Emperyalist-Kapitalist Sistemde Kıpırdanmalar Su Yüzüne Çıkıyor (Ayhan KESER)

Atina’da gerçekleşen 13. Uluslararası Komünist ve İşçi Partileri Toplantısı’nın Kapanış Açıklaması yoğunlaşan krizin emperyalistler arası çelişki ve rekabeti keskinleştirerek emperyalist savaş riskinin artmasını beraberinde getirdiğini saptadı (1).

Bu toplantıdan birkaç hafta sonra, 2012’nin ilk günlerinde, doğrudan Obama’nın sunuşuyla ilan edilen “ABD’nin Küresel Liderliğini Korumak İçin 21. Yüzyılın Savunma Öncelikleri” başlıklı rapor, ABD’nin küresel liderliğini koruması için kritik halkanın Pasifik’e kaydığını ve ABD’nin toplam askeri harcamalarının onu takip eden 10 ülkenin toplam harcamalarından fazla olmaya devam edeceğini ilan etmiş oldu (2).

Emperyalistler arası rekabetin derin ekonomik krizlerin ardından artış göstermesi bir kural. Kar oranlarının azalması ile kendini gösteren krizlerin ardından hem pazarın bir bütün olarak küçülmesi hem de her bir aktörün küçülmenin maliyetini diğer aktörlere yüklemeye çalışması emperyalistler arası çelişkilerin artmasını beraberinde getirir.

Bu çelişkilerin birikerek bir emperyalist savaşa neden olup olmayacağı bir çırpıda saptanabilecek bir olgu değil. Emperyalist odaklar arası rekabetin izlenmesi, eğilimlerin belirginleşmesi ve bütün bu sürecin kavranmasında kılavuz olarak emperyalizm çözümlemesinin akılda tutulması gerekiyor. Ancak ben burada genel olarak emperyalizm üzerine tartışmak yerine konuyu emperyalistler arası çelişkilere daraltacağım.

Çelişkinin tarafları netleşti mi?

Bu soruya taraflar alenen savaş hazırlığına girmedikçe “evet” yanıtı verilemez ancak bazı işaretlerin biriktiğini görmek pek ala mümkün. Bu açıdan en manidar işareti The Economist dergisi bu haftaki özel raporu ile vermiş oldu. “Gelişen piyasaların çokulusluları: devlet kapitalizminin yükselişi” başlıklı raporda özellikle Rusya, Çin ve Brezilya hedef alınarak bu ülkelerin devlet kapitalizmi uygulayarak kapitalizmin işleyişine aykırı davranıyor oldukları iddia ediliyor (3).

“Devlet kapitalizmi” olarak adlandırılan bu ülkelerin elde ettikleri ekonomik gelişmenin önemi saptandıktan sonra asıl nokta öne çıkıyor: “Bu model nasıl başarılı oluyor ve bunun gelişen piyasaların içine ve dışına doğru sonuçları nelerdir?”

Anlaşıldığı üzere tartışılan tam da yukarıda değindiğim kar oranlarının azalması eğilimi nedeniyle yaşanan daralmadan kimin daha zararlı çıkacağını saptamak. The Economist devlet kapitalizmi olmakla suçladığı ülkelerin bu sıkışmadan karlı çıkmaya çalıştıklarını görüyor ve itiraz ediyor.

Dünyanın petrol rezervlerinin dörtte üçüne sahip olan ilk 13 petrol şirketinin de devlet teşekkülü olması, en büyük doğal gaz firması Gazprom’un Rusya Devleti’ne ait olması gibi örnekler, arkalarına aldıkları açık devlet gücü ile serbest piyasaya müdahale edildiği argümanına yaslanılmasını sağlıyor (4).

Dergi daha pek çok argümanı kullanarak Rusya, Çin ve Brezilya’yı 1970’lerden beri sürmekte olan kapitalist birikim sürecine aykırı davranmakla suçlayarak tarihsel analojiler yardımıyla böyle adımların ancak özel tarihsel kesitlerde yaşanabileceğini vurguluyor. Bağımsızlık Savaşı sonrası ABD, 1870’lerde Bismarck Almanya’sı ve 1950’lerdeki Japonya ve Güney Kore devlet kapitalizmine benzer uygulamalar ile yol alabilmiş ancak Çin halkının bu dönemlerin üzerinden çok zaman geçtiğini anlamak durumunda olduğu söyleniyor.

