Mehmet Altan: Patolojik Bir Aşk Hikayesi (Taylan Karslı)

Haftanın en çok tartışılan konularından birisini oluşturdu Altan’ın verdiği röportaj. İkinci Cumhuriyet’in üzerinde yükseldiği liberal - muhafazakar ideolojinin oluşturulmasında başat bir rol oynayan, AB sürecini Türkiye’nin ikinci cumhuriyet çerçevesinde dönüşümü açısından önemseyen ve AKP’yi demokratik dönüşümün öncüsü olarak selamlayan Altan mevcut otoriter yönelimin kendisine de dokunmaya başlamış olması karşısında oldukça şaşırmışa benziyordu. Eleştiri olarak dile getirdikleri daha çok bir sızlanma gibiydi. “Dostane eleştiri bile kabul edilemez hale geldi” diyordu Altan. Altan anlayamıyordu. Yıllarca inşa etiği bir hareketin ideologu olarak şimdi bir kenara konuyordu. “Örseleniyordu”. Nasıl olmasın ki? Onun mimarlarından olduğu II. Cumhuriyet projesinin Türkiye için ne büyük bir dönüşüm anlamına geleceğini Tayyip Erdoğan daha 1993 yılında bizzat kendisi dile getirmemiş miydi? Şöyle söylüyordu Tayyip Erdoğan

“Özellikle Mehmet Altan’ın başını çektiği 2. Cumhuriyet “Batılılaşma süreci” içerisinde bir harekettir. Batılılaşma dün Kemalist olmayı veya sosyalist olmayı gerektirirken bugün 2. Cumhuriyetçi olmayı gerektirmektedir. (…) ancak yine de gerek 2. Cumhuriyetçilerin gerek Yeni-Osmanlıcıların, toplumun düşünce ufuklarının genişlemesi, haklarının farkına varması ve bir kimlik arayışına girerek geçmişsiz, geleneksiz kimlik kazanmanın imkansızlığını görmesi açısından büyük faydaları olmuştur. Bu sağlıklı bir gelişme olup bunu içeren değişimden yana olmak zorunluluktur. “ (Recep Tayyip ERDOĞAN yıl:1993, II. Cumhuriyet Tartışmaları s. 428, Başak Yayınevi)

R.T. Erdoğan o zaman RP MKYK üyesi ve aynı zamanda İstanbul İl Başkanlığı görevini yürütüyor. Rejim değiştirilirken bile bu kadar açıklıkla dile getirilemeyen bu ifadeler “93 Harbi”nde söyleniyor. Cümlelerin muntazamlığı, fikirlerin ifade biçimindeki düzgünlüğe bakılacak olduğunda ise prompter gibi bir kazaya uğramadığı anlaşılıyor. Bilgisi dahilinde danışmanları tarafından ifade edilme olasılığı da var. Ama ne olursa olsun bu tartışma sürecine katılmış olması ise hayli ilginç ve dikkat çekici. Bunu hangi belagati ile gerçekleştirebildiği konusunda bir fikir edinilemiyor. Türkiye’de siyasal düşünce tarihi söz konusu olduğunda hatırı sayılır ölçüde bir birikime sahip olması gerektiği düşünülebilir. Bu birikime sahip mi bilinemiyor ama zaten mesele söylemsel bir düzeyde yürüdüğü için biraz ceberut, biraz elitist çokça da milletin değerlerine yabancılaşmış deyivermek yeterli. Gerisi önemli değil. O süreç zaten 1980’lerde akademideki üretimle geçilmiş oluyordu. Ancak bir siyasetçi olarak görüşlerinin yansıması önemseniyor ve ortaya çıkan görüntü 2000’li yılların Türkiye’sinin bir panoramasını çiziyor. Neden RP içindeki veya sağdaki önemli figürlerin değil de Recep Tayyip Erdoğan’ın II. cumhuriyet hakkındaki görüşleri önemseniyor sorusu ise ucu açık bir biçimde duruyor. Bunun için bugün yaşadıklarımıza bakmak yeterli.

Ama konumuz açısından önemli olan nokta İkinci cumhuriyetin kurucu kadrosu olan Tayyip Erdoğan’ın daha 1993 yılında Altan’ın fikirlerini oldukça önemsediğini belirtmiş olması. Bugün gelinen noktada Altan’ın yaşadığı “hayal kırıklığını” anlamak mümkün olabiliyor. Geçmişe dayanan dostluğun, “beraber yürüdük biz bu yollarda nakaratının” bugün olması gerektiği gibi şekillenmediğinden yakınıyor Altan.

