Mesele mutlu olamamakta değil, mutluluğun peşinde koşmakta

Mutluluk, yani esaretin zıttını elimize geçirmemiz için yorulmamamız, dinlenmememiz, pes etmememiz gerek çünkü gardiyanlarımız tarih boyunca pes etmedi ve etmeyecekler.

Yaşar Çukurova

Dilara Mercan’a

“Mesele esir düşmekte değil,
Teslim olmamakta bütün mesele”

Bu dizeler hemen hepimizin bildiği gibi büyük şair Nazım Hikmet’e ait. Şiiri yazarken Nazım mahpushanededir, esirdir yan, ayrıca revirdedir, yani üstüne üstlük hastadır da ama dutlukların arkasından giden güneşli yolu düşünür, bir yerlerde açmış olması muhtemel bir karanfili düşünür, ilerleyen bir aydınlığın içinde olduğundan bahseder, elleri hala iştahlıdır ve dünya onun için hala güzeldir, büyük bir ciddiyetle yaşamaktadır hala, 80’ine gelebilse torunlara kalacak diye değil, sırf yaşamak, yani ağır bastığından zeytin dikebilecektir mesela toprağa. Marxist-Leninist’tir Nazım. Yani kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadele verirken örgütlü olmak gerektiğine inanır. Marx’tan esinlenir, onun yaşantısından. Koltuk altında çok çalışmaktan oluşan bir hastalık sonucu karısı Jenny’nin ısrarlı sonucu yatağa düştüğünde bile okumayı sürdüren Marx’tan. Çalışmalarına devam edebilmek, hayatını az da olsa idame ettirebilmek için ayakkabısını rehine vermesinden dolayı çocuğunun ölüsünü gömemeyen Marx’tan. Marx da Engels’in –hem maddi, hem manevi ve hem de teorik- yardımı ile büyük başarılar elde etmiştir. Engels ise işçi sınıfının vahşi kapitalizm çağında mücadelesini yürütebilmesi için büyük ödünler vermiş bir sosyalisttir. Bu ödünlerden en çok anlatılan babasından kalma fabrikadan feragat etmiş olmasıdır. Tek verdiği ödün bu olduğu için mi bu kadar anlatılmaktadır? Hayır. Kapitalist toplumun bireyleri olan bizler her şeyin parayla ölçüldüğü zaman büyüklük olup olmadığını tam anlamıyla anlayabildiğimiz için… Engels bu ödünlerin yanı sıra dünya ve Türkiye devrimci hareketlerine, erken-dönem sosyalizm hareketlerine çok büyük örnekler katmış, bu örnekleri unutulmak üzereyken tarihin tozlu raflarından ayırıp günışığına çıkarmıştır. Bu örneklerden Türkiye devrimci hareketine en büyük katkısı olanı Şeyh Bedrettin ayaklanmasıdır. Şeyh Bedrettin ‘yârin yanağından gayrı, her şeyde ve her yerde hep beraber diyebilmek için’ Bayezid (Yezid Olmayan!) Paşa’nın ‘bilmem kaçıncı tuğuna ettiğim’ ordularının önünde direnmiştir Sakızlı Rum Gemicileri, Yahudi esnafları, Torlak Kemal, Börklüce Mustafa ve daha nicesiyle. Şeyh Bedrettin Osmanlı’da Simavne adlı bir sancağın kadısının oğludur. Yani hem Şeyh’tir hem de en yüksek rütbede bir devlet memurunun oğlu. Bedrettin yakalanır ve Divan Mahkemesine çıkarılır. Divan Mahkemesi Bedrettini şer’i hükümlere göre yargılar, suçlu bulamaz örf’i hükümlere göre yargılar, suçlu bulamaz. Bedrettin ayağa kalkar ve der ki: ‘Ben Kur’an-ı Kerim’e yahut da Osmanlıların örf ve adetine karşı bir suç işlemedim ama şeriata ve devlet düzenine karşı bir suç işledim, bu yüzden hükmüm idamdır’. Ve yiğit Bedrettin kendi idamını kendi verdirir. Devlete ve onun kurallarına teslim oldu diye değil, bilir ki Divan Mahkemesi onu idam edemezse bu kez sadece kendisininki değil Mahkeme jürisindekilerin de kelleleri gidecektir çünkü Padişah’ın emri kesindir, Şeyh Bedrettin öyle ya da böyle idam edilecektir. Yani Bedrettin devlete teslim olmamış, aksine son nefesine dek yüzünü bile görmediği, sesini bile duymadığı insanlar için