İdeoloji ve siyaset zorbalarının didişmelerinin arasında kalan zavallı sanat (Murat Akgöz)

Semih Gümüş’ün 9 Mart Cuma günü Radikal gazetesi kitap ekinde çıkan yazısı üzerine

Bu yazı, 9 Mart Cuma günü Radikal gazetesi kitap ekinde, Semih Gümüş imzasıyla yazılan “Sanat ve Siyaset ilişkisi” başlıklı yazının düşündürdükleri üzerine kaleme alındı. “Düşündürdükleri” kelimesi titizlikle seçildi çünkü Gümüş’ün yaklaşımı bu satırların yazarını hayli düşündürmüş, “nereden başlamak gerek?” sorusuna yanıt arayışı bizatihi bu yazıyı doğurmuştur.

Sanat ve siyaset ilişkisinin tartışılması bakımından 20. yy genişçe bir külliyata sahiptir. Aynı şey “siyaset ve ideoloji”, “sanat ve ideoloji” için de söylenebilir ve hatta bunların birbirinden ayrılmazlığından da söz edilebilir. “Sanat ve Siyaset İlişkisi” başlıklı bir yazı, hele ki, ilk ara başlığı “Sanat, Siyaset, İdeoloji” olunca, bütün bu tartışma alanlarına ayak basabilir. Ve yazı, bu her alanda kendine özgü kimi iddialar barındırıyorsa, polemik yapmak için önce bir alan temizliğine girişmek ihtiyacını doğurur. Ancak bu, tartışmayı epey uzatacaktır. Doğal olarak öz bir başlangıç noktasından hareket edilmeye çalışılmalıdır. Ancak yazarın iddiaları, “neresinden tutsanız elinizde kaldığından”, “nereden başlamak gerek?” sorununa cevap bulmak zorlaşıyor. Bu nedenle bu yazı, herhangi spesifik bir yerden tutma yaklaşımını elden geldiğince bir kenara koyup, bütüne yönelik bir eleştiri içerecek. Ve bazı tanımları yeniden yapmaya girişmeyecektir. Bu girizgah, kimilerine göre kaba algılanabilecek bir yaklaşım için baştan dilenmiş bir özür niteliğinde okunabilir.

İdeolojinin kör eden demir perdesi

“İdeolojik olan gitgide daralan, dolayısıyla sertleşen ve yazınsal kimlikten soyunmaya başlayan bir yaratma anlayışını anlatır, dolayısıyla siyasal olanın gene de sahip olduğu genişlikten vazgeçmek de demektir. İdeolojinin mutlak benciliği, siyasetin yığınsallık amacına göre alabildiğine daraltır. Dolayısıyla ideolojik-sanat (ya da ideolojik-tarih, vb.) işe yaramaz bir nesne olarak çöpe atılabilir. Siyasal olan üstünde tartışabiliriz.”

Semih Gümüş’ün, ideolojiyi pragmatist hesaplara indirgeyen, siyaseti de “yığınsallık ihtiyacı” nedeniyle iki yüzlü engin genişliğe mahkum eden yaklaşımına göre “ideolojik sanat” diye bir şey var. Ve üzerine konuşmaya bile gerek yok.

Başta söylendiği gibi, bu yazı ideolojinin ne olduğunu tartışmayacak. Ama ne olmadığını söyleyebiliriz. İdeolojiyi siyasetin düşmanı olan, onu kısıtlayan, insan aklını kötürümleştiren bir olguya indirgemek kötü niyet değilse sığlıktır. Yazar bunu söylemiyor ama bu yaklaşımla “ideolojisiz siyaset” diye bir şey olabileceği ve böylece siyasetin özgürlüğüne kavuşacağı söylenebilir. Özgürlüğüne kavuşan siyaset de yığınsallık hedefi nedeniyle her türlü uca at koşturabilir. Ve böylece, herhangi bir ideolojinin kısıtlamasına maruz kalmadan, insan için en iyi olana ulaşabilir. Bu yaklaşımın, örneğin bugünkü siyasi iktidarın özelleştirmelere karşı çıkıyor diye muhalefeti “ideolojik davranmakla” suçlayışından ne farkı var? Hadi diyelim ki nasıl mümkün olacaksa, ideolojiden bağımsızlaştık. Bağımsız biz, herhangi bir tartışmada bir sonuca ulaştık. O sonuç, yine herhangi bir ideolojinin bağlamında olmayacak mı? Burada, ideoloji pragmatist hesaplara indirgenmiş olsa bile, dönüp dolaşıp ideolojinin alanında kalırız. Doğal olarak, uzatmadan söylenebilir: ideolojisiz siyaset diye bir şey yoktur.

