Haziran'dan öğrenmek: Yeni öğretmen kimliği üzerine sesli düşünceler (Erdoğan Tunç)

Bu yazıda yapılmak istenen yeni bir öğretmen kimliğinin nasıl inşa edileceğine dair bir tariften ziyade, konuyu tartışmaya açmak ve bu soruya cevap aramaktır. Cevabı ararken elbette nirengi noktası olarak Haziran Direnişi kabul edilecek. “Hazirandan Önce ve Sonra” tanımlaması bir yandan geçmiş deneyimleri yok saymak gibi ya da her şeyi yeniden tartışmaya açmak gibi riskler barındırıyor elbette. Fakat yarattığı umut ve halk kavramını yeniden sahneye çıkarması gibi nedenlerden ötürü bütün bu riskleri de göze almaya değecek bir dönüm noktası Haziran Direnişi.

Kanımca Haziran Direnişi’nden çıkarılacak derslerin kesişim kümesinde iki eleman olmalıdır. Birincisi halka güvenmek, ikincisi artık bundan sonra eski saiklerle siyaset yapmanın mümkün olmadığıdır. Örneğin, Haziran öncesinde Kürt ulusal hareketi barışı ararken, mevcut iktidardan başka muhatap alabileceği bir toplumsal güç olmadığını iddia edebilmek için belirli gerekçeler öne sürebilirdi ve sürüyordu da. Fakat Kadıköy’de “Her Yer Lice” diyerek yürüyen on binlerden sonra barışın da adresi değişmiş oldu. Dolayısıyla barış bir seçenek olmaya devam edecekse, Kürt ulusal hareketinin uzatılan bu eli tutmak mükellefiyeti oluştu. Yine örneğin sosyalist harekette, uzunca bir süredir belli bir kuşağın hâkimiyetini genç kuşakların apolitizmiyle gerekçelendirenler, Haziran’dan sonra apolitik olmadığı apaçık ortaya çıkan gençliği nasıl kapsayacaklarını düşünmek durumundadır. Yine kamusal eğitimin dinselleşmesine karşı verilecek mücadelede, toplumun dini değerleriyle karşı karşıya gelmemek ya da nüfusun büyük çoğunluğunun müslüman olduğu bir ülkede bulunmak gerekçeleriyle, kararsız ve istikrarsız davranan, kaçak güreşen eğitim sendikaları, Haziran Direnişi’nde kendini gösteren aydınlanmacı çıkıştan sonra ya hatalarıyla yüzleşecekler ya da sendikadan ziyade sivil toplum örgütü olarak yollarına devam edecekler.

Bu tespitlerden bazıları Haziran’dan önce de düşünülmüş, ifade edilmişti. Örneğin kamuda türbanın serbestleşmesi başlığı uzunca bir süre, bir kısım sol-sosyalist gruplar tarafından “özgürlükçü” gerekçelerle sessiz karşılandı. Hatta solun bir kısmı sessizliği de yetersiz görüp açıkça destekledi. Türban eylemlerinde en etkili devrimci duruş, kimilerince Beyazıt Meydanı’nda 16 Mart’ın katliamcı zihniyetinin arkasında durarak, kadını yok sayarak ‘özgürleşmesini’ savunmak oldu. Gericileşmenin eğitim alanındaki karşılıkları ya yeterince önemsenmedi ya da halkın dini değerleri ile karşı karşıya gelmemek gerekçesiyle sümen altı edildi. Neyse ki Türkiye solu sadece bunlardan ibaret değil. Solun bir kısmı Haziran’dan önce de aydınlanma bayrağının öne çıkarılması gerektiğini ve bu bayrağa sahip çıkacak bir toplumsal damarın hâlihazırda var olduğunu her fırsatta söyledi. Haziran, gerçeği popüler hale getirmiş, bu damarı gün yüzüne çıkarmıştır. Daha bilinen bir tabirle Gezi’den sonra gerçek devrimcileşmiştir.

Haziran’ın bir diğer kazanımı ise, 80’den bu yana süregelen liberalizmin ve karşı devrimciliğin psikolojik üstünlüğünün elinden alınması, tabir yerindeyse bu cephenin psikolojik bunalıma sürüklenmesidir. “Tarihin ve ideolojilerin sonu” saldırısıyla başlayan bu süreç, sol içerisinde bir bunalım psikolojisi yaratmayı hedeflemişti. Kâh dönekler yaratarak kâh küskünleri arttırarak solu toplumdan koparmayı hedefleyen ve bir süredir yaldızları dökülmekte olan bu proje, Haziran’la birlikte en büyük darbeyi yemiştir. Bergman’ın Persona filmindeki gibi maske düşmüş ve kapitalizmin bütün bunalımları orta yere serilmiştir.

