Foti Benlisoy ve 'Face'teki Cumhuriyet Tartışmaları (Ahmet Şahin)

-

29 Ekim günü en iğrenç liberal sitelerden birinde Foti Benlisoy’un Tarihin Zafer Alayı ve Cumhuriyet başlıklı bir yazısı yayınlandı. İçeriğinden söz etmeden önce yazının yayınlandığı yerin beni şaşırttığını belirtmek istiyorum. Benlisoy bu yazıda cumhuriyetin kazanımları bulunduğunu ve bunlara sahip çıkılması gerektiğini savunan sosyalistleri eleştiriyor. Şu uzun alıntı yazının iyi bir özeti olarak kabul edilebilir. Mustafa Kemal’in, “burjuva” ön ekiyle de olsa ne büyük bir devrimci olduğu ya da “Kemalist devrim”in tarihte yadsınamaz bir “ilerleme” anlamına geldiğine dair değerlendirmeler giderek daha sık görünür oluyor. Bundan bir süre önce kısa bir yazıyla bu tartışmaya katılmış, dilimin döndüğünce “cumhuriyetin kazanımları” söylemini eleştirmeye gayret etmiştim. Herhangi bir tarihsel kesitte işçi sınıfı ve ezilenlerin deneyimlerini değil, soyut ve mekanik bir “modernleşme” ya da evrimsel ve teleolojik bir “ilerleme” anlatısını esas almanın sorunlarına değinmeye çalışmıştım. “Cumhuriyet” ya da “modernliğin” sınıflar üstü bir “kazanım” olarak değerlendirilmesine karşı çıkmış, ezilenler için her tarihsel kazanımın, her “ilerlemenin”, çizgisel bir tarihin “nesnel” yasalarınca “ilerici” sayılan paşalar, bürokratlar ya da kapitalistlerin değil, ezilenlerin kendi mücadelelerinin bir sonucu olduğunu vurgulamıştım. Hem Milli Mücadele döneminde hem de sonrasında ezilenlerin, işçi hareketinin amansızca üstüne gidilmişken “ilerleme”den bahsetmenin emekçi ve ezilenlerin o dönemdeki somut tecrübe, yaşantı ve mücadelelerini yok saymak olduğunu, onların gıyabında soyut ve yukarıdan bir büyük harfli “Tarihe” teslim olmak olduğunu ifade etmeye gayret etmiştim. Maksadım bu yazının bir “retrosunu” tedavüle sürmek değil. Gayem, elbette muhtemel defoları da olabilecek bu kısa yazının sosyal medya mecralarında aldığı bir tepki “türü” üzerine birkaç kelam etmek. Yazı yayımlandıktan hemen sonra, “Osmanlı’da zaten işçi sınıfı yoktu”, “dönemin koşulları içerisinde Mustafa Kemal ve ekibinin dışında başka alternatif zaten yoktu”, “o dönem sol mu vardı” gibi bir dizi birbirini tamamlayan “argüman” öne sürüldü.” Yazının bundan sonrası sosyal medyada karşılaşılan bu argümanların eleştirisiyle geçiyor. Yazar bu yaklaşımı doğrusal ve ereksel bir ilerleme anlayışının örneği olarak ele alıyor sağdan ödünç alındığını iddia ediyor. Aşağıdakilerin mücadelelerini görmeyen bir yaklaşım olduğunu savunuyor. Ve bu yaklaşımı çürütebilmek için, hayır aslında Osmanlı’da çok işçi vardı diye özetlenebilecek bir savunuya giriyor. Bakkal çıraklarından şemsiyecilere kadar herkesi sayıyor. Osmanlı’daki işçi örgütlenmelerini ve sosyalist grupları sayıyor. Yazarın eleştirdiği argümanların zayıf olduklarına ve eleştiriyi hak ettiklerine ben de katılıyorum. Öte yandan Benlisoy’un yaptığı gibi, Osmanlı’da kaç işçi bulunduğuyla ilgili bitimsiz ve yararsız tartışmalara girilerek bunların çürütülemeyeceğini düşünüyorum. Ama konumuz bu değil. Yazının temel sorunu, kimin eleştirildiğinin bulanık bırakılması. Doğrusal ve erekselci tarih anlayışına sahip olanlar cumhuriyetin kazanımlarına sahip çıkmak isteyen sosyalistler midir yoksa sosyal medyada Foti Benlisoy’un