeceğini özel olarak merak etmiştim. Türban konusundaki tavrı oldukça nettir, o açıdan bir sürpriz beklediğimden değil. Ama her siyasi taraflaşmada tarafların her birine ters köşeden ayar vermesiyle ünlü birinin, bu kez de “peki ya mahalle baskısını ne yapacağız, bir de bu sorun var tabi” deyip demeyeceğini merak ediyordum. Bugünkü (11 Ekim) köşe yazısının başlığını (“Yasağa da, baskıya da hayır”) görünce, yine herkesin kulağını çekmiş düşüncesiyle okumaya başladım.

Kısaca demiş ki, elbette hem türban yasağına, hem örtünme baskısına karşı durmak gerekiyor. Ama üniversitelere türbanlı öğrencilerinin girememesi, mevcut bir yasak. Türbanın genç kadınlar üzerinde bir baskı aracına dönüşme ihtimali ise, muhayyel…

Memleket nere, sayın Mert? Öyle Anadolu’nun ücra köşeleri falan da değil, İstanbul’un çevre mahalleleri de mi kadraja sığmıyor?

Nuray Mert’e göre en can yakan sorun, kadınların örtünme haklarının gaspı. “Ama tabii muhafazakârlar da bazı konularda biraz şey…”

Biraz ne, sayın Mert? Bu tarafa doğru “ayarın” ayarı biraz düşük, biraz "çekinik" kalmamış mı?

Aslında dincilerin “kültürel muhafazakarlığını” eleştiriyor, Nuray Mert. Tophane’yi örnek veriyor mesela. Ona birazdan geleceğiz. Zira son zamanlarda liberaller bu “kültürel uyumsuzluk” meselesini, dinci gericiliğin boyutlarını küçümseme eğilimlerini perdelemekte kullanıyor.

Ama madem yazının konusu örtünme ve madem bu konu zaten tartışılmaya bile değmeyecek kadar doğal bir “evrensel hak”, önce bundan başlayalım: Birilerine göre kadın bedeninin örtünmesi, her şeyden önce bir evrensel hak. Tek tek birey olarak insanların, insanlığın evrensel birikimine rağmen, tabiri caizse “negatif” bazı hakları vardır, doğru! Kadın bedeninin kamusal yaşamda görünmez kılınması gereken bir fitne unsuru olmadığı “bilgisine” zor bela, bir dizi mücadeleyle, evrensel olarak ulaştık. İnsanlar buna rağmen işine gelmediği, aklına yatmadığı, inancına uymadığı ya da bu değerlerle hiç tanışmadığı için bunu bilmezden gelebilir, unutabilir ama İnsanlık bildiğini hiç öğrenmemiş gibi davranamaz, unutamaz.

İslamcı “feministlerin” favori argümanlarından biridir: Türban yasağı, İslamcı erkekler kamusal alana katılırken, kadınların dışlanmasına neden oluyor. Peki acaba, sadece İslam da değil, bütün tektanrılı dinler, kadın bedeninin örtünmesiyle neyi amaçlar? Örtünmenin nedeni, pratik nedenlerle kamusal hayatın (örneğin çarşı pazarın!) bütünüyle dışına itilmesi mümkün olmayan kadın bedenini görünmez kılmak değil mi? Örtü, kadın kamusal alanda özgürce cirit atabilsin diye değil, mecburen boy gösterdiği yerde fitneye neden olmasın diye vardır. Koca koca İslamcı feministlere bunu da mı biz öğreteceğiz! Örtünme pratiğinin ardında, kadının görünmezliği fikri vardır, nokta.

Peki ama bugün aynı şey geçerli mi? Yani “hem örtünürüm, hem görünürüm” derken, “biz de kamusal alanda cirit atmak istiyoruz” derken, İslamcı feministler ya da “sıradan” kadınlar numara yapmıyorlar, gerçekten de bunu kendi hakları olarak görüyorlar, bu da doğru. Dinsel ideolojinin orijinalinde bunun fitne unsuru olarak görülmesine rağmen ve insanlığın bu cephedeki kazanımları sayesinde! Eğer dinsel ideoloji, insanlığın mücadelesi (dinsel dogmalara karşı mücadele dâhil) tarafından “çekiştirilip” geri adım atmaya zorlanmasaydı… Devam etmeye gerek var mı?

İnsanlık ilerler, biriktirir, ayağına dolanan her türlü ideolojik ayak bağını da silkeler. En azından bir eğilim olarak… Eğer dinsel ya da şu veya bu gerici ideoloji insanlığın evrensel birikimiyle çatışıyor, ona uyumsuzluk gösteriyorsa bu ilkinin sorunudur, insanlığın değil. Bu birikimin savunucuları olarak biz bu ayak bağlarından neyi ne kadar eksiltebiliriz, ona bakarız.

O halde, çekiştirmeye, geri adım attırmaya devam!

Peki nasıl? Yani bu cepheden, ilerici birikim ve kazanımlar cephesinden bakınca, dinin modernleşmesi denilen adaptasyon ya da “çekiştirilme” sürecine nasıl bakıyoruz?

Hep sorulan bir soru var: Eğer modern hayatla dinciler arasındaki temas yüzeyini arttırırsak, bu, dinsel taassubun aşınarak “eksilmesine” hizmet etmez mi?