Peki ya sanat? Sanatın yaratımı ilk nerede başlar? Herhalde bu su soruya “insan” demekten başka çaremiz yok. Sanat, en sade haliyle, sanatçının dünya kavrayışı yada algılayışının, sanatçıya özgü dışavurumudur. “Algılayış”, “kavrayış” gibi kavramların kullanılması nedeniyle bu paragrafın nereye doğru gittiğini okur hemen tahmin edecektir. Peki, başka kavramlar kullanabilir miydik? Mesela, sanatsal yaratımın kaynağını ilham perilerinin, “toplumun özel, seçilmiş insanı sanatçının” içine girip bir takım yaratıcılıklar yerleştirmesi olarak mı açıklayacağız? Bu, herhalde ilk elden “bilimsel” olmamakla itham edilip geçilebilir. Eğer yaratımın kaynağında algılamak, kavramak ve insan duruyorsa, orada “ideolojinin” olmadığını söylemek, bebekleri leyleklerin getirdiğini söylemekle eşdeğer oluyor. Bu nedenle, ideolojisiz sanat diye de bir şey yoktur. Ve bu olmayacağından “ideolojik sanat” kavramının kendisi “işe yaramaz bir nesne olarak çöpe atılabilir.”

İdeolojiyi sığ bir indirgemecilikten kurtardıysak, siyaset ve sanat arasındaki ilişkiye değinebilir.

Bir garip alan: “özerklik”

Yazar, siyasetin toplumsal alanı düzenleyen yada düzenlemeye çalışan bir düşünceler bütünü olduğunu söylüyor ve ekliyor:

“…siyaset, bu düşüncenin belirlediği alanları paylaşmaya çalışan öznelerin çatışmasıdır… Demek ki sanat ve edebiyat, siyasal belirlenimlerin çatışma alanı içinde her zaman kalır. Edebiyatın siyasallaştırılması –ya da siyasal edebiyat– böylece anlaşılırlık kazanır.”

Siyaset, doğrudur, bir çatışmalar alanı olarak tarif edilebilir. Zaten Gümüş’ün kaygısı siyasetin varlığı değil, onun sanatı bu çatışma alanına davet etmesindendir. Çünkü sanat bu alana dahil olduğunda “özerkliğini” yitirir.

“Edebiyatın siyasallaştırılması, sonunda edebiyat yapıtlarının o siyasetin çerçevesi içinde kalmasına, dolayısıyla kendi dışında bir alanın amacına göre biçimlenmeye başlamasına neden olacağına göre, edebiyatın kendine özgü biçim ve estetik içinde yaratılması ve kendine özgü, özerk bir alan kurması olanaksızlaşmaya başlar.”