yazısına eleştiri getirenler mi? Evet, doğrusal ve ereksel bir ilerleme anlayışı yanlıştır. Marksizm’in ilerleme anlayışı diyalektiktir. Ama Foti Benlisoy cumhuriyetin kazanımlarına sahip çıkma iddiasında olan sosyalistlerin, bu konumlarını diyalektik olmayan bir tarih anlayışıyla temellendirdiklerini nereden çıkarıyor? Ben Foti Benlisoy’un Facebook’ta arkadaşı değilim. Kendisinin sosyal medyada oldukça popüler bir insan olduğunu biliyorum ama tam olarak kimlerle tartışmış bilmiyorum. Yazıyı yazarken baktım, kendisiyle 20 Mutual Friends’imiz varmış. Yukarıdaki tezleri bizim Mutual’ların öne sürdüğünü sanmıyorum. Hangi Sosyalist Cumhuriyet’i ya da modernliği sınıflar üstü bir kazanım olarak değerlendirmiş hiç bir fikrim yok. Yazar yazının temel iddiasını kanıtlamak için hemen hiç bir şey yapmamış. Öyledir deyip geçmiş. Sonra da bu ön kabulün üzerine tüm eleştirilerini inşa etmiş. Sırf Foti Benlisoy söylüyor diye sosyalistlerin tarihe diyalektik bakmadıklarını kabul mü edeceğiz? Cumhuriyetin kazanımlarına sahip çıkan sosyalistler bu konumlarını Foti Benlisoy’un iddia ettiğinden çok farklı şekilde temellendiriyor. Ama yazar asıl muhataplarıyla değil, daha kolay rakiplerle mücadele etmeyi tercih etmiş. Bu kurnazlıktır. Eğer sosyalistler arasında bir tartışma yürütmek istiyorsanız, sosyalist grup ve kişilerle açık bir tartışma yürütürsünüz. Sosyal medyadaki kim oldukları bilinmeyen kişilerle değil. Karşı çıktığınız görüşün önemli temsilcilerini karşınıza alır, söz konusu kişi ve grupların metinlerine referans vererek, hatta alıntılar yaparak tartışırsınız. Eleştirilerinizin adresini bulanık bırakmazsınız. Sosyalistler arasında bir tartışma diyerek konuya giriyorsanız, sosyalistlerin savlarını karşıya alırsınız, ulusalcılarınkileri değil. Son yıllarda sosyalist hareket içinde cumhuriyetin kazanımları tartışmasını gündeme sokan örgütlü özne Türkiye Komünist Partisidir. TKP bu siyasal konumunun gerekçelerini uzun yıllardır ayrıntılı metinlerle açıklamakta, bu konumun çıktıları partinin mücadele pratiğinde gözlemlenebilmektedir. TKP’nin cumhuriyete ilişkin tezleri yazarın tartıştıklarından tamamen farklıdır. Tartışmanın iki tarafından biri TKP’dir. Ama yazar TKP’nin adını hiç anmadan, onun savlarını yok farz ederek gölge boksu yapmayı tercih ediyor. Osmanlı’da işçi sınıfının yokluğu vb, bugün cumhuriyete ilişkin tartışmaların ana eksenini falan oluşturmaz. Bunlar ulusalcıların sola yakın kesimleri arasında ve tabiri caizse solun taşrasında kalmıştır. Ve dolayısıyla bunlar cumhuriyetin herhangi bir kazanımı bulunmadığını düşünenler için rahatlıkla kum torbası işlevini görebilirler. Kolaydır. Bu zayıf tezlerle asıl eleştirmek istediklerinizi aynı sepete koyarsınız, daha zor tartışmalara girmekten kurtulursunuz. Foti Benlisoy cumhuriyete sahip çıkan sosyalistler olarak doğrusal bir tarih anlayışını benimsediğimizi ve aşamacı olduğumuzu kanıtlamak için bir çaba içine girseydi ben de öyle olmadığımızı kanıtlamaya çalışabilirdim. Yazar bir kanıt öne sürmediği için ben de tarihe diyalektik materyalizmin ışığında baktığımızı ve sosyalizmin sonraki bir aşama değil güncel hedefimiz olduğunu tekrarlayıp geçmekle yetiniyorum. Yazarın cumhuriyetin kazanımlarına neden sahip çıkılmaması gerektiğini