İkinci Cumhuriyet: Müstakbel Türk’ten Makbul Müslüman’a (Taylan Karslı)

Birinci cumhuriyetin yurttaşlık çerçevesi üzerine tanımlanmış oldukça popüler bir adlandırmayı ifade ediyordu müstakbel Türklük. Buna göre devlet, yurttaşları Türklük kimliği üzerinden tarifliyor ve Türklüğü kabullendiği ölçüde onları yurttaş sayıyordu. 1924 Anayasası’nın 88. maddesi de bunu zaten onaylıyordu.

“Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibarıyla Türk ıtlak olunur”

Pek değerli liberallerimiz bu tanımlamanın ne kadar milliyetçi, ne kadar ötekileştirici olduğunu söyleyip farklılıklara saygılı olmayı gözeten demokratik bir yaklaşımın bu ülkenin harcı olacağını söylüyordu. İyiydi, güzeldi ama bu nasıl mümkün olacaktı? Türkiye’de her biri birbiriyle mücadele halindeki akımların bir diğeri üzerinde hegemonya kurmadan, bir diğerine hoşgörü ile yaklaşarak kendisi gibi olmayanlara yaşam alanı tanıyacağının garantisi ne oluyordu? Çoğulculuk, çok kültürlülük bu anlamda mümkün müydü? Aslında geldiğimiz nokta ikinci cumhuriyet projesine içkin olan söylemlerin bütünüyle çöktüğünü gösteriyor. Nasıl olmasın ki. Bu ülkede gündelik yaşamın her alanını düzenleme eğilimi gösteren, kendi kurallarını toplumsal dönüşüm içinde bütün topluma dayatan tek tipçi, monolitik, totalci niteliği ile İslamcılık mı çok kültürlü ve çoğulcu bir yapının parçası olacaktı? Sivas’ta yakılan aydınlar bunun cevabını vermiyor muydu? Yoksa kendisini çoğulculuğun bir unsuru olarak kurduğu iddiasını taşıyan İslamcılığın bugün kendisine benzeyen Kürtleri, kendisine benzeyen Alevileri yaratmak istiyor oluşu muydu çoğulculuğun göstergesi? Kendisinin kamuoyu nezdinde tartışılır kılınmasına hiçbir biçimde tolerans gösteremeyen bir zihniyet mi hoşgörülü olacaktı? Ya liberallere ne demeli. İkinci cumhuriyet projesi çerçevesinde İslamcılıkla girilen ittifakın sacayağı olarak onun totaliter, toplumu kuşatıcı olmadığını, yalnızca onu basitçe kültürel bir olgu olarak değerlendiren liberallere. Ahmet İnsel’ler, Mustafa Erdoğanlar ve diğerlerine. Totalci olmayan İslamcılığın ne demokratik bir zihniyeti içinde barındırdığını salık verenlere. Sivil toplumcu İslamcılığın bu ülkenin demokratik dönüşümünde mutlak olarak olumlu işlev göreceğini iddia edenler sizler değil miydiniz?

