Ne körlük, ne de nankörlük (Hasan Bora)

Türkiye’de solun halktan kopukluğu üzerine genel bir kabul var. Her ne kadar üzerinde uzlaşılmış bir kanı olsa da bu, geçerliliği sorgulanması gerekmektedir. Neyse ki, bu kanıya varanlar genellikle solcu olmayanlar, dışarıdan bakanlar oluyor.

Türkiye’de solun halktan kopukluğu üzerine genel bir kabul var. Her ne kadar üzerinde uzlaşılmış bir kanı olsa da bu, geçerliliği sorgulanması gerekmektedir. Neyse ki, bu kanıya varanlar genellikle solcu olmayanlar, dışarıdan bakanlar oluyor. Ama yine de, sola şurasından ya da burasından iliştirilen bu yargıyı değerlendirmekte fayda var. Öncelikle, halktan kopukluk sola yönelik teklemeden yapılan eleştirilerin başında gelir. “Halktan kopuk münevverler” şeklinde özetlenebilen bu eleştiri ise daha çok Türk sağı tarafından yine Türk sağının kendi anlam dünyasına göre yapılan bir eleştiridir. Türk sağının anlam dünyası olarak kastettiğimiz, Türkiye’de siyasete dair ön kabulleri ve iddialarıdır. Bu ön kabullerden en önemlisi, Türkiye’de siyasetin biri elitist, diğeri popülist iki farklı kategoriye tekabül ettiğidir. Devlet ve halkı, bürokrasi ile milleti birbirinden farklı, birbiriyle uzlaşmaz olarak gören bu türden bir ön kabul ise siyasete dair pek rasyonel olmayan bir soyutlamadır. Altyapısal ilişkileri ve bu ilişkilerin ana yatağında süzülen Türkiye’deki siyaseti bu türden bir dikotomiye hapsetmek gerçekliği ıskalamak anlamına gelir. Çünkü gerçeklik tam da işçi sınıfı ile burjuva sınıfı arasındaki ilişkisellikte yatmaktadır. Türk sağının iddialarından en önemlisi ise “itilip kakılmış bir şekilde” tasvir ettiği milleti ülke yönetimine katmak söylemidir. Bu söylem ise daha en başından Türk sağının kitleler karşısında sarfettiği içi boş seçim stratejilerinin ürünüdür. İşte, böyle bir ön kabul ve iddiaya dayanan Türk sağı, kendi çizdiği anlam dünyasında Türkiye’deki sol-sosyalist örgütlere halktan kopuk olduğu oranda elitist, elitist olduğu oranda da halktan kopuk eleştirisini yöneltmektedir. Türkiye’de sosyalist hareketlerin işçi sınıfıyla yeterince bağ kuramadığı bir gerçektir. Fakat, Türk sağı tarafından yöneltilen eleştiriler, bu yerinde eleştirinin çok daha ötesinde bir anlam taşımaktadır. Öyle ki, Türk sağının sola dair ilk önermeleri, dejenere, halktan kopuk, ülke gerçeklerini bilmeyen şeklinde yersiz niteliktedir. Türkiye’de solun halktan kopukluğu meselesi bir kök salamama vak’ası ise o zaman bunun üzerinde durmalıyız. Bu ise sola karşı ortak bir cepheden eleştirilerini sıralayan sağ tezlerin geçersizliğini gözler önüne serecektir. Öncelikle Türkiye’de solun vaziyetine göz ucuyla bakarak Türkiye’nin sol için “bereketsiz topraklar” olduğu şeklinde bir değerlendirmede bulunabiliriz. Ancak böyle bir değerlendirme, ancak göz ucuyla bakılarak yapılacak bir genellemeyi içerir. Türkiye’nin sol için “bereketsiz topraklar” olmasında ise ne verili bir kabul ne de solun buraya uymazlığı yatar. Yani sonu “böyle gelmiş böyle gider”le bitmeyecek bir gerçeklik söz konusudur. Bu gerçeklik ise, Türkiye’nin sol için esasen “bereketsizleştirilmiş topraklar” olmasında yatmaktadır. Çünkü daha en başta Türkiye’de demokrasiye geçiş şeklinde olumlanan gelişmeler bile sosyalist örgütlenmeler nezdinden kovuşturmaları ve tevkifatları içermiştir. Yani Türkiye’de demokrasi, sol için Demokles’in Kılıcı olmaktan öteye geçememiştir. Öyle ki, Türkiye’de sol-sosyalist partiler anayasal güvenceden yoksun bırakılarak, demokrasi demokratlığından bahsetmiştir. Bu ise ancak şekli, prosedürel veya yüzeysel olarak ifade edilebilecek bir demokrasidir. 