açıklarken dayandığı temel düşünce, Türkiye’nin burjuva devriminde emekçilerin, yazarın deyimiyle aşağıdakilerin lehinde hiç bir değişimin olmadığıdır. Aksine Kemalistler işçi örgütlenmelerini yasaklamışlar ve komünist hareketi ezmişlerdir. Sendikaların yasaklandığı, komünistlerin katledildiği, bilmediğimiz şeyler değil. Kürt isyanlarında gerçekleştirilen katliamlar da ortada. Peki, ama bunlara karşı olmak için burjuva devrimlerine toptan karşı olmak zorunda mıyız? Tam da yazarın iddiasının aksine tarihe diyalektik yöntemle baktığımız için, burjuva aydınlanmacılığının ve ilericiliğinin göreli ve çelişkili karakterine işaret ediyoruz. Herhangi bir tarihsel olayda mutlak ilericilik aramak, bulamayınca küsmek doğrusal ilerleme anlayışının ta kendisidir. ““Kemalist devrim”in tarihte yadsınamaz bir “ilerleme” anlamına geldiğine dair değerlendirmeler giderek daha sık görünür oluyor” diyor yazar. Burjuva devrimlerinin tarihte yadsınamaz bir ilerleme anlamına geldiği zaten Marksizm Marksizm olalı beri yapılan bir değerlendirmedir. Yazar bunu ilk defa mı duymuş merak ediyorum. Ve tam olarak neye emekçilerin kazanımı diyor bilmiyorum ama dinin temel siyasal referans noktası olmaktan çıkışının, saltanatın ve hilafetin kaldırılmasının, eğitimin yaygınlaşmasının, kadının toplumsal yaşama katılımının artmasının, emekçileri hiç ilgilendirmediğini düşünüyor olmalı. Herhangi bir tarihsel uğrağın ilericiliğinin gericiliğinin, emekçilerin o verili uğrakta ekonomik kazanımlar elde edip etmediğine ya da siyasal katılımlarının artıp artmadığına göre ölçüleceği düşüncesi Marksizm’le alakası olmayan duygusal bir reflekstir. Marksizm’e göre verili bir tarihsel olayın, kurumun vs. ilericiliği, bütünlükçü bir bakış açısıyla, sınıf mücadeleleriyle ve verili toplumsal formasyonla ilişkileri açısından değerlendirilir. Erekselciliğe karşı olmak başkadır, ilerlemeyi emekçi kazanımlarına, hem de verili tarihsel uğraktaki emekçi kazanımlarına indirgemek başkadır. İlerleme toplumsal formasyonun bütününe ilişkin bir kavramdır. Yoksa pekâlâ emekçilerin durumlarının iyileştiği ama ilerici olarak değerlendirilemeyecek dönemler yaşanabilmektedir. Örneğin ilerlemeyi güncel emekçi kazanımlarına indirgersek Avrupa’da ikinci dünya savaşı sonrasında ortaya çıkan modeli kapitalizmin en ileri aşaması olarak tanımlamak zorunda kalırız. Oysa bu model, emperyalist kapitalist sistemin bütünü ve dünya çapındaki sınıfsal dengeler düşünüldüğünde ilerici bir işlev taşımaz. Öte yandan ilerici olmayan bir dönemde elde edilen kazanımlar bile korunmalıdır. Bugün, Sovyetlerin emperyalist-kapitalist sistem üzerindeki baskısı ortadan kalktıktan sonra Avrupa işçi sınıfının geçmişte verdiği tavizleri geri almak için saldıran burjuvaziye karşı direnmesi, elde ettiği ekonomik kazanımları korumaya çalışması meşrudur öyle değil mi? İki örnek arasında önemli farklar olduğunun farkındayım. Türkiye’nin burjuva devrimi tarihsel açıdan Avrupa Birliği’nden daha meşrudur. Ama yazar sadece ekonomik kazanımları kazanım olarak gördüğü için bu örneği veriyorum. Almanya’da neo-liberal uygulamalara karşı çıkan işçinin AB’ci olmak zorunda olmadığı gibi, Türkiye’de karma eğitimi korumaya çalışan işçi de Kemalist olmak zorunda değildir. Köylüler savaşı