Şimdi konunun bizi ilgilendiren kısmına gelelim: Yeni bir öğretmen kimliği nasıl yaratılacak, elimizde neler var, neler değerli, nelerden vazgeçmeli? Elbette bu tek başına Haziran’ın gündeme getirdiği, tartışmayı zorunlu kıldığı bir başlık değil. Bu tartışma, öğretmenin muhatabı olduğu toplumsal yapıda ve özellikle gençlikte yaşanan toplumsal değişim nedeniyle ortaya çıkmıştır. Kapitalist hegemonyanın kendisini yeniden tesis etmeye çalıştığı reel sosyalizm sonrası dönemde birçok toplumsal kimlikle onu taşıyanlar arasına yabancılaştırma salgısı akıtılmıştır. İşçi, sınıfına küsmüş mühendis, aynı fabrikada beraber çalıştığı işçiyle arasındaki bağa makas atmıştır. Böyle bir ortamda öğretmenin tek başına mücadele etmesi mümkün değildi, zaten bu yapılamamıştır da.

KESK’in 90’lı yılarda mücadeleye getirdiği yeni soluk sınıfın ana bölmesinin sahayı terk etmiş olmasından dolayı yetersiz kalmış ve hala da devam eden bir çözülüş sürecine doğru kaymıştır. Haziran bir sınıf kalkışması olmamakla birlikte, işçi sınıfının (eski, yeni ve marjinal) bütün bölmelerini yan yana getirmiş, birlikte nasıl mücadele edileceğini göstermiş, bir taraftan da sınıfın her bölmesine toplumsal görevlerini hatırlatmıştır. Nitekim Gezi Parkı’nda yaşananlar sadece bir karşı çıkış değil, nasıl bir ülke istendiğinin de resmidir. Gezi doktorları sadece gaz yiyen insanlara Hipokrat yemini gereği yardım etmemiş, halkın doktorluğu görevini önüne koymuştur. Haziran benzer hatırlatmayı öğretmene ve onu temsil eden yapılara da yapmıştır.

Hazirandan Önce
Mesleki kimlikler toplumsal algıda dönemin ruhuna göre değişiklik gösterir. Örneğin doktor, algılarda yaşlı ve ciddi ifade takınan bir karakter olarak bilinir. Benzer şekilde işçi denilince akla gelen karakter fiziksel olarak kuvvetli bir bedene sahip olmaktır. Öğretmen karakteri fiziksel olarak bu netlikte olmasa da taşıdığı misyon itibarıyle toplumsal bellekte uzun süre pozitif bir karakter olarak yerini korudu. Özellikle Köy Enstitüleri’yle birlikte ortaya çıkan bu profil, solun toplumsallaştığı yıllarda dönemi en iyi karakterize eden fenomenlerden biri oldu. Kır nüfusunun şehirli nufüstan fazla olduğu bu dönemde, öğretmen sadece bir öğretmen olmamış, aynı zamanda akademik bilgi gerektiren, ancak aynı zamanda köyün ve köylünün günlük yaşamını iyileştiren sağlıktan bitki yetiştiriciliğine kadar birçok alanda söz sahibi olmuştur. Bu saygınlığına fikirsel ve ideolojik öncülüğünü de katınca ortaya öğretmen kimliğiyle bütünüyle örtüşen bir aydın kimliği çıkmıştır. Fakat değişen dünya, koşulları değiştirmiş, dolayısıyla onun aydın kimliğini var eden koşullar da büyük oranda ortadan kalkmıştır. Öğretmenler, 1980 darbesinin ardından işlerinden edilmiş, baskılar görmüş, örgütlenme alanları, dernekleri ellerinden alınmış ve zaman o günden bu yana öğretmenlerin güvenceli çalışma koşulları ve özlük haklarını peyder pey kaybetmesi yönünde ilerlemiştir. Eğitim fakültelerinin giderek öğretmen değil teknisyen yetiştirmeye dönüşmesi ile öğretmen adayları üniversitelerde niteliksiz bir eğitimden geçirilmiş, özellikle AKP döneminde öğretmenler bizzat Milli Eğitim Bakanları ve Başbakan tarafından bile aşağılanır duruma gelmişlerdir. Önceki Bakan’lardan Ömer Dinçer’in ataması yapılmayan yüzbinlerce öğretmen için yaptığı “yem bekleyen güvercinler benzetmesi” halen akıllardadır. Bu aşağılamalara bir taraftan da öğretmenlerin verdiği yoğun emeğin göz ardı edilmesi, tembellikle, az çalışmakla itham edilmesi eşlik etmiştir. Bütün bunlar yıllardan bu yana, toplumsal algıda öğretmenin aydın kimliğini zedeleyen söylem ve pratikler olarak süreklilik göstermiştir.

