Komünizme karşı islamizasyon, kızıla karşı yeşil (Erdem Ayçiçek)

Hüseyin Gülerce ve gibilerinin ağzından boynu bükük bir itiraf çıkıyor bugünlerde. Mazlumlukdan muktedirliğe ilerledikleri süreç, günah işlemekle günah çıkarmak sürecini de ima ediyor. Çünkü bugün dediğimiz şey, dünün vebalini boynunda taşıyarak yarını zaptetmeye çalışan çarpışık bir zaman dilimi. Ve bugün, yani Hüseyin Gülerce ve türevleri muktedirken, dünün yaptıklarının azabını çekmekten sıyıramıyor kendini. Peki ne oldu? "Uyan ey halkım" diyenlerle "Yürü ya kulum" diyenlerin yolları tam olarak nerede ve ne için kesişti? Hüseyin Gülerce ve benzerlerinin, dünya ölçeğindeki ideolojik savaşımın Türkiye ayağındaki rolü neydi? İşte, bugün aydın bozuntuların verdikleri her yapay, sanal ve imge cevaba sorulacak doğal, gerçek ve asıl sualler bunlardır. Bir diğer ifadeyle, "sizin kolaya kaçarak vereceğiniz cevaplara karşı soracağımız nice sorularımız var" demektir çabamız.

Hikayeyi tarihin diyalektik gidişatından başatmak mümkündür. Ancak fazla uzatmadan, bir şeyi "olumlayan" ile "değilleyen" tarihin vazgeçilmez aktörleridir diyerek söze başlamalı. Kimilerine göre 1917 yılında kimilerine göre de 1947 yılında başlayan Soğuk Savaş, "karşıtlık" temelinde beliren saflaşma/zıtlaşmanın adıdır. Bir diğer ifadeyle Sağ'a karşı Sol'un, Liberalizme karşı Sosyalizmin, Ütopyaya karşı Realitenin ön saflara sıçramasıdır. 1917 Ekim Devrimi ile reel sosyalizmin tek ülkede tatbik edilmesi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında da reel sosyalizmin pek çok ülke için umut edilen bir gerçeklik olarak ortaya çıkması, kendisini alternatifsiz sunan liberal dünyanın "duvarlarını yıkmamış olsa da, derin çatlaklarına" yol açmıştır. Soğuk Savaş'ta bir yandan duvar örerken, diğer yandan duvar yıkmanın adıdır nitekim. Berlin Duvarı'yla sembolize edilen, iki kutpa çeken dünyanın sınır haddini oluşturmasıdır. Dolayısıyla Türk siyasi hayatındaki gelişmelerde, aslında dolaylı/dolaysız yoldan uluslararası konjonktürün etkisi vardır. Safını teklemeden Batı kampı/NATO angajmanı yönünde belirleyen Türkiye, bu uğurdada tek partili rejimden, çok partili -militan- rejime geçmiştir. Militandır çünkü dünya iki ayrı "evrene" bölünmüşken ve Türkiye tarafını "kayıtsız, şartsız" 'hür dünya' olarak tabir edilen kapitalist blok olarak belirlemişken, Türkiye'nin demokrasiyi tercüme etmesi de, eksik-gedik ve militanca olmuştur. Eksik-gedik olmuştur çünkü Türk demokrasisi, burjuva niteliği taşıyan 'devlet adamları' arasındaki karşıtlıklar üzerinden doğmuştur. Bu şekilde başlayan demokrasi de, ne kadar "yeter söz milletindir" diyen partiler çıkmış olursa olsun, hiçbir partinin "gerçekten milletin" değil, aksine patron/toprak sahibi sınıfların partisi olmasına yol açmıştır. Eksik-gedikliği aslında militan olmasından kaynaklanmıştır. Karşıtlar arası mücadele olan demokrasi, Türkiye'de sola karşıt olarak tercüme edilmiştir. Sol, sosyalizm/komünizmi çağrıştırması anlamında yasaklanmıştır. Tarihsel bir ironi bunu kanıtlar niteliktedir. Türkiye'nin demokrasiye geçişi, sosyalist partilerin kapatılmasıyla söz konusu olmuştur. Bu olsa olsa "Alterntifsiz çok/iki seçenek" türünden bir demokrasi olur. Böyle de olmuştur. Bu yüzden Türkiye, demokrasin, demos'un krasisi (halkın gücü) anlamında değil de, burjuvazinin dolayımıyla gerçekleştirildiği bir ülkedir.

Militan demokrasi, beraberinde militan piyadeler de doğurmuştur. İşte, Militan piyadeler bugün kendilerini boynu bükük bir itirafla "yabancılayan" insanlardır. Bugün yaşanan iktidar savaşımları da, Komünizme karşı İslamizasyon'a göz yuman devlet görevlilerinin, İslamizasyon altında kendilerinin mevzi kaybetmesidir. Namaz kılmayı, kavga öncesi motive aracı haline getiren Hüseyin Gülerce ve gibileri, eli kanlı, vicdanı prangalı insanlar kümesindeki tek bir küme elemanıdır. Ellerinde "Allah rızası için vur" yazılı sopalar, içerisine kapıldıkları cehennem azabını deşifre eder cinstendir.