Kapitalizme Ne Oluyor? (Can Semercioğlu)

Kapitalist sistem karşısında sosyalist ideolojinin konumlanışı önemlidir. Kapitalizm saldırılarını yaptığı zaman sosyalistler arkalarına daha fazla güç alarak bu saldırıyı geri püskürtmelidir. Sadece püskürtmekle de kalmamalı, savaşacak bir kapitalist ordu bırakmamalıdır ortada! Ancak barutun bulunuşu ve ateşli silahlarına icadından sonra savaşta önemli olanın sayısal güç veya bireysel yetenek olmadığı ortaya çıkmıştır. Günümüze gelindiğinde durum çok farklıdır uçaklar, füzeler, kimyasal ve biyolojik silahlar… Teknoloji bütün savaşlara egemendir.

Asıl sorun da bu “kimyasal ve biyolojik” silahlarda başlamaktadır. İnsanlar kimyasal silahlarla zehirlenir, biyolojik silahlarla hastalanırlar ama bunların birer silah olduğunun ne kadar farkındadırlar, burası tartışılır.

Çelişkilerle devam edelim. Zehirlenmek her zaman için çok tıbbı maddelerle olmuyor, Marx’ın dediği gibi din afyonuyla da zehirlenebilir insan. Tıpkı kapitalizmin sömürüsünün kapalılığı gibi.

Kapitalizmin Üstü Kapalı Sömürüsü

İnsanlar nasıl yaşamak için doğaya karşı örgütlenmişlerse, kapitalizm de pastadan en çok payı almak isteyenlerin burjuvaziyi örgütleyerek yarattığı sistemdir denebilir. Ancak kapitalizm son derece pragmatik bir yapıya sahiptir ve kapitalizmin, mezara gömülmeden önce, uzatmalı bir tarihsel dönem boyunca, muazzam bir kendini koruma uğraşısı verdiği, tarih yıllıklarına geçecektir. Burjuvazi ölmeyi istemez. O, geçmişten miras olarak devraldığı tüm enerjiyi, gericiliğin şiddetli bir çırpınışına dönüştürdü. Bu, içinde yaşadığımız dönemde kesin olarak böyledir.(1) Tarihe de biraz göz atacak olursak bu pragmatikliğe bazı örnekleri verebiliriz ve devamlılık konusunu daha da destekleyebiliriz.

Kapitalizm doğumunda eğitimsiz ve disiplinsiz olduğu için Merkantilizm akımı ile birlikte daha çok hammadde ve daha çok sömürge anlayışına girmiştir. Bunda kâr hırsı oldukça önem taşıyordu ve devleti yöneten burjuvalar halkların isteklerini karşılamıyorlardı. O dönemde geçerli olan şey hammaddeye sahip olmaktı ve dolayısıyla halk bu erk ile birlikte dizginlenebiliyordu, durdurulabiliyordu. Fakat “krizler” ve ideolojinin tarihsel evrimi kapitalizmin yarattığı siyasal alanı bir ölçüde daraltmışken, bu daralma genişlemenin bir öncülü olmuştur.

Bu krizlerden 1873 krizini örnek olarak gösterebiliriz. Bu krizde arz-talep ilişkisinde talebin düşmesi sebebiyle bir sıkışma yaşanmıştır. Kriz sonrası da ortaya “tekelleşme”yi çıkarmıştır. Bu kapitalizmin anlık bir çözümü gibi dururken, günümüzde “tekelleşme” her sektör için geçerli olmuştur. Her büyük üretici, küçük üreticileri de bünyesine katarak daha da büyümüştür. Bu şekilde küçük üreticiler de ticari denizde boğulmaktan kurtulmayı başarmışlardır.