1938 yılında dönemin Faşist İtalyası’ndan ithal edilen TCK’nın 141. ve 142. Maddeleri, 1944 yılındaki Komünist Tevkifatı, 1946 yılında 141. ve 142. Maddelerin ağırlaştırılması, Türkiye Sosyalist Parti ile Türkiye Emekçi ve Köylü Partisi’nin Sıkıyönetim Mahkemelerince kapatılması, 1949 yılında yine 141. ve 142. Maddelerin ağırlaştırılması, 1952 yılındaki Komünist Tevkifatı, Meclis’e giren tek sosyalist parti olarak TİP’in bu sefer Anayasa Mahkemesi tarafından “temelli kapatılması” ve Parti yönetici ve üyelerinin Sıkıyönetim Mahkemelerince yargılanması, 12 Eylül 1980 darbesiyle sola karşı uygulanan tedip ve tenkil politikalar gibi pek çok olay bunun bariz göstergesidir. Türkiye’de sola karşı kaşları çatık bir demokrasi kurgusu, Türkiye’de demokrasinin sola karşı mücadele şeklinde gerçekleşmesine yol açmıştır. Türkiye’de demokrasinin çeşitlenerek derinleşmesine olanak veren Türkiye İşçi Partisi iken, TİP’in on yıllık “koskoca” tarihi de gene aynı şekilde neticelenmiştir. Partinin “temelli kapatılması” ve yönetici ile üyelerinin tutuklanması. Toplumsal zeminde tırmanan muhalif hareketlerin yoğunlaşması, devlet nezdinde kontrolün giderek elden kaçtığı duygusuna yol açmıştır. Bu bağlamda devletin, 1923 sonrasından bu yana sol’la, daima onu ezmeyi hedeflemesi anlamında kurduğu tek yönlü ilişkisi daha militer bir boyut kazanmıştır. İşte, bütün gerçeklik gün yüzüne çıktığında solun halktan kopukluğunun soldan kaynaklandığına yönelik eleştirilerin ne kadar gerçeklikten uzak, sırıtan eleştiriler olduğu gözler önüne serilmektedir. Sol için Türkiye’de demokrasi, polisin koruma ve kollaması altında tekbir sesleri eşliğinde eli sopalı güruhlarca sabote edilen bir gerçekliği ifade etmektedir: ister tek parti döneminde isterse de çok partili hayatta olsun, ister sivil hükümetler isterse de askeri ara yönetimler olsun sola, sosyalizme karşı tedip ve tenkil politikası değişen dönemlerin değişmeyen tek uygulaması olmuştur. “Köylüye Toprak, Herkese İş” Demenin Suçu Cumhuriyet tarihi boyunca tevkifatların ilki ve diğerlerini müjdeleyeni olarak karşımıza 1923 Tevkifatı çıkmaktadır. 1 Mayıs 1923 tarihinde Sovyet tebaası Bedros’un, Şişli’de tramvay kulübesine “Yaşasın Komünizm” başlıklı ve Rumca yazılı beyannameyi yapıştırırken yakalanması sonucunda, Türkiye Komünist Partisi ve onun bir kolu olan Türkiye Komünist Gençler Birliği” bünyesindeki 18 kişi tevkif edilmiş, 21 kişi ise mahkemeye verilmiştir. Tevkifatın gerekçesi ise “…Amele Bayramı münasebeti ile ameleyi komünizme teşvik ve hükûmet icraatı aleyhine nümayiş ve tezahürat icrası için tevzi edilen 8000 beyannamenin müsadere edilmiş olmasıdır.” Kalmadı, komünistler kendilerine yöneltilen en klişe suç iddiasına da maruz kalmıştır: “Hıyanet-ı vataniye”. Mustafa Suphi ve yoldaşlarının 28-29 Ocak 1921 tarihinde sıkı bir Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin” önderlerinden olan Yahya (Kaptan) ve ekibi tarafından katledilişini ise tarihe ayrıca kayıt düşmek gerekir. Çünkü Mustafa Suphi ve arkadaşlarının öldürülmesi, Türkiye işçi sınıfının öncülerinin alçakça katledilmelerini ifade etmektedir. 1925 Şubatı’nda TKP mensuplarından otuz sekiz kişiyi mahkemeye sevkedilip, İstiklal Mahkemesi huzuruna çıkartılmıştır. Bunun sonucunda TKP mensupları 1 Ağustos 1925 tarihinde hüküm giymiş, bir buçuk yıla yakın bir zaman sonra, 23 Ekim 1926 tarihinde Cumhuriyet Bayramı dolayısıyla çıkan aftan istifade ederek tahliye edilmiştir. Kalmadı, 1927 yılında da İstanbul Ağır Ceza Mehkemesi tarafından yapılan tevkifat söz konusudur. 1930’ların sonunda TKP’nin donanmada örgütlenme faaliyetlerine karşın Donanma Davası açılmışken, 1944 tevkifatı iki aşamalı olarak gerçekleşmiştir. Birincisi, Reşad Fuad Baraner idaresindeki illegal TKP ikincisi, Mihri Belli yönetimindeki yarı illegal “İlerici Gençlik Birliği”ne yöneliktir. 1946 yılına gelindiğinde ise gene bu yıl kurulmuş iki parti, Türkiye Sosyalist Partisi ve Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi ve beraberindeki on beş sendika ilki kurulduktan yedi, ikincisi ise bir altı ay sonra Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından kapatılmıştır. Türkiye’de ilk defa seçimle iktidar değişikliğinin yaşandığı 1950’li yılların daha başında ise komünistleri yeni tevkifatlar beklemiştir. 