Dinsellik ile modern hayat arasındaki çelişki nasıl çözülürmüş… Dinin modern hayatla (mevcut burjuva modernliği anlamında) bir derdi yok ki! Ve burjuva modernitesinin de dinle bir derdi kalmamış durumda. İkisi arasında baştan bu yana şöyle ya da böyle bir adaptasyon süreci hep vardı bugünse amaç hasıl oldu: Flanör genç Müslümanlar Cihangir’de cirit atıyor! Kulak misafiri olduğum kadarıyla, biri diğerine astrolojiden bahsediyor, öteki berikine “a bak, o İslam’da da var” diyor. Tolerans had safhada, birbirlerinden öğrenerek yaşayıp gidiyorlar…

Çünkü birinin aslında burjuva modernitesiyle derdi yok, ilerici değerlerle derdi var! Diğerinin dinsel ideolojilerle derdi yok, ama ilerici “totaliter anlatılarla” derdi var!

Peki Tophane’de yaşananlar? Nuray Mert, “Tophane olayı bir daha yaşanmasın muhafazakârlar kültürel liberalizmden nasibini alsın!” diyor. Tophane’deki sanat galerisinin ve camlarından “çıplak çıplak insanların” göründüğü otellerin çok değil, birkaç yüz metre ilerisinde malum “çıplak kadın galerileri” var. Muhafazakâr duyarlılık örneğin bu konuda fazlasıyla “geniş” ya da nasıl derler: Liberal!

Kimse kusura bakmasın, kadın bedenini “et”leştirmekle metalaştırmak, yasaklamakla teşhir etmek arasında sanılandan çok daha kısa bir mesafe var. Nuray Mert de kusura bakmasın, bu ideolojilere hiç dokunmadan, bunları dert etmeden, öyle “kültürel liberalizm”le falan çözülmez bu sorunlar. Köy yerinde onlarca adamın tecavüzüne uğrayan çocuk yaşta kızları “kültürel liberalizmle” koruyamazsınız, bu gerici aşiret-tarikat ağı yokmuş gibi davranamazsınız. Herkes “türban baskısı”ndan bahsederken, ikiyüzlü ve sakil bir dinsel ahlakçılığın ortalığı sarmasına göz yumamazsınız, bunu bizim “muhayyilemiz” almaz. Yani dinselliğin sadece “modern hayatla” barışması bize yetmez.

“18 yaş üstü insanların ne giyeceğine karar verme hakları var”mış! Derdimiz bu olsa! Geçtiğimiz günlerde, Nuray Mert’in de katıldığı bir tartışma programında, Nazlı Ilıcak türban meselesinin sadece “18+ bir özgürlük” olmadığını, her ailenin kendi kurallar ve değerler sistemini çocuğuna aşılama hakkı olduğunu savundu. Çıt yok! Eti dincilerin, kemiği liberallerin, öyle mi?

İnsanlığın birikiminden neyi ne kadar koparabiliriz, neyi ne kadar eksiltebiliriz? Gericiler buna bakıyor. Nuray Mert’in onlara yakıştırdığı tabirle “toplumsal dönüşümün ve siyasal demokrasinin motor gücü olma” hikâyesi de bunun bir parçası. Çok değil, kısa bir süre önce aynı güçlerin otoriterlik eğiliminden bahseden ve biraz da bu yüzden, tüm “mızmızlara” ibret olsun diye İslamcıların üzerine çullandığı Nuray Mert hangi arada, hangi vesileyle bu kanaate vardı, bilemiyorum. “Demokratikleşiyoruz” şarlatanlığı konusunda soL’da sayısız haber ve köşe yazısı yer aldı, tekrar etmeyeyim. Ama insaf! Türkiye’de İslam’ın bir tür “kurucu ideoloji” harcı haline getirilmek istendiğini, o pek beğenilen dönüşümün çerçevesinin, tüm toplumsal ve siyasal dinamiklerin bu yeni dinsel (moda tabirle, yeni-muhafazakâr) ideolojinin ölçülerine göre kesilip biçilmesi, fazla gelenlerin eksiltilmesi ve yeniden şekillendirilmesi olduğunu anlamak bu kadar zor mu? Yani demokratik dönüşüm denilen şey, toplumun bağrındaki bütün dinamiklerin tıpasının çekilip demokrasi namına dışarı salınması anlamına gelmiyor muhafazakârlığın ve dinselleşmenin önünü açanlar bu “demokrasi şenliği”nden faydalanıyor, ilerici sınıfsal, sosyal ve kültürel dinamikler eziliyor. Milliyetçilik mi? Yeni senteze devşiriliyor, bir gram fazlası değil!

Üstelik… Toplumsal adalet duygusu, dayanışmacılık ve vicdan yerlerde sürünecek, koca bir toplum dilencileştirilecek. Yobaz bir ahlakçılıkla vıcık vıcık bir pornoculuk kendi aralarında sürekli top çevirecek. Cemaatin delikanlılarından biri dünya plajlarında kızlara yavşaklık yaparken, “ben bu alemin bütün karılarını s…”ciler halkımızın sevgili sanatçısı, Aşık Veysel’i klasik müziğin zenginliğine taşıyanlar halkın değerlerine yabancı bir snob olacak. Bir toplum, dört koldan dekadansın, muhafazakâr ikiyüzlülüğün, çürümenin kucağına bırakılacak. Sonra da “toplumun tıpası bir açılsın da, artık içinden ne çıkarsa” diyeceksiniz!

Demokratlığınız, özgürlükçülüğünüz, halkçılığınız batsın, ne diyelim…

Hazal Arcan