Türkiye’de 1980 sonrası hızlanan ekonomide ve toplumsal hayatta neoliberal dönüşümle birlikte, öğretmenin aydın kimliği iyiden iyiye düzenin canını sıkmış, onun yerine yeni düzenin konseptine uygun girişimci-imam figürü parlatılmıştır. Hatta cemaat yapılanmalarının özellikle eğitim fakültelerindeki örgütlülüğünden kaynaklı yeni kuşak öğretmenlerin bir kısmında imama verilen bu rol kabul edilmiş, camilerde imam efendiyi dinleyen öğretmen kümeleri çoğalmıştır. Toplumsal kimliğinden ve sınıfından bağımsız birey olma modası öğretmene de bulaşmış, toplumsal ilerlemede aydınlanmanın öncü neferi olarak kendini tarif eden öğretmen kayıplara karışmıştır. Yaşam standardını yukarıya çekmeyi mücadeleye değil dershanelerde ve özel derslerde harcayacağı mesaiye endeksleyen bir öğretmen profili yaygınlaşmıştır.

Öğretmen kimliğini etkileyen toplumsal değişimi daha iyi ortaya koymak için kısaca birkaç örnek verelim: Ülkemizde kır ve kent arasındaki nüfus dağılımı 1975 yılında % 60’a % 40 iken, bugün %20’ye %80’dir ve toplumsal yapı bu anlamıyla neredeyse kökten değişmiştir. Okuma yazma oranı 1975 senesinde % 63 iken bugün %96 seviyesindedir. Yine geçen süre zarfında üniversiteden mezun olanların nüfus içindeki oranı, % 11’e yükselmiştir. Bu veriler ışığında şu değerlendirmeyi yapmak mümkün görünüyor: Öğretmenin akademik gelişkinliği ve eğitim durumu itibarıyle toplumun önemli bir kesimiyle arasındaki açı kapandığından, sözü dinlenen, bilgili kişi olarak rolü de göreli olarak azalmıştır. Bugün içinde yaşadığı toplumla kuracağı bağları eski beklentilerle kurması bu nedenlerle zordur. Nitekim birçok öğretmenin temel şikâyet konularından birisi toplumda öğretmene saygının kalmadığı yönündedir. Hala öğretmen olduğu için toplumda özel bir saygıya mazhar olma beklentisi geçmişe bir özlemdir. Yeni bir öğretmen kimliğinden bahsedeceksek bu beklentinin geçersizliğini not etmeliyiz.

Öğretmenin toplumdaki yeri ile beraber değişen bir başka durum da öğretmenle öğrenci arasındaki ilişkideki niteliksel değişimdir. Eğitim bir hizmet olmaktan çıkıp bir metaya dönüştüğü oranda, onunla beraber öğretmen kimliği de özne rolünü yitirip piyasa tarafından belirlenimli bir nesneye dönüşmüştür. Okullardaki para toplama pratiği Mahmut Hoca’yı göndermiş, yerine öğrenci algısında sempatiden nasibini almayan Hababam Sınıfı’ndaki müdürü çağırmıştır. Dershane faktörünün ya da özel okulların yaygınlığı, devlet okullarında okuyan öğrenciler için öğretmeni, bilgisinden istifade edecek biri olmaktan gittikçe uzaklaştırmaya başlamıştır.

Aynı dönemde liseli gençlik içerisinde dinci örgütlülüğünün artması ile beraber sınava dayalı eğitim sisteminde başarılı, bütün sosyal faaliyeti halı saha maçları ve ‘abileriyle’ yaptıkları çay sohbetleri ile sınırlı olan bir gençlik profili makbul hale getirilmiştir. Bu sebeple sistemin dışına taşan gençlik ile okul ve öğretmen arasındaki bağ incelmiştir. Bugün öğretmen bu ilişkiyi, yeni koşullara uygun bir şekilde kurmakla yükümlüdür.