Ancak Altan ve diğer liberallerin hesaba katmadığı bir nokta bulunuyordu. Raks ettikleri hareket pek de demokrasiden nasibini almış gibi durmuyordu. “Demokrasinin amaç değil ancak araç olduğu” veciz sözünü Tayyip Erdoğan daha o gün söylüyordu. Bugüne geldiğimizde de bunun işaretlerinin alındığı bir süreç okunabilirdi.

Bugün yaşanan sadece 1923’ün değil aynı zamanda 1917 ve 1789’un da gerisine denk düşen modern bir orta çağ değil miydi? Orta çağ savunucuları, halkın siyasal katılımını sınırlandırmaya çalışan, otoriter ve baskıcı yönelimleri açıkça savunan muhafazakar akımın içinden çıkmamış mıydı? Liberalizm 1848’le birlikte nihai olarak bu gerici hareketle kol kola girmemiş miydi? Demek ki tarih demek vesayet, tepeden inmecilik, kendi kültürüne yabancılaşmış elitler, merkez-çevre demek değilmiş yalnızca. Tarih demek 1789’a sallamak, 1917’yi arkaik ilan etmek demek de değilmiş. Yola çıktığınız arkadaşlarınızın kimlik kartına iyi bakmanız gerekiyormuş. Orada karşı devrimcilik, otoriterlik, aydınlanma düşmanlığı, sömürü ilişkilerine kutsiyet yazıyorsa sızlanmayacaksınız. Sahi ne bekliyordunuz ki?

Ama Altan’ın ki garip bir sendrom. Liberallerdeki bu sendromun ne anlama geldiğini ise “Otoriter Demokrasi ve Stocholm Sendromu” başlıklı yazısında Onat Çetin şu şekilde ifade ediyordu:

“Tanımı, özellikle “Yetmez Ama Evet” söyleminde gruplayabileceğimiz liberaller üzerinden okursak oldukça net bir tabloyla karşılaşıyoruz. AKP, artık rahatlıkla “İkinci 12 Eylül” olarak adlandırabileceğimiz referandum aracılığıyla liberalleri rehin almıştır. Üstelik yaşanan ağır bir Stockholm Sendromu’dur, (…)”

Liberaller rehindir ama rehin alınması bir başka şeyin göstergesi de oluyor. Muhafazakarlığa içkin olan otoriterlik, iktidar vurgusu, güçlü devlet tezi günümüzde artık liberalizmin de temel ideolojik motiflerinden. Theatcher’in neo-liberal politikaları, işçi grevlerine yönelik baskılar vs polisin toplumsal yaşamda dokunulmazlığını artıran yasal değişikliklerle mümkün oluyordu. Ya Türkiye’de. 24 Ocak ile liberalizm öyle basitçe devlet eliyle değil, adıyla sanıyla darbecilerin süngüsü ile yaşam buluyordu. Liberalizmin derinleşmesi devletin otoriterleşmesi ile paralel gidiyordu. Peki, hadi bunu es geçelim ve diyelim ki bahsedilen iktisadi bir liberalizmdir. O halde 90’ların başında liberalizmin kendisini ürettiği söylemlerin etkin bir dış politika öngören güçlü devlet modelinin yaşam bulmasının işlevi olarak görülmesine yani Yeni-Osmanlıcılık çerçevesinde gelişmesine ne diyeceğiz? Kıssadan hisse, gerek iktisaden ve gerekse de siyaseten liberalizm güçlü bir devlete ihtiyaç duyuyor. Otoriterlik yalnızca muhafazakarlığın değil artık liberalizmin de kimliği oluyor.

Peki, hastamıza geri dönecek olursak. Bu rehinelikten kurtulma ümidi bulunuyor mu? Cevabı kendisinden dinleyelim:

"Burada benim derdim AKP değil, Türkiye’nin değişmesi. Değişim, münferit ve simgesel de olsa, bunu en fazla gerçekleştiren parti oldu. Ama AKP, bugün münferit değişimleri yapmaktan da uzaklaşıyor."

- 'Artık bitti' diyor musunuz, yoksa hâlâ umutlu musunuz?

"Avaz avaz bağırıyorum."

Bu haleti ruhiyeden kurtulmak pek kolay olmayacak. Zira dünyanın ve Türkiye’nin genel yönelimi Altan’ı daha çok bağırtacağa benziyor.

Taylan KARSLI