ölmüştür. Aynı Sokrates gibi ‘diz çökerek yaşamaktansa ayakta ölmeyi yeğlemiştir’. Sokrates de yaşadığı polis’in ‘kurallarına ve düzenine’ aykırı söylemlerde bulunmuştur ve bu yüzden idama mahkum edilmiştir. İdam günü öncesinde öğrencilerinden baldıran zehri istemiş ve onu içerek kendi canına kıymıştır. Sırf teslim olmamak adına. Bu zehri getiren öğrencilerinin arasında kendisinden milenyumlar sonra hala okunacak olan bir eser yazan ve bu eserde Sokrates’in idamına sebebiyet verdiği için kin güttüğü ‘demokrasi’ yönetimini aşağılayan Platon da vardır. Platon da polis devletin kurallarına karşı geldiği için vatandaşlıktan çıkartılır. Fakat yazmaya devam eder ve bu yazıtları kendisinden yıllar sonra büyük Doğu filozoflarınca okunur. Platon siyasete ilgi duymuştur ama ‘ahmak’ların siyasi yönetimine karşı savaşım vermiştir. Onun eserlerine ve felsefesine hâkim olan bir Doğu Bilimci vardır, bu insan da ‘ahmak’lardan, softalardan ve onların yönetim/siyaset anlayışından tiksinmiş ve Platon gibi onu düzeltmek yerine ondan kaçmıştır. Her ne kadar kaçsa da siyaset onu dönüp dolaşıp bulmuştur ve siyasetten çektiği acıyı hiçbir sebepten ötürü çekmemiştir. Siyasete bulaşmak yerine kendine bir rasathane kurdurtmuş ve burada çalışmalarını yaparken bir yandan da şiir yazmıştır. Bu şiir kitabını ise kendini ahmakların siyasetinin bataklığına sürükleyen kapıdan içeri onu zorla sokan adama, Semerkant Kadısına ithaf etmeye dair söz vermiştir. Sevdiği kadın ise hükümdarların karşısına geçip şiirler okuyup, bu şiirlerden para kazanan, kendisinde olan onurun bir nebze bile onda olmadığı ama buna rağmen delicesine âşık olduğu dul bir kadındır. Adı ise Cihan’dır. Sanki dünyanın ‘kişiliği’ hakikaten de onda zuhur etmiş gibi… Bu kadının dul olması onu toplumda zora sokacağından o da hükümdarların kolları, kanatları altında hayatını sürdürebilmek için sanatını satmıştır. Fakat tüm bu kendinin zıttı kişiliğine rağmen Hayyam Cihan’a çok âşıktır. Bu aşka engel olan bir güç vardır: ahmakların siyaseti… Hasan Sabbah ile Nizma’ül Mülk ve Melikşah arasındaki üçlü kavgada Cihan ölür… Hayyam ise ne Sabbah’ın baskılarına ne de Selçuklu devletinin baskılarına boyun eğmiştir. Hayyam’ın ektiği insaniyet tohumlarından Şeyh Bedrettin doğmuş ve Engels onu bulmuştur. Şeyh Bedrettin’in istediği düzeni, yani insanlığın en ‘insani’ düzenini Marx’ın ve Engels’in yazıtlarıyla kuran Lenin esir düşüp de teslim olamamanın timsali gibidir. Ağabeyini Çarlık Rusya’sı öldürmüş, kendini sürgün etmiştir. Fakat o bu esaretinde bile hala ‘ilerleyen aydınlığın’ varacağı noktaya kadar inatla mücadele etmiş ve kazanmıştır. Onun ve tüm bu sayılan-sayılmayan aydınların, ilericilerin, devrimcilerin örneğini alan insanlar dünyanın her yerinde mevcutlar. Onlar esirler ama teslim değiller. Esaret illa mahpusa düşmek değildir. Kapitalizm bizi her yönümüzle esir almıştır… Sosyal, siyasal, psikolojik, fiziki, ekonomik, maddi, manevi… Esaret mutlu olamamaktır, teslim olmamak ise mutluluğun peşinden koşmaktır. İnsan hiç boyun eğer mi? İnsan hiç teslim olur mu? İnsan hiç mutluluğun peşinden koşmaktan vazgeçer mi? Mutluluk, yani esaretin zıttını elimize geçirmemiz için yorulmamamız, dinlenmememiz, pes etmememiz gerek çünkü gardiyanlarımız tarih boyunca pes etmedi ve etmeyecekler. Bizse onları tarihin, Engels’lerin bile bulamayacağı, Lenin’lerin bile okuyamayacağı, Nâzım’ların bile şiirinde çatamayacağı kadar derinlerine gömeceğiz.