Kadına yönelik şiddetle kadınlı-erkekli mücadele etmek (Damla Baytekin)

Bugün 25 Kasım, Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele Günü. Hepimiz kadına şiddetle ilgili her gün yeni bir haber okuyoruz, yeni bir olay yaşıyoruz belki ve sıklıkla çözüme yönelik kafa yoruyoruz. Böyle “belirli günlerde” ise hem o günün neden o adla anıldığını anımsamak hem de günlük olarak yaşadığımız yoğun saldırıya şöyle bir bütünlüklü bakmak ve durup düşünmek önemli.

1999′da Birleşmiş Milletler, 25 Kasım’ın “Kadına Yönelik Şiddetin Ortadan Kaldırılması için Uluslararası Mücadele Günü” olarak benimsenmesini karar altına alıyor, öncesinde ise 1981 yılında Dominik’te toplanan Latin Amerika Kadın Kurultayı’nda 25 Kasım “25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü” olarak kabul ediliyor. Şimdi 25 Kasım'da Dominik'te ne yaşandı da böyle bir gün ilan edildi, ardından da Birleşmiş Milletlerce benimsendi diye kısaca anımsayalım. Bu noktada üç kızkardeşten bahsedeceğiz Minerve, Maria Teresa ve Patria, yani daha bilinen adıyla Mirabal Kardeşler. Kızkardeşler Dominik Cumhuriyeti'ndeki Trujillo diktatörlüğüne karşı mücade ederler ve pek çok kez hapis cezasına çarptırılırlar. 1960 yılında ise Rafael Trujillo’nun askerleri tarafından kaçırılırlar, önce tecavüze uğrayıp sonra öldürülürler. Bu olay kamuoyuna araba kazası olarak yansıtılır.

Şimdi günümüze, kendi ülkemize dönelim. Benzer ögeler göreceğiz aslında bir diktatör, onun adamları, diktatörün yaptıklarının üzerini örten bir medya ve mücadele eden kadınlar.

Kısa ve net bir tabloyu kimi istatistiki verileri inceleyerek oluşturabiliriz. Dünya Ekonomik Forumu 2011 raporuna göre, kadın-erkek eşitliğinde Türkiye 135 ülke arasında 132. sırada. Her 10 kişiden 4’ü şiddet görüyor. Her gün 5 kadın cinayeti işleniyor. Adalet Bakanlığı'nın açıkladığı verileri hatırlayacak olursak 2002-2009 yılları arasında kadın cinayetleri oranında %1400’lük artış yaşandı. Hafızalarımızı biraz yoklayacak olursak Fatma Şahin'in ve Tayyip Erdoğan'ın bu rakamlarla ilgili “kadına yönelik şiddet aslında artmadı, biz demokratikleştiğimiz için kadınlar bunu daha çok dile getirebiliyor artık” diye özetlenebilecek açıklamalarını hatırlarız.

Konu “kadın” olduğunda pek çok şey söylenebilir ve tartışma derinleştirilebilir, ancak yazıyı çok da uzatmamak adına krtik noktalara kısa kısa değinmenin yararlı olacağını düşünüyorum. AKP kadın denilince evli ve çocuklu kadını dikkate alıyor. Bunun en net adımlarından biri Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı′nın yerine Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı'nın getirilmesi, kadını ailenin kapsamasıydı. Ve tabi hepimizin hatırlayacağı hamleler en az üç çocuk talebi, “Her kürtaj bir Uludere'dir.” iddiasına kadar varan kürtaj açıklamaları, kadının evde ucuz işgücü olmasının önünü açan adımlar, aile avukatlığı gibi projelerle şiddetin “aile içinde” kalmasını sağlama denemeleri ve son olarak kadınlı-erkekli gündemi. Bir yanda bunları yaşıyoruz. Üzerine birileri çıkıyor ve “Mini etek giyen kadın tecavüzü hak eder” diyor, kadınlar kendilerine tecavüz edenlerin çocuklarını doğurmak zorunda bırakılıyor, çocuk gelinlerin sayısı gün geçtikçe artıyor.

Evet ülkemizde tüm bunlar bütünlüklü bir şekilde üzerimize geliyor. Bir yandan da dünyada olanlar var. Günün adını hatırlayalım tekrar “uluslararası” mücadele günü. Peki bir yana bu ismi koyduğumuzda ve diğer yana “Suriyeli kadınların seks kölesi olarak kullanıldığı” haberlerini koyduğumuzda aslında uluslararası olan şeyin kadına yönelik şiddet olduğunu söyleyemez miyiz? Peki kadının dünyanın büyük çoğunluğunda bu konumda olmasını nasıl açıklamak gerekir? Ya da daha geniş düşünelim, kadınlar her ekonomik sistemde aynı konumda mıydı, farklı sistemleri de bir kenara bırakırsak Sanayi Devrimi'nin ilk yıllarındaki aile ile günümüz tüketim toplumdaki aile aynı biçimde midir? Bunların hepsi ayrı ayrı yazı başlıkları ama bütün olarak şunu görmek gerekir, sistem (yapı) kendini devam ettirecek biçimde kadını ve aileyi (daha genel anlamıyla üst yapı unsurlarını da diyebiliriz) yeniden ve yeniden belirler.

Biraz da önerilen çözümlere gelelim. Kimileri kadınları korunması gereken naif varlıklar olarak ele alıyor ve hatta “İslam dini kadına en büyük değeri vermiş ve onun namuslu, temiz, vakarlı, haysiyetli ve şerefli bir tarzda yaşamasını sağlamıştır. İslam dininde kadın, şefkat, merhamet, hürmet duyulması ve nezaket gösterilmesi gereken asil ve nezih bir varlıktır.” diyor, kimileri de kadının günümüzdeki konumunun tek sorumlusunu (ya da en büyük nedenini) erkekler olarak kodluyor ve bu kulvarda bir mücadele tarif ediyor. Birileri ise kadınlı-erkekli direniyor ve bu bütünlüklü pislikten ancak bir arada mücadele ile kurtulabiliriz diyor. Bunun en güzel örneğini de Haziran Direnişi'nde yaşadık demek yanlış olmaz. Ve sloganımızı unutmamak “Bu daha başlangıç...”

Bence günümüzde kadınlar bu sloganı akıllarından çıkarmamalı ve Haziran'da ulaşılan bilincin bir adım gerisine düşmemeli. Karşımızda kadına düşman bir sistem var ve o sistem sadece kadına değil Alevi'ye, Kürt'e, çocuğa, yaşlıya, gence, ormana, suya, toprağa, emeğe düşman. Nâzım'dan aktaracak olursak onlar ümide düşman. Ama unutamadıkları, uykularını kaçıran, onları korkutan bir şey var bu halk bir kere boyun eğmediyse, her şeyi göze aldıysa ve bu uğurda evlatlarını verip de yılmadıysa, artık o ümidin önüne geçilemez. Bir kadın korkusuzca, tek başına, öldürülen oğlunun resmini alıp da dikildiyse bir meydana, şimdi düşünme sırası onlarda demektir. “Onlar” düşünürken bizim de yapmamız gereken bir şey var elbette bir araya gelmek, örgütlenmek, büyümek. Yalnızca kadınlar olarak değil, hep beraber, son moda tabiriyle kadınlı-erkekli, hürriyet bu güzelim memlekette en şanlı elbisesiyle dolaşana kadar!