Bu tartışmalar ortada bir çelişkinin olduğunu işareti sayılmalı. The Economist üzerinden yapılan ABD-İngiltere ikilisine alternatif yönelimler peşinde koşan ülkelere “gittiğiniz yol yol değil” demekten ibaret. Tartışmanın Sovyetler Birliği göndermeli bir “devlet kapitalizmi” metaforu ile yürütülmesi diğer odağın oyunu kurallarına göre oynamadığından şikayet etmek anlamına geliyor.

Gerilim nereye yansıyacak?

Yukarıda hatırlattığım gibi ABD emperyalizmi küresel egemenliği için kritik bölgenin Ortadoğu’dan Pasifik’e kaydığını ilan etti. Çin ise bu hamleye verdiği yanıt ile kendi güvenlik bölgesinde kontrollerinin devam edeceğini ifade etti (5). Gerilime karşılıklı kredi notu düşürme gibi süslerin eklendiği de oluyor. Ancak bu itiş kakışın doğrudan Pasifik’te değil iki güç odağının hesaplaşacağı başka bir coğrafyada karşılık bulması daha olası görünüyor.

ABD’nin Bush ile birlikte 2001’de başlattığı hamlesinin Ortadoğu ve Asya’da İslamcı köktenciliği hedef tahtasına yerleştirerek esasen “eski düzen” diyebileceğimiz iki kutuplu dünya dengelerini baskıladığını biliyoruz. Obama’nın 2009’de yaptığı Kahire Üniversitesi konuşması ile birlikte bu yönelimin değişeceğini ve “ılımlı islam” stratejisinin Ortadoğu’daki İslamcı özneler ile işbirliğine yöneleceğini anlamış olduk (6).

“Arap Baharı” olarak kodlanan sürecin sarstığı rejimlerin ortak özelliklerinden biri, bu ülkelerin iki kutuplu dünya dengelerine göre pozisyon almaya çalışmaları ve kendi içlerinde kimi hareket alanlarına sahip olmaya çabalamalarıydı. Ortadoğu’daki petrol rejiminin ve siyasi mekanizmaların yenilenmeye çalışıldığı bir dönemde, bu coğrafyanın yeniden şekillendirilmesinde etkin olamayan bir emperyalist/kapitalist odağın geleceğe dair iddialarını küçültmesi kaçınılmaz.

Bu durum, Suriye tartışmasının aslında Suriye ile ilgili olmadığının bir göstergesi. Suriye ABD kontrolünde yaşanan dönüşümün kritik bir anahtarı haline geldi. Suriye kapısını açamayan ABD’nin İran’a yönelmesi ve Pasifik üzerindeki baskısını artırması pek mümkün görünmüyor. Keza şu an ABD’nin Suriye seferine taş koyan veya ileride engel çıkarabilecek ülkeler olarak görünen Rusya, İran, Çin, Hindistan vb. ülkelerin Suriye meselesini önemsemelerinin asıl nedeni Suriye’yi de deviren emperyalist güçlerin bu ülkelere fazla yaşam alanı tanımayacağını biliyor olmaları.

Bu tabloya kendini Ortadoğu petrol rejiminin ve siyasi haritasının yenilenişinin dışında bırakılmış hisseden ve Rus doğalgazına bağımlı Almanya eklendiğinde en başta belirtilen emperyalist savaş olasılığı daha anlaşılır hale geliyor (7).

Elbette bir tarafında ABD, İngiltere, Kanada ve Fransa’nın diğer tarafında ise Almanya, Rusya, Çin, Hindistan, İran’ın bulunduğu bir savaş senaryosu yazmıyorum. Ancak krizin sonuçlarından azami ölçüde faydalanmaya çalışan iki ayrı odağın belirginleşmekte olduğu artık sır değil. Üstelik The Economist'in yukarıda değindiği olumlu sonuç alan devlet kapitalizmi örneklerinin tümü çelişkilerin savaş ile aşılması ile birlikte hatırlanmalı.