Gümüş, siyaset ve ideoloji arasındaki ayrımı burada da yapmakta ve bu defa sanat ve siyaseti karşı karşıya getirmektedir. Nasıl ki ideoloji siyaseti kötürümleştiriyorsa, siyaset de sanatı kötürümleştiriyordur. Doğal olarak yazar, siyasetin toplumsal hayatı değiştirip dönüştürdüğünü söylemekte ancak sanatın, bu değişim ve dönüşümden bağımsızlaşabilen bir yaratım alanı olması gerektiğini iddia etmektedir. Sınıflı toplumlar tarihinin her döneminde siyasetin varlığı kabul edilirse, buradan hareketle şu söylenebilir: zavallı sanat bu iki düşmanla sürekli çarpışmak zorunda kalmış, sürekli olarak kendi özerk alanını korumak gibi ulvi bir görevle donanmış olmalıdır. Bu durumda bu özerk alanın tarihsel gerçeklikten de bağımsız olması gerekir. Çünkü, siyaset ve ideoloji zorbaları, farklı tarihsel dönemlerde, farklı müdahaleler geliştirmiş ve farklı toplumsal formasyonlar ortaya çıkartmıştır. Bu “özerk alan” ne menem bir şeyse, ideolojiden, siyasetten, tarihten ve giderek insandan bağımsız bir alan olmaktadır.

“Özerk alan” tanımlamasını reddetmediğimi ve bir yere kadar sahip çıkılması gereken bir tarif olduğunu kabul ettiğimi belirtmek isterim. Ancak bu “özerk alan”, ideolojiden, siyasetten yada tarihten bağımsız olduğu için özerk değildir. Zaten böyle bir şey mümkün de olamaz. Çünkü sanat, bir insan eylemi olarak, içinde yaşadığı çağın diliyle konuşur. O çağ, o dönemin ideolojik ve siyasal referanslarıyla belirlenir. Bugün hiç kimse, gün doğumundan gün batımına kadar süren, toplumun farklı sınıfsal katmalarını bir arada tutan ve bir sağaltma işlevi görecek tragedya yazamaz. Eğer bir antropolojik çalışma yada belgesel yapılmak istenirse bu yapılabilir. Ancak o zaman o sanat değil adı üzerinde antropolojik çalışma yada belgesel olur. Zaten böyle bir şey yazılsa bile, bunu izleyecek ve sonunda antik yunan toplumundaki gibi arınma sürecinden geçecek seyirci bulunamaz.

Eğer özerk olduğu iddia edilen bu alanı, bütün bu sayılanlardan özerkleştirebiliyorsak bu alanın kurucusu kim oluyor? Bu, her şeyden bağımsızlaşabilen alan, insan tarafından kurulamayacağına göre küçük yeşil cinler tarafından inşa edilmiş olmalı. Zaten eski dönemlerde (hatta şimdi bile) sanatçının üretiminin “tanrısal bir esin” olduğu söylenir. Açıklanamaz, bir yere konamaz, tarif edilemez kutsal bir alan…

Siyasal olmayan Cézanne, siyasal olan Zola’ya karşı

Yazar, siyasetin belirleniminden kurtulamayan sanatın unutulmaya yüz tutan sanat olduğunu iddia edip, yazı boyunca verdiği tek somut örnek olan Zola ve Cézanne kıyaslamasından söz ediyor.

“Cézanne ile Zola karşılaştırması çarpıcıdır. Zola gerçeğe katkısız bağlılık içinde insanlara yararlı ve etkili olmaya çalışırken, ancak yaşadığı zamanı sözcüklerle görselleştirebiliyordu. Oysa çağdaşı Cézanne, sanki yüz yıl sonra yapılabileceği düşüncesini uyandıran yepyeni resimler yaratıyordu. İkisi arasında, gerçekliğe bağlılık ile eleştirellik gibi, sanat ve edebiyat için çok belirgin bir ayrım vardı. Cézanne’ın sanatsal özerkliği yanında, Zola’nın gerçeğe bağımlılığından, dolayısıyla siyasal oluşundan da söz edebiliriz.”