1929 ekonomik buhranı ise anlatmak istediğimizi en iyi şekilde özetleyen kriz olmuştur. 1929 buhranının en önemli sebebi hammaddeyi elinde tutan patronların oldukça çok ekonomik güce sahip olmaları ve halk ile burjuvazi arasındaki ekonomik makas tamamıyla açıldığından bu hammaddeyi satacak bir halk kitlesi bulamamalarıdır. Bu krizin çocuğu ise Keynes olmuştur. Keynes’in liberal ekonomilerde sıkışıklık durumunda devlet desteğine sıcak bakıyor oluşu, kapitalist sistemin pragmatik yapısını apaçık ortaya koymaktadır.

Bu dönemlerde ise sürekli olarak vahşi bir kapitalizm örneği sergilenmekteydi. Köleci anlayış fiili olarak sürmekteydi ve insanlar bu sömürüye karşı başkaldıramaz haldeydiler. SSCB’nin kuruluşuyla ve krizlerin ortaya çıkışıyla birlikte ise bazı önemler alınmaya başlanmıştır. Çalışma süresi –günümüze göre inanılmaz çok olmasına karşın- azaltılmış, koşullar dönemine göre iyileştirilmiş ve işçilerin yönetimden istedikleri pay karşısında onların “gazını alma” misyonunu kapitalizm yerine getirmeye başlamıştır.

Duruma tarihsellikten ziyade ideolojik olarak baktığımızda ise Ekim Devrimi’nin yaydığı modernist anlayış kapitalizmin zıddına giden bir hareket olmuştur ve her yerde etkisini göstermiştir. Avrupa’da birçok yerde –İspanya’da, İtalya’da vs.- bunun yarattığı sosyalist heyecan kapitalizmi tekrardan önemler almaya itmiştir.* Özellikle kapitalizmin SSCB deneyiminden elde etmiş olduğu veriler, modernizmden post-modernizme bir geçişi gerektirmekteydi. Bunun yanında SSCB’nin çöküşü da buna iyi bir ortam yaratmıştır.

Yaratılmış olan bu “post” kavramı ile Marx’ın kapitalizmin vahşileştikten sonra sosyalizme evirileceğini ve Lenin’in de bunun bir önder parti aracılığıyla yapılacağını söylüyor oluşu arasına bir bağlantı kurmak duruma güncel bir perspektifle ve evrimsel bir izlekle bakıldığına son derece gereklidir. Nitekim kapitalizmin post-modernizasyonunun her kesime ılımlı görünmeye çalışan liberal yapısının gittikçe daha gelişkinleşmesi ve radikal demokrat bir kimliğe bürünmesi bunun Marx’ın sözüyle çelişip çelişmediği sorusunu ortaya atmamıza sebebiyet veriyor.

Aslında Marx’ın sözünü ettiği vahşileşmeyi biz sadece durumun köleci anlayışın da ötesine geçerek işkenceci bir yapıya dönüşme olarak algılıyoruz. Bu yüzden de Fransız Devrimi sonrasından bu yana kapitalizmin sürekli olarak demokrat önlemler alması ve siyasi liberalizmle olan etkileşimini artırması, hatta günümüzde sol/sosyalist öğeleri kullanması durumunu belleğimizde yer eden sömürü kavramıyla içkin düşünemiyoruz.

Sadece Türkiye için bile düşündüğümüzde AKP’nin iktidara geldiği gündeki gerici maskesi, özelleştirmelerden sonra kazanmış olduğu liberal duruş bir sömürünün varlığını göstermekteydi. Daha sonraki AKP döneminde ise “demokratik açılım”ın ortaya çıkmasıyla birlikte ekonomik liberalizm dörtnala ilerlerken siyasi açıdan her şeyin mükemmel olacağı sanrısı -özellikle sol/sosyalist olguların AKP ideolojisinde ve AKP’nin istediği anlamda yer etmesiyle birlikte- yaratılmaya çalışılmıştır. Daha da güncele indirgediğimizde CHP’nin kazanmış olduğu siyasi liberal kimlik, laiklik konusundaki tavır ve AKP politikalarına yakın duruş CHP’nin de AKP’lileşme sürecinde olduğunu kanıtlar niteliktedir.