Haziran ve Sonrası
Buradan tekrar Haziran Direnişi’ne dönüp cevabı orada bulmaya çalışacağız. Ancak Haziran bazı sorulara cevap üretmekle beraber, yeni sorular da ortaya çıkarmıştır, güzelliği de buradadır.

“Haziran Direnişi hangi ezberi bozdu?” diye bir soru sorsak, herhalde akla ilk gelen ortak cevap 90 kuşağına ilişkin algı olacaktır. Neredeyse istenilmeyen kuşak ilan edilen bir kuşak, nasıl olmuştur da bütün toplumsal kesimlerin gözdesi haline gelmiştir? Bu soru bir tarafıyla kolay yanıtlanabilecek bir soru iken bir taraftan da Haziran’ın kapsamı hesaba katıldığında üzerine biraz daha düşünülmeyi hak eden bir soru. İlk elden söylenebilecekler gençliğin kolektif kültürü yeniden ürettiği yeni alanların varolduğu ve bunların bugüne kadar görmezden gelindiğidir. Görünen o ki bahsi geçen kolektif kültür, mahallelerden ziyade sosyal medyada, kent meydanlarında, festivallerde ve taraftar gruplarında üretilmeye başlanmıştır. Liseli gençlik de kimliğini okullarda değil, okul dışı mekânlarda üretmeye başlamıştır. Sistemin kapsamakta büyük oranda zorlandığı geniş bir gençlik kitlesinin okul aidiyeti sıfır noktasına kadar gerilemiş, sola yüzünü dönen gençler için okul bir kurum olarak haklı olarak düzenin simgelerinden biri haline dönüşmüştür. Okul idarelerinin büyük oranda sağ muhafazakâr kadroların elinde bulunması, müfredatların içeriğinin gericileşmesi, solcu öğretmenlerin hareket alanının oldukça daralması, bu durumu belirleyen temel faktörlerdir. Okul, bilim sanat ve edebiyatın öğrenildiği bir alan değil aksine evrim panellerinin yasaklandığı yerlerine Adnan hocanın fosil sergilerinin sunulduğu, Nazım Hikmet anmasının suç sayıldığı, sanat derslerinin gereksiz addedildiği, öğretmenlerle toplumsal tartışmaların yürütülemediği, sadece teknik-sınavlara yönelik bilginin sınırlı oranda öğretildiği sevimsiz binalara dönüşmüştür.

Bu kuşatma altında solcu öğretmen ise kendini gizlemekle delikanlı olmak arasında salınan bir profil çizmektedir. Uzunca bir süredir piyasacı ve gerici eğitim sistemi karşısındaki tek örnek, biyoloji öğretmenlerinin bir kısmının evrim kuramını anlatması sonucu yaşadığı sürgünlerdir. Eğitimin paralı hale getirilmesi neredeyse kanıksanmış, buna tekil karşı çıkanların ise Don Kişot’laştırılmak istendiği bir yalnızlaşma politikası güdülmektedir. Meslektaşları içinde yalnız bırakılan öğretmenin gençlikle bir frekans yakalamasının zor olduğu ortadadır.

Öğretmen, gençlikle buluşmanın yollarını bulmalıdır. Sınav sistemine karşı çıkan gençler anlaşılmalı, geleceği çalınmak istenen bir kuşağa sadece öğretmen değil mücadele arkadaşı olunmalıdır. Örneğin şifre yolsuzluğuna karşı çıkan gençlerin öğretmenler tarafından yalnız bırakılması, benzer şekilde öğretmen grevlerinde liseli öğrencilerin desteğindeki eksiklik de bir tarafa not edilmelidir.

Ve elbette eğitimden, aydınlanmadan bahsedilecekse dinselleşme ve gericileşme pas geçilemez. Artık bilimsel bilgiyi savunmak ideolojik mücadelenin merkez başlıklardan biri haline gelmiştir. 1980 sonrasında Evrim Kuramı örneğinde olduğu gibi kapsamlı bir şekilde yürüyen saldırı, aslında adım adım bütün bilimsel bilgiyi hedef almıştır. AKP iktidarının her türlü bilgi biçimini görecelileştiren yapılandırmacı müfredatları bunun en önemli ayaklarından birisidir. Dolayısıyla bilimi savunmakla aydınlanmacılığı savunmak, Türkiye tarihinde uzun yıllar sonra ilk defa bu kadar çakışmış durumdadır. Bilimi savunmak mücadelenin bayraklarından biri haline getirilmeli, en geniş toplumsal kesimlere bilimsel bilginin gerekliliğinin farkına vardıracak, bu bilgi ve düşünme biçimini yaygınlaştıracak faaliyetlerde bulunulmalıdır.