Burada tek bir soru sorulabilir. Zola yaşadığı dönemi sözcüklerle görselleştirirken, Cézanne hangi dönemi görselleştiriyordu acaba? Ressamın, yaşadığı çağda anlaşılamamış olduğu ve kendisine değer verilmediği bilinir. Picasso’nun “modern resmin babası Cézanne’dır” diyerek onore ettiği sanatçının eserleri, kendinden hemen sonraki çağın habercisi niteliğindedir. Tarihte, kendi çağının önünde buluşlar yapan bilim adamları ve sanatçılar mevcuttur. Ancak bu Cézanne’nın özerk alanına kimseyi dokundurtmadığı yorumuna neden olamaz. Cézanne’nın yaşadığı çağ, Avrupa resim sanatında daha pek çok ressamın klasizimle girdiği çetin mücadeleye şahit olmuştur. Sanat okullarında, kaskatı kuralların geçerli olduğu ve bugün sanat tarihinde adını andığımız çoğu ressamın otoriteler tarafından kabul edilmediği bir çağdan söz ediyoruz. Cézanne’nın içinde yetiştiği ve etkilendiği sanatsal ortam sürekli bir yenilik ve değişim arayışının olduğu bir ortamdı. Tesadüfe bakın ki aynı dönem, Avrupa işçi sınıfı öncülüğünde bütün bir Avrupa toplumunun kaynadığı, sınıf çatışmalarının keskinleştiği bir dönemdi de. Yeni bir dünya arayışı, toplumun tüm kesimlerinde mevcuttu. Cézanne’nın okullara girmek için yaptığı tüm reprodüksyonlarda, asıllarına sadık kalmaması, sürekli bir devinim ve hareket vermeye çalışarak biçimleri bozması kulağına perilerin değil yaşadığı çağın fısıldamasının sonucudur. Toplum, hızlı bir dönüşüm geçirmektedir ve sanat o toplumla buluşacaksa köhneleşmiş durağanlığından kurtulmalıdır. Ve Cézanne burada, çağdaşlarından bir adım daha öne geçebilen bir zekaya, gözleme, öngörüye v.b. sahiptir.

Zaten, her ne hikmetse (gerçi hikmetinden sual olunmaz ama) büyük sanatsal atılımların yaşandığı dönemler, her zaman büyük toplumsal dönüşümlerin yaşandığı çağlara yada hemen sonralarına denk gelmiştir.

Öte taraftan, aynı dönem, edebiyat klasizimle çoktan işini görmüş, romantizmin altın çağını yaşamış ve ardından gerçekçiliğin eşsiz eserlerine sahne olmuştur. Bu noktada, Gümüş’ün ima ettiği gibi, gerçekçiliğin en önde gelen yazarlarından Zola’nın bugün değersizleştiği nasıl iddia edilebilir? Hem de Zola’nın, siyasal belirlenim altında kaldığı ve gerçekçiliğe mahkum olduğu söylenerek.

Siyaset müptelası, hasta sanatın ölümü

“Eski edebiyatın kendi zamanları için anlamlı ve işlevli olan pek çok örneğinin bugün zorla bile okunması güçleşmişse, edebiyat siyasal kimlik içinde değersizleşmez midir? Sovyet edebiyatının sorumluluk duygusuyla yazılmış romanları bugün pek okunmuyor Cumhuriyet dönemi edebiyatının kurucu yapıtlarından da gitgide uzaklaşmıyor muyuz? Toplum ağır ağır, siyasal hayat hızla değişiyorsa, kendini ona bağlayan edebiyat, başlangıçtaki niteliğini koruyabilir mi? Yanıtı çok kesin: o da toplumsal değişim içinde eskiyecektir.”

Elbette eskiyecektir. Bu kaçınılmazdır. Ancak bu, söz konusu eserlerin değersiz olduğu anlamına gelmez. Bizim bugün o eserlerle yeninden buluşabilmemiz, eserlerin tarihten bağımsızlaşmalarından ötürü değil, ya içeriklerinin yeninden üretilebilmesi yada iddialarının hala geçersizleşmemesinden ötürü olabilir. Ve bu ikinci sonuç, varılabilecek en kötü sonuçtur. Sanat eserinin devindiği alan, biçimsel yapısı, söylediği söz, iddia ettikleri eskimiyorsa insanlık hiç ilerlemiyor demektir.