Tarihin her yerde aynı ilerlemediğini göz önünde bulundurarak AB’ye uyum yasaları ve Kopenhag kriterleri AB ülkelerinde belirli bir dönemde uygulanmışken, Türkiye’de günümüzde gerçekleşmektedir. Bunu da “küreselleşme” kavramıyla birlikte düşünürsek, kapitalizmin kendini idame ettirmek amacıyla almış olduğu önlemler, bütün dünyada gerçekleşmektedir ve bu da bize göstermektedir ki sömürünün varlığı gün geçtikçe artmaktadır.

Bu başlıktan varılacak sonuç ise sömürünün Marx’ın dediği gibi devam ettiği, ancak türlü sol-siyasal kavramlarla sürekli olarak üzerine bir giysinin giydirildiğidir.

Sorular, Sonuçlar
Kapitalizmin kendisi değil, sonuçları devrimcileştirir.” (2)

Bizim de asıl bakmamız gereken sonuçlardır, sonuçlar karşısında alınabilecek tavırlardır. Ancak elimizde sonuçlar gibi birçok soru da olmuş olacak.

Öncelikle elde ettiğimiz ilk sonuç kapitalizmin günümüzde sol öğelerle nefes almaya devam etmesinin sol/sosyalist mücadelede devrimcilere daha büyük görevler düşürdüğüdür. Nitekim (kısa) zaman içinde kelimeler anlam karmaşasına ve daralmasına, hatta yokluğuna kadar ilerlemiştir.(3) Bunun pratik süreçteki uygulamalarıyla birlikte dünyada ve Türkiye’de sol marjinalleştirilmeye, yok edilmeye çalışılmaktadır. Gericiliğin ve sağcılığın Avrupa’daki en önemli temsilcileri, pragmatizmin en yüzsüz oyunlarıyla solu sömürmektedir.

Sosyolojik anlamda iktidarların sol öğeleri kullanması sonucu hitap etmiş olduğu kitle de işçi sınıfı ve emekçi kesimler oluyor. İktidarın dilinin de post-modernizasyondan geçmiş olması sosyalist duruşun ve bilimselliğin önünü kapamış oluyor. Bunun yanına bir de seslenilen emekçi kitlelerin 1980 yılından sonraki depolitizasyon projesi kapsamında kentlerde gecekondu alt-kültürü oluşturması ve sosyalist ve devrimci demokrat odakların sönümlendirilmesi bu kitlede özüne dönme kaygısı yaratmıştır, dolayısıyla bu kitlede bir sağcılaşma, sağa kayma gözlemlenmiştir.

Burada “Aynı sağa kayma sosyalistler için de geçerli mi?“ sorusunu sormakta fayda vardır. Altyapının üstyapıyı belirlediği göz önünde bulundurulduğunda bu soruya yanıt aramak pek mantıklı olmayacaktır, ancak üstyapının da altyapıyı şekillendirdiğini unutmamak gerek. Nitekim İngiliz İşçi Partisi deneyimi bunu çok açık bir şekilde göstermektedir. Kavramların da sağa kaymasıyla birlikte, sosyalist arayış yerini sosyal demokrat ya da sosyal kapital arayışlara bırakmış oluyor. Bu şekilde sistemin istediği gibi davranmayıp daha radikal-geleneksel sosyalistler ise güncel tavırlarını ve siyasal alanlarını kanalize ederken istediği kitleye hitap edememe ya da hitap kitlesinin umutsuz veya liberal tavrıyla karşılaşma durumuna tanık oluyorlar. Siyasal alanın daralması sonucunda da sosyalist mücadele engellenmiş oluyor.