da Almanya’da “aşağıdakilerin” vahşice ezilmesiyle sonuçlandı. Ama Engels bu olayı değerlendirirken oturup ağlamayı değil, soğukkanlı ve bilimsel bir analiz yapmayı tercih etti. Marks’ın ve Engels’in tarihe ne kadar da erekselci baktıklarını kanıtlayacak sayısız örnek sıralayabiliriz. Kaldı ki Türkiye’nin burjuva devriminin emekçiler açısından kazanımları çok daha doğrudandır. Sadece kurtuluş savaşının yürütülebilmesi bile belirli bir kitlesel hareketliliği gerektirir ve Kemalist önderliğin kitleleri Osmanlı yöneticilerinin aldığından daha fazla dikkate almak durumunda olduğu açıktır. Yani 1919’dan sonra emekçilerin siyasal yaşam üzerindeki etkileri artmıştır. O dönemde emekçiler yazarın iddia ettiği ölçüde olayların dışında kalmamıştır. Elbette yeni iktidar sağlamlaştığı ölçüde sosyalistleri ezmiş ve emekçileri daha az dikkate alma eğiliminde olmuştur ama bu açıdan Osmanlı dönemine dönülmediği de açık olmalıdır. Sovyetler Birliği’nin varlığı koşullarında, onun yardımıyla kurulabilmiş bir ülkeden söz ediyoruz. Emperyalist-kapitalist sistemin reel sosyalizmin baskısı altında bulunduğu bir dönemde şekillenmiş bir egemen ideolojiden, hukuki alt yapıdan ve kadro tipolojisinden söz ediyoruz. Bunların verili sınıfsal güç ilişkilerinden bağımsız olarak şekillendiğini herhalde kimse iddia edemez. Bu nedenle Birinci Cumhuriyet, ikincisine kıyasla işçi sınıfı açısından pek çok kazanım barındırır. Mantıksal sonuçlarından ne kadar uzak olduğu bir yana -ki burjuva düzeninde, üstelik de geç kapitalistleşmiş bir ülkede bunların mantıksal sonuçlarına vardırılmaması doğaldır- laikliğin, bağımsızlıkçılığın ve kamuculuğun birer değer kabul edildiği bir durumdan söz ediyoruz. Foti Benlisoy “Bundan bir süre önce”, yani 2012’nin 29 Ekim’inde kendi bloğunda yazdığı yazıda, “maksadının” ve “gayesinin” “bir retrosunu” tedavüle sürmek” olmadığı yazıda, cumhuriyetin kuruluşunda herhangi bir emekçi hareketinin etken olmaması nedeniyle Türkiye tarihinde emekçilerin cumhuriyete sahip çıkmak amacıyla herhangi bir girişimde bulunmadıklarını iddia ediyor. Öncelikle kurtuluş savaşı döneminde var olan işçi örgütlenmelerinin hangi tarafta yer aldıklarını sorabiliriz. Sonra ezilmiş olmaları hareketin başarıya ulaşmasındaki etkilerini ortadan kaldırmaz. Sosyalist hareketin ve Sovyetler birliğinin kimin yanında yer aldığını sorabiliriz. 60’lı yıllarda işçi sınıfı hareketinin ve sosyalist hareketin hangi ideolojik referans noktalarına basarak toplumsallaştığını, bu dönemde cumhuriyetin nasıl algılandığını sorabiliriz (kuramsal düzlemde Kemalizm’e ilişkin değerlendirmelerin 60’ların düzeyini aşmış bulunması ayrı konu, burada ideolojik düzlemden, cumhuriyet değerlerinin emekçiler tarafından sahiplenildiğinden söz ediyorum). Ama bunlardan çok daha açık ve güncel bir olguyla karşı karşıyayız, haziran direnişi... Haziranda sokağa çıkanlar emekçiydi. Mademki işçiden yalnızca sanayi proletaryasını anlamak eksik bir yaklaşım, haziran olaylarında kesin bir emekçi karakteri bulunduğunu herhalde Foti Benlisoy da kabul eder. Haziranda işçi sınıfı, sınıf bilinciyle ve sosyalist taleplerle değil, düpedüz cumhuriyetin kazanımlarına sahip çıkmak için sokağa çıktı. Ve bu kitle sosyalistlerle en azından 40 yıldır olmadığı ölçüde