1951 ve 1952 yıllarındaki tevkifatlarını, TKP yönetiminin başında bulunan Zeki Baştımar’ın Askeri Mahkeme önünde yaptığı müdafaadan dinlemek yerdiri: “1951 Ekiminin sonunda polisin genel saldırısı başladı. Türkiye’nin çeşitli illerinden yüzlerce komünist ve barışsever, İstanbul Emniyet Müdürlüğünün özel hücrelerine, bodrumlarına ve askeri cezaevinin koğuşlarına tıkıldı. Ordunun, İstanbul polisi ile işbirliği halinde idare ettiği ilk soruşturma iki yıl sürdü. Soruşturmalardaki işkence metod ve şekilleri hakkında bir fikir vermek için tutuklulardan (ki tutukluların sayısı 184’ü bulmuştur) on altısının çıldırdığını belirtmek yeter.” Yoldaş Zeki Baştımar ise sözü şu şekilde bitirmiştir: “Legal çalışmak yasak, illegal çalışmak hiyanet! Türk işçisinin, Türk halkının ve memleketin gerçek çıkarları için bir hiyanet varsa, hiçbir kuvvet Türk komünistlerini bu ‘hiyanet’i işlemekten alakoyamıyacaktır”.[1] 8 Eylül 1952 tarihinde başlayan tevkifat sonucunda ise sanıklar, 5844 sayılı Kanunla değişen 141. Madde gereği, TKP kurucularına ölüm cezası vermiştir. Ancak Ankara teşkilatının dışındaki teşkilat, Kanunun çıkışından önce tevkif edildiklerinden, eksi Kanuna göre hüküm giymişken, Ankara teşkilatı yeni Kanun hükümlerine göre ağır cezalar giydiler. Türkiye’nin ilk yasal komünist parti olma özelliğini taşıyan Türkiye İşçi Partisi’nin akıbeti ise Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 11 Haziran 1971 tarihinde açtığı dava ve Anayasa Mahkemesi’nin 20 Temmuz 1971 tarihinde verdiği kararla kapatılmıştır. İstenilen “TİP’in Siyasal Partiler Kanunu’nun 87. ve 89. Maddelerine aykırı faaliyette bulunduğu gerekçesiyle, partinin Anayasa’nın 57. Maddesi gereği temelli kapatılmasıdır”. Kabul edilen ise “TİP’in, Anayasa’nın 57. Maddesinin ‘siyasi partilerin faaliyetleri, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmezliği temel hükümlerine uymak zorundadır’ hükmüne”, ve Siyasi Partiler Yasası’nın 59. Maddesinin “siyasi partiler Türkiye Cumhuriyeti üzerinde milli veya dini kültür farklılıklarına veya dil farklılıklarına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri süremezler. Siyasi partiler Türk dilinden ve kültüründen gayri dil ve kültürleri korumak veya geliştirmek veyahut yaymak yoluyla Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde azınlıklar yaratarak millet bütünlüğünün bozulması amacı güdemezler.” Kurallarına aykırı davrandığı gerekçesiyle “temelli” kapatılmıştır. İşin ilginç yanı, aynı dönemde siyasal İslamcı Milli Nizam Partisi de “laikliğe aykırı davrandığı” için kapatılmasına rağmen, sadece Türkiye İşçi Partisi yöneticileri hakkında “komünizm ve bölücülük” suçlamasıyla yargılamaya gidilmesidir. Başta Behice Boran olmak üzere pek çok parti mensubu Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından 141. ve 142. Maddelerden mahkumiyete çarptırılmıştır. Behice Boran ve MYK üyesi on iki yoldaşı, Ankara Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından “…yasal yoldan sapıp, Marksist-Leninist ilkelere göre faaliyet göstermek” gerekçesiyle on beşer yıl ağır hapis cezasına çarptırılmıştır.[2] Sonuç olarak, sadece 1921'den 1971'e kadar ki süreci dahil ettiğimizde bile Türkiye'de komünizmin suçluluk mertebesine taşındığını görmekteyiz. Komünizme yönelik kimi zaman alenen kimi zaman da zımnen uygulanan cebir politikaları ise yukarıda dile getirilen "halktan kopukluk" eleştirilerine verilecek ilk cevap olmalıdır. [1] Sayılgan, Aclan (2009), Türkiye’de Sol Hareketler, Doğu Kütüphanesi, Ankara, s. 64-65-111-112-231-232-283-284 [2] Ünsal, Artun (2011), “Umuttan Yalnızlığa, Türkiye İşçi Partisi”, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, s. 21-22