İlk sonuçtan sonra ise “İşçi sınıfı miadını doldurdu mu?” sorusu sorulmalıdır. Bunun için tarihe biraz bakacak olursak, 1960 yılında kapitalizmin en sorunsuz, en entegre zamanını yaşadığı yıllarda tam istihdama yakınlaşma söz konusu olmuştur. Ancak yaklaşık on-yirmi yıl sonra işsizlik düzeyi hızla artmaya başlamıştır. Örneğin Federal Almanya’da 1973 yılında %1 dolaylarında işsizlik varken, 1983’te bu %7’yi geçmiştir. Belçika’da ise aynı yıllarda işsizlik %3 iken, on yıl sonra %14’ü bulmuştur.(4) İşsizliğin dünya ekonomisindeki güncel boyutu da düşünüldüğünde çalışan işçinin yokluğu ve başkaldırının olamayışı, kapitalist istikrarı sekteye uğratan bir durumdur. Yukarıda sözünü ettiğimiz “tekelleşme” de bu yüzden ortaya çıkmıştır. Ancak Gorz, otomasyon sisteminin sanayi sektörünü dolayısıyla sınıf oluşturabilecek bir işçi örgütlenmesini bitireceğini iddia eder ve Marx’ın 19. yüzyıldaki devrimci dönüşüm projesinin geçerliliğinin olmadığını savunur.

Bu noktada ise işçi sınıfının varlığının kimlik ve nitelik bağlamında değiştiğini savunmak mümkündür. Nitekim Türkiye için DPT verilerine göre 1990’da kayıtlı olarak istihdam edilen nüfusun %49’u tarım sektöründe, %15’i endüstri sektöründe, %35’i de hizmet sektöründe çalışmaktadır. Cumhuriyetin kurulduğu tarihte tarım sektörü en yukarıdayken, günümüzde tarım sektörü azalmıştır ve hizmet sektörü 1923’te çok çok az iken günümüzde en büyük istihdam alanı olmuştur. Bu verilerin sonucunda da köyden kente göç sonucu tarım işçisinin sanayi işçisine evirildiğini, mevcut sanayi işçisinin de yukarıda belirttiğimiz nedenlerden ötürü hizmet sektörüne kayıyor olduğunu iddia etmemek için hiçbir neden yoktur. Hizmet sektöründe çalışanların ekonomik düzeylerine ve kültürel faaliyetlerine bakıldığında Marx’ın tanımına uyan bir işçi profili ortada yoktur. Nitekim örneğin bir hastanede çalışan temizlik görevlisi düşük ücrete tabi iken, doktor yüksek ücret almaktadır. Fakat ikisi de aynı siyasal mücadeleyi verebilmektedirler. Dolayısıyla yeni işçi sınıfını ve sosyalist mücadeleyi hizmet sektörünün şekillendireceğini söylemek gerekir. Bu çıkarımdan yola çıkacak olursak, Gorz’un işçi sınıfı teorisinin bir fenomen olduğu ortaya çıkmış olur.

* * *

Kapitalizmin günümüzde geldiği noktada içinde bulunduğumuz dönemde bizi daha farklı bir sınıf, daha farklı bir mücadele beklemektedir. Bizim yapmamız gereken geçmişi ve günümüzü çok iyi analiz edip, mücadeleye daha çok güçlenerek devam etmek olmalıdır.

Can Semercioğlu
[email protected]

- - -

(1): Bir Kez Daha “Marksizmin Krizi” Üzerine, Lev Troçki – 7 Mart 1939 http://www.marxists.org/turkce/trocki/1939/mart/07.htm

(2): Son Kriz – Aydemir Güler, Yazılama Yayınları İkinci Baskı, sf.87

(3): http://kultur.sol.org.tr/makaleler/can-semercioglu/kelimeler-uzerine-can...

(4): Social Trends, Londra, HMSO, 1985.

* Bu dönemdeki olaylarda askeri darbelerin ve iç savaşların gerçekleşiyor oluşu bir sertliği her ne kadar açıklıyor olup burada anlatılanlarla çelişiyor gibi görünse de ideolojik değişim için bunların gerekliliği diyalektik bir ürünün çıkarımıdır.

** bkz. André Gorz

*** Ancak şu yanlış anlaşılmamalıdır: Asla ve asla işçi sınıfının hayat şartlarının yükselerek iyileştiğini iddia etme kaygımız yoktur bu yazıda. Tarih sadece ilerlemektedir, o kadar. Bu aynı zamanda Gorz’un teorisinin doğru tarafını –yani temelini- açıklar.