yoğun bir etkileşime girdi. Cumhuriyetin kazanımları bugün emekçiler tarafından savunuluyor. Ve bazı sosyalistler, gayrı siyasi, duygusal ezberleri nedeniyle olanı biteni kavrayamıyorlar. “Tarihte galip gelmişlerin zafer alaylarına katılmakla devrimciliğin, solculuğun bir alakası olamaz. Geçmişte gerçekleşmemiş, bastırılmış ihtimaller de, kat edilmemiş patikalar da tarihin bir parçası.” Kabul, tarihin bir parçası ama sadece bir parçası. Gözümüz kulağımız sadece onlarda olursa tarihi iyilerle kötülerin savaşı gibi görmeye başlayabiliriz. Yenilgiler ve gerçekleşmemiş ihtimallerden oluşan bir tarihin üzerine devrimci ve iddialı bir siyaset inşa edilemez. Tarihte nerede bir zafer alayı görsek atlamıyoruz tabi. Ama zafere alerji geliştirmenin de anlamı yok. Zafer alaylarından uzak durayım derken sürekli cenaze alaylarına katılmak da var sonunda. ““Birincisine” de “ikincisine” de karşı olmamız, daha özgür ve eşit sıfatlarıyla da olsa bir “üçüncü” cumhuriyet kurmak adına değil, “ayakların baş olması” ya da Enternasyonal’deki ifadeyle “bugün bir hiç olanların her şey olması”, nam-ı diğer, sosyalizm adınadır” diyor Benlisoy. Güzel... Peki, biz başka bir şey mi öneriyoruz? Üçüncü Cumhuriyet, eşitlikçi ve özgürlükçü bir cumhuriyet, gerçekten halkın cumhuriyeti bugün sosyalizmden başka ne anlama gelebilir? Bugün Birinci Cumhuriyet’in restorasyonu tarihsel olarak olanaklı mıdır? İkinci Cumhuriyet’e karşı olan ve ciddi bir alternatif öneren bir burjuva fraksiyonu var mı? Düzen içi herhangi bir güç İkinci Cumhuriyet’in temel çerçevesinin dışına çıkmayı mı hedefliyor? Bugün cumhuriyetin kazanımlarına sahip çıkılmasının tek yolu sosyalist devrimdir. Bunu ikide bir söylüyoruz ve Foti Benlisoy hala aşamacılıktan falan söz ediyorsa bu ancak, -kendisini üzebilecek bir benzetme ama- İsmet Paşa tarzında bir işitme sorunu yaşamasından, İsmet Paşa gibi işine gelmeyeni duymamasından kaynaklanan bir durum olabilir. Not: Yukarıda belirttiğim gibi, Osmanlı’da işçi yoktu diye karikatürleştirilen, o dönemde sosyalizmin gerçek bir alternatif olmadığına dayanan ve Mustafa Kemal’in sınıfsal aidiyetini bu yolla önemsizleştiren yaklaşım, Foti Benlisoy’un yaptığı gibi Osmanlı’da aslında sanıldığından fazla işçi olduğunun gösterilmesi yoluyla çürütülemez. Osmanlıda kapitalizmin sanıldığından daha gelişkin olduğunu kanıtlayabilirsiniz elbette. Ama var olan iktisadi altyapının sosyalist bir kuruluşa pek de elverişli olmadığı açıktır. Karşıdan, işçi sayısının sanıldığından çoksa da hala Avrupa’dakinden hatta Rusya’dakinden az olduğu itirazı gelebilir. Ayrıca iletişim ve ulaşım olanaklarının şimdikine göre çok kısıtlı olduğu o dönemde, merkezlerdeki işçi yoğunlaşması gerçekten çok önemlidir. Bakkal çırakları da emek sömürüsüne tabidirler ama dağınıktırlar, bu nedenle de sınıf bilinci geliştirmeleri ve örgütlenmeleri çok daha zordur. Yazarın örnek verdiği Zonguldak madencileri yarı köylüdür vs. vs. (şemsiyeciler hakkında bir fikrim yok.) Özetle bu iki tarafın da kazanamayacağı bir tartışma olur. Sorunun asıl çözümü eşitsiz gelişim kavramını devreye sokmaktır. Bunu doğru dürüst açıklamak için en az bir bu kadar daha yazmam gerekebilir. Bu nedenle mesele iktisadi altyapıdan ibaret değildir deyip kesmek zorundayım.