Bütün bunlarla beraber, bir de öğretmenlik mesleğinin sınıflar mücadelesi açısından değişmeyen pozitif anlamları vardır. Bir kere çoğunlukla emekçi çocuklarının öğretmenlik mesleğine yönelmesi, diğer yandan ideolojik olarak ne kadar orta sınıfa dahil edilmeye çalışılsa da gelir ve çalışma koşulları açısından emekçi sınıflara olan yakınlığının günden güne artması, öğretmenin emek mücadelesine katılmasını kolaylaştıran etmenler olarak ortaya çıkmaktadır. Sosyal ve ekonomik hakları sürekli budanan eğitim emekçisinin, kıdem tazminatını kaybetmek tehlikesi ile karşı karşıya kalan işçilerle, özelleştirme sonucu düşük maaşlara razı edilmek istenen kamu emekçisiyle yolları kesişmeye başlamıştır.

Sonuç Yerine
Buraya kadar yazılanları toparlamak ve yeni bir tartışmaya katkı olması açısından birkaç önermeyi sonuç yerine ekleyelim:
1. Yeni öğretmen kimliği kentli sınıflarla kurulacak bağlar üzerinden tarif edilmelidir.
Öğretmen kapitalist ekonomide muazzam büyüklüğe ulaşan hizmet sektörünün içindedir. Sağlık çalışanlarından plaza çalışanlarına kadar işçi sınıfının yeni dinamik bölmesinin bir parçası olarak sınıfdaşlarıyla daha yakın bir mücadele yürütmelidir.

2. Görev yaptığı köyün ve köylünün sorunlarıyla ilgilenen öğretmenlerin yaptığı gibi kentleri yağmaya açan iktidarın karşısında yaşam hakkını savunanlar içerisinde de en öne çıkanlar öğretmen olmalıdır. Özellikle İstanbul gibi büyük kentlerde bu rantiyenin sonucunda okullar spor salonu ve bahçesi olmayan apartman dairelerine dönüştü. Okullar mekan olarak düzenin emekçilere reva gördüğü kentsel yaşamın numuneleri haline getirildi. Bu mimariye karşı çıkmak nasıl bir kent istendiğinin de göstergesi gibi olacaktır.

3. Haziran Direnişi’nden sonra ortaya çıkan sonuçlardan biri gençliğin kültüre, edebiyata ve sanata uzak durmadığı, hatta kendisini bunlarla ifade etmeye ihtiyaç duyduğudur. Uzun zamandır etkisizleşen solcu öğretmen, bu alanlara kuracağı hâkimiyet üzerinden yeni bir sayfa açabilir. Özetle solcu öğretmenin karşılığının edebiyattan anlayan, iyi müzik dinleyen, bilimsel bilgiye önem veren vb. şekilde olması gerekmektedir.

4. Bilimsel bilgi artık okulun dışına düşmüştür. Yapılması gereken onu tekrar yuvaya çağırmayla birlikte, bunun da ötesinde onu bütün toplumla kucaklaştırmanın yollarını bulmaktır. Örneğin Evrim Kuramı söyleşileri okullarla birlikte okul dışına da taşınmalı, öğrencileri yeni bilimsel gelişmelerle tanıştırmak üzere ilerici akdemisyenlerle ortak çalışmalar yapılmalı, fen ve sosyal bilimlere yönelik derslerde ilk amaç müfredatı uygulamak değil bilimsel düşünme için gerekli altyapının sağlanması olmalıdır. Yani öğretmen bilimin, bilimsel düşüncenin asli savunucularından biri haline gelmelidir.

5. Haziran’da ortaya çıkan en önemli sonuçlardan biri de saldırılara karşı meşru yanıt üretmekteki yaratıcılıktı (Merdiven boyama, duran adam ,karşı propagandanın anında boşa çıkarılması vb.) Eğitim alanında yaşanan saldırılara karşı da orantısız zeka devreye sokulmalıdır. İktidarın attığı bütün adımların gerçek yüzü ortaya çıkarılmalı, cilaları dökülmelidir. Buna aday olacak örneklerden biri Fatih projesidir. Okullarda temizlik hizmeti yapan çalışanların ücretleri ödenmezken, devasa bütçelerin ayrıldığı bu proje teşhir edilerek, hakettiği ‘itibar’ teslim edilmelidir. Burada öğretmenin okulun sorunlarına sahip çıkan bir kimlikle hareket etmesi veliyi de sürece duyarlı hale getirecektir.