Yazının başında, “neresinden tutulsa elinizde kalıyor” denilmişti. Yukarıdaki alıntıda sadece ilk cümle bile buna iyi bir örnek. Herhangi bir eserin kendi zamanı içinde anlamlı ve işlevli olmasından daha doğal ne olabilir ki? Ne kadar anlamsız ve işlevsiz olursa o kadar mı değerlidir sanat? Alıntıda kast edilenin, “gündelik siyasal ve ideolojik hesaplara alet edilen sanat” olduğunu biliyorum. Ancak bu tanımın garipliğine daha önceden değinildi.

Paragrafın ilerleyen cümlelerinde cumhuriyet dönemi kurucu romanlarından söz ediliyor. Burada, bugün artık gerçekten adları unutulan sayısız köy romanı kast ediliyor olabilir. Peki neden akla örneğin Yakup Kadri gelmiyor? Cumhuriyet dönemi kurucu sanatçısı olarak tanımlanamaz ama, Tanpınar’ın eserlerinin ideoloji ve siyasetten bağımsız olduğunu kim söyleyebilir? İdeoloji ve siyasetin sanatı kötürümleştirdiği iddia edilir ve onun ancak kendi zamanından bir işlevi olduğu, sonra da unutulup eskiyeceği ve çöp olacağı söylenirken, insanın aklına hiç mi Nazım Hikmet gelmez?

Antik yunan kent devletlerinin barbar istilaları tarafından tehdit edildiği ve yıkılmaya yüz tuttuğu bir çağda toplumu bir arada tutma arayışını ifade eden Sofokles, bütün oyunlarında çürüyen aristokratik kültürü yeren ve yükselen yeni ve ileri sınıf olan burjuvaziye işaret eden Shakespeare, perspektif çalışmaları ile resimde insanı merkeze oturtarak bireyleşmeyi savunan Da Vinci, devrimin yarattığı muazzam enerjiyle ufku genişleyerek bugünkü sinemanın temellerini atan Sovyet sinemacıları ve dünya sinema tarihinin en önemli filmi olan Potemkin Zırhlısı’nın yaratıcısı Eisenstein ve daha niceleri nasıl siyaset ve ideolojiden arındırılabilir?

Sonsöz

Sanat, siyaset ve ideoloji birbirlerinin düşmanı olarak gösterilemeyeceği gibi kopmaz bağlarla da birbirlerine bağlıdırlar. Bu, “apolitik” olduğunu, “sanatının siyaset içermediğini” , hiçbir “ideolojik” konumlanışın parçası olmadığını iddia edenler içinde böyledir. Tartışılacak olan sanat-siyaset-ideoloji’nin hangisinin olup olmadığı değil, aralarındaki ilişkinin nasıl olduğu ve olması gerektiği üzerine olabilir.

Bu yazıda, Semih Gümüş’ün yazsının düşündürdüklerinden temel bir çerçeve oluşturabilecek en çarpıcı başlıkları ele alındı. İdeoloji, siyaset ve sanat arasındaki ilişkinin nasıl olduğu, birinin diğerini belirlediği yada koşulladığı bir ilişki mi yoksa her birinin birbirine yönelik bir belirlenimler alanından mı söz edilebileceği gibi başlıkların açılması bir başka yazının konusu olabilir. Bu başlıklar da açılmalıdır çünkü, bu, yaklaşık iki yüz yıldır süren tartışmanın, özellikle 20. yy’da kat ettiği yol da düşünülürse, ilgiye değer olduğu, asla rafa kalkmayacak bir tartışma olduğu unutulmamalı. Tüm insan eylemleri öyle yada böyle siyaset ve ideoloji bağlamında ele alınabilir. Bu eylemleri bu bağlamda ele almak, eylemleri kısıtlamaz bilakis ön açıcı ve ilerletici anlamda kışkırtıcı olur. Sanat da, kim ne derse desin, sıradan bir insan eylemi olduğuna göre, bu türden tartışmalar ön açıcı olacaktır. Umarım bu yazı, benzer başka tartışmaların soL’da tartışılmasına da vesile olur.

Murat Akgöz