Liberallerin sorumluluğu burada başlıyor. Cumhuriyetin tasfiye sürecinde ittifak içine girdiği “radikallikten ayrılmış” sivil toplumcu İslamcılıkla birlikte farklılıklara saygı ve hoşgörü ile yaklaşan, toplumu bir arada tutacak harcı bugünün somut örneklerinde nasıl kardıkları suç ortaklığının görüntülerini veriyor. Bu açıdan sivil toplumcu İslam’la girilen ittifakın birinci cumhuriyetin milliyetçi içerikle konumlanmış yurttaşlık yaklaşımına alternatif olarak neyi koyduğuna bakmak gerekiyor. Aslında burada öncelikle 2000’leri önceleyen uğrakta sivil İslam- resmi İslam ayrımı ve sonrasında da sivil İslam ile laiklik yorumunun demokratikleştirilmesi arasındaki bağlantının kurulması belirleyici. Sivil İslam ile kastedilenin ne olduğu adından da anlaşılıyordu. İslamcılığın devlet dışındaki bir alandan hareketle gelişmesi ve toplumsallaşması olarak yorumlanıyordu. Yani İslam öyle 12 Eylül ile sanıldığı gibi devlet eliyle yukarıdan bir İslamizasyon politikasının parçası olmayacaktı. Ama vaziyet böyle ise eğer İslamlaşma devleti es mi geçecekti? Bu soruya elbette ki hayır demek mümkün değil. Sivil İslamcılık Müslümanlaşmayı toplumsal yaşamın her alanında yaygınlaştırırken yukarıdan aşağı değil aşağıdan yukarıya ilerleyecek biçimde kuruyordu kendisini. İkinci nokta ise bu yorumun liberalizmle sorunsuz bir İslamcılığı gerektirmesi idi. Yani kapitalist üretim ilişkileri ile sorunu olmayan, özel mülkiyeti bir değer olarak kabullenen ve en önemlisi de dünya kapitalizmi ile iktisadi olarak eklemlenmeye cevaz veren ve hatta onun uluslararası politikaları ile de barışık bir sivil toplumcu İslamcılık mümkün olmalıydı. Böyle bir zihniyetin yukarıya, devlete doğru taşınması devlet kadrolarının bu çerçevede oluşturulması ve doğal olarak resmi ideolojinin de bu eksende dönüştürülmesi anlamına geliyordu. Peki toplumu devlet eliyle Müslümanlığa çağırmak böyle bir durumda gereksiz miydi? Bu sorunun cevabı ise aşağıda verilen örnekte. Ancak buna gelmeden önce bir noktayı daha vurgulamak gerekli. Bu sivil toplumcu İslamcılığın önünde bir engel duruyordu. Otoriter-jakoben laiklik yorumu. Bu yoruma göre laiklik hem dinsizlikti hem de inanç özgürlüğünün önünde bir engeldi. Yapılması gereken ise bu laiklik yorumunun demokratik içerikle dönüştürülmesinden ibaretti. Yani kendisi gibi düşünmeyen, yaşamayan ama seçmiş olduğu dinin gereklerini yerine getirmeye çalışan Müslümanlara kültürel/ideolojik bir baskının yapılmadığı bir laiklik yorumu hakim kılınmalıydı. Otoriter laiklik- demokratik laiklik tartışmalarına burada girmeye gerek yok. Sadece şunu belirtmek gerekiyor. Bu yorumun geliştirilmesi ile İslamcılığın hareket alanının genişlemesi değil hareket alanındaki aktivasyonlarının meşruluğu mümkün oluyordu. Zaten büyük bir ekseriyetinin Müslüman ve muhafazakar olduğu bir ülkede daha kimin Müslümanlaştırılacağı gibi bir sorun yoktu. Sorun artık Müslümanlığı benimseyen “diğerlerinin” de –ki buna laik yaşamı tercih edenler de dahil- iyi ve makbul bir Müslüman gibi davranmaları gerektiğinde düğümleniyordu.

İşte yurttaşlığın yerine koyulan da bugün bu makbul Müslümanlık oluyor. İkinci cumhuriyetle birlikte müstakbel Türklükten farklı olanların kapsandığı, hoşgörü ile yaklaşıldığı bir tanımlamaya değil makbul Müslümanlığa ulaşılıyor. Bunun en tipik örneğini de 29.01.2012 tarihli Yurt gazetesindeki “Meyhanede Din Dersi” başlıklı bir haberde görüyoruz. Samsun İl Müftüsü Yrd. Doç. Dr. Hayrettin Öztürk din eğitimlerinin artık meyhanelerde de yapılacağını buyurarak şu ifadeleri kullanıyor

“Örneğin meyhanede içki içen kişinin yanına gidip 5-10 dakika konuşacağız. Kişiyi değil de yapılan işi eleştirme yönünde bilgiler aktaracağız. Kesinlikle içkisine karışmayacağız. Onu incitmeden dine ısındırıp, İslam dinin güzel ve hoşgörülü yönlerinden bahsedeceğiz.”

Kesinlikle içki içmesine karışılmayacak ama bunun dinen de caiz olmadığı, Müslümanlık açısından makul görülmeyeceği, makbul Müslümanlığın bu olmadığı güzellikle kendisine anlatılacak. Anlaşılıyor ki, müftü hazretleri içki içen kişileri önce “müstakbel Müslüman” olarak görüyor. Sözde bir vatandaşlık dahi burada mümkün olmuyor. Önerisi de basit. İnsanları dine davet edip birinci sınıf makbul Müslümanlık kategorisine dahil etmek. Laikliğin şöyle otoriter böyle Jakoben olduğunu dillerine pelesenk etmiş liberallerin bu ülkede yarattığı dejenerasyonun güzel bir örneği olarak duruyor. Demek ki bu ülkede tarihin gerçekten de tekrar eden bir döngüsü var. Otoriterlikten kaçılırken ileri demokrasiye yakalanılıyor. Müstakbel Türklükten kaçılırken de makbul müslümanlığa.

Ama daha da ilginç olanı şu. Birinci cumhuriyetin laiklik yorumunu dinsizlik olarak ifade eden liberal-muhafazakar yorumun sivil toplumcu İslamcılığa olan etkisi biraz tersten işlemişe benziyor. Sivil toplumcu İslamcılık kendisini ramazanlarda tutulmayan oruç, içilen içki yüzünden gösterilen şiddette ortaya koyarken devlet eliyle İslamizasyon –resmi İslam- ise kendisini ikna ile gösteriyor artık. E artık devlet zorla değil de ikna ile Müslümanlığa davet ediyorsa demokratikleştik demektir. O halde yeni anayasada yurttaşlığın yerine şu tanımın yapılmasının da demokrasi açısından bir sorun yaratmayacağı da ileri sürülebilir artık.

“Türkiye ahalisine din farkı gözetilerek vatandaşlık itibarıyla Müslüman ıtlak olunur”