Türkiye’nin Suriye’de üstlenmeye çalıştığı uğursuz rolü bu tablonun içine yedirdiğimizde Erdoğan’ın dayılanmalarının yalnız iki ülke ile alakalı olmadığını görebiliriz. Türkiye Komünist Partisi’nin Erdoğan’ın saldırgan Suriye açıklamalarının ardından Gavrilo Princip’e gönderme yapmasının bir nedeni de olsa gerek.

Solun Pozisyonu

Ortadoğu'da yükselen tansiyonun tek merkezi elbet Suriye olmak durumunda değil. Suriye'nin kuzeyinde ve güneyinde tampon bölge hazırlığının yanı sıra bu adımın Hizbullah-İran bağlantısını kesme niyeti kendini baskı altında hisseden İran'ın Hürmüz Boğazı'nı kapatma tehdidi ABD'nin Müslüman Kardeşler dolayımı ile Hamas'ı ehlileştirip silahsız bir müttefike dönüştürme çabası bu durumun ABD'ye bağımlılığı tescillenmiş bir Filistin Devleti'ne yol açma ihtimalinin güçlenmesi gibi başlıklar Ortadoğu'da her zaman olduğu gibi pek çok dinamiğin aynı anda hareket halinde olacağının göstergesi.

Bu tabloda Türkiye'nin önemsizleşme tehlikesini de hesaba katarak daha agresif hale gelmesi mümkün. ABD'den “Ortadoğu'da senin işlerini ben ilerletebilirim” diye rol almaya çalışan bir iktidarın Suriye'ye dönük ilk hamlelerinin ardından tökezlemesinin ardından hemen geri çekileceğini düşünmek bu planın AKP'ye sunulan emperyalist destekle ilişkisini hesaba katmamak anlamına gelir.

Gelişmeler yalnız Türkiye solunun değil uluslararası komünist hareketin bütününün yaklaşan savaş olasılığına karşı pozisyonunu gözden geçirmesini gerektiriyor. Emperyalistler arası rekabette taraf tutmanın risklerine değinen Yunanistan Komünist Partisi bölgesel birliklerin desteklenmesine itirazı bu nedenle haklı görülmeli (8).

Türkiye Komünist Partisi Merkez Komitesi'nin Şubat ayında gerçekleşecek olan ilçe konferansları öncesi emperyalizm üzerine güncel tezler hazırlayacak oluşunu da aynı çerçevede ele almak ve önemsemek gerekiyor. Çünkü yaşanan gelişmeler solun ideolojik titizliğini artırmasının yaşamsal olduğunu ortaya koyuyor (9).

[email protected]

1- http://www.solidnet.org/13-international-meeting/2289-13-imcwp-final-sta...
2- http://erginyildizoglu.blogspot.com/2012/01/abdnin-yeni-savunma-strateji...
3- http://www.economist.com/node/21543160 (Gelişen Piyasaların Çokulusluları: Devlet Kapitalizminin Yükselişi)
4- http://www.economist.com/node/21542931 (Görünen El)
5- http://haber.sol.org.tr/dunyadan/abd-rotasini-pasifike-cevirdi-haberi-50399
6- http://en.wikipedia.org/wiki/Barack_Obama%27s_speech_at_Cairo_University...
7- Burada Alper Birdal'ın soL'da yayınlanan Yeni Ostpolitik yazısını okumak faydalı olabilir: http://haber.sol.org.tr/yazarlar/alper-birdal/yeni-ostpolitik-49448
8- http://haber.sol.org.tr/enternasyonal-gundem/komunistler-asya-ve-latin-a...
9- http://www.solidnet.org/13-international-meeting/2289-13-imcwp-final-sta... (13. Uluslararası Komünist ve İşçi Partileri Toplantısı Kapanış Açıklaması)