Egemenlik kayıtsız şartsız… (Uluğ İlve Yücesoy)

Egemenlik kayıtsız şartsız…

Yargısı özelleştirme kapsamında olan, Yürütmesinin ve idaresinin önemli bir bölümünün özelleştirme sürecinde olan bir ülkede “bağımsız” bir yasama organından bahsetmek mümkün müdür? Ya da bütün bunlara ses çıkarmayan bir “egemenlik” var mıdır? Var ise bu “egemenliğin” “milli”liği ne derecededir? O halde “egemenlik” kimdedir?

“üç anayasa ortasında büyüdüm
biri akasya
biri gül
biri zakkum”
Cemal Süreya

Egemenlik mi? O da ne? Artık anlamı var mı ki böyle kavramların, sembollerin ya da kültlerin? Gün geçmiyor ki “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” veciz sözüne rahmet okutacak uygulamalar, düzenlemeler görülmesin... Yasama, yürütme ve yargı devletin erkleri... Olmazsa olmazları... Hem biri diğeri olmadan olmaz hem de her biri birbirinden bağımsız.
Görünen o ki durum değişti! Egemenlik kayıtsız şartsız… Bundan sonra çoktan seçmeli olan bu cümlenin gerisini siz doldurun! Tabi şıklar “kaldı” ise!

Yasama, yargı, yürütme… sıra denetimde
5018 ve 5227 sayılı ikiz yasalardan 5018 sayılı olanı (Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu) yürürlüğe girdi. 5227 sayılı Kamu Yönetiminin Temel İlkeleri ve Yeniden Yapılandırılması Hakkında Kanun ise henüz yürürlükte değil. Biri yürütme ve idarenin içindeki mali kısmının, diğeri ise teftişten, denetime, kontrole, personel politikasından, yönetim kriterlerine hatta yerel yönetime kadar çok sayıda kamu yönetimi normunun “hukuk devleti”, “kanunilik”, “sosyal devlet”, “insan haklarına saygılı devlet” ilkesince şekillenmesinden bambaşka bir faza geçirilmesine sebep olan kanunlardır... İşte size birkaç örnek: Yerel idarelere personel devri, kadrolu istihdamın daraltılması, yerel yönetimlerin ve idarelerin güçlendirilmesi sonucu kadrolaşma, personel yönetimi sistemi yerine “insan kaynakları” sistemi, iç denetim, çok uluslu şirketlere ihale edilecek özel denetim, yargısal kararlara imza atabilecek “halk denetçisi” sistemi, yönetişim uygulamaları, mahalli idarelerin mali konularda kural koyma yetkilerinin oluşması, teftiş heyetlerinin kaldırılması, kültür hizmetlerinin yerel yönetimlere devredilmesi, kamusal hizmet üretiminin yerel yönetimlere devri sonucu personel arasında farklılık olacağından Anayasa madde 41’deki “ailenin korunması” hükmünün bertaraf edilmesi... Listeyi daha da uzatmaya gerek var mı?
Henüz yürürlükte olmayan ama “de facto” olarak çoktan yürürlüğe girmiş bulunan 5227 sayılı Yasa, yurdun dört bir yanında uygulanmaya başlamıştır bile. Teftiş heyetlerinin sırasıyla yurdun dört bir yanında “artık özelleştirme sürecindeyiz gerek yok. Özelleştirilmiş kurumlarda teftiş heyetlerinin işi ne?” gibi bir sürü gerekçe ile kaldırılması süreci başlamıştır. TEKEL Teftiş Heyetlerinin yurt sathındaki örgütlenmesinin lağvedilmesinden sonra sıra Maliye Müfettişleri ve Hesap Uzmanlarına gelmiştir. Elbette teftiş heyetlerine sıranın gelmesi, salamın çoktan dilimlene dilimlene pek de geriye bir şey kalmadığından başka bir şeyin kanıtı değildir. Tasfiye edilmek istenen ülkemizdeki Teftiş Heyetleri sadece bir semboldür bütün yaşananlar için. Oysa Teftiş heyetleri kamu hizmetinin üretimi ve geri dönüşümü sırasındaki dengeleyici unsurdur. Getirilmek istenen sistem ile bağımsız nitelikte teftiş mekanizması yerine, ast-üst ilişkisi içinde olan iç denetçiler ve çok uluslu şirketlerin denetimindeki yabancı denetim şirketleri eliyle bu hizmet sürdürülecektir. Yasama, yargı, yürütme gitti de sıra denetime mi geldi acaba? Üç erkten geriye ne kaldı ki, yürütme içinde konumlanan teftiş heyetlerine gerek kalsın!

Geriye dönüş
Ülkemizde son 150 yıldır süren hürriyet-demokrasi-bağımsızlık mücadelesinde -Kurtuluş Savaşı dönemindeki 1. Meclis hariç (ki o da ihtilal meclisi idi)- mutlak monarşi döneminden itibaren “güçler ayrılığı”nın uygulanması için çaba sarf edilmiştir. Oysa yürürlüğe girmemiş yeni yasa ve “Sivil Anayasa”da tersine bir durum söz konusu. 61 Anayasası’nda kayıtlanan “güçler ayrılığının” uzanımı olan “hukuk devleti”, “insan haklarına dayalı devlet”, “kanuni idare” gibi Anayasal ilkeler bertaraf edilmek istenmektedir. Bu geriye dönüş neyin nesidir, nereden çıkmıştır? Türk Demokrasi Tarihinde dönüm noktası kabul edilen 61 Anayasası’nda “Doğal yargıç” gibi ilkelerin yanı sıra “Anayasallık Bloku” için Anayasa Mahkemesi kurulmuş olması, yine dördüncü kuvvet niteliğindeki basın için TRT’nin özerk bir kurum olarak oluşturulması ve üniversitelerin özerkleşmesi ile bambaşka bir mecranın başlaması gibi gerçekler var iken bütün bunlardan vazgeçmek neden? Geriye dönüş neden?
12 Mart getirisi 71-73 arası dönem ve devamında, yürütmenin güçlendirilmesi bir anlamda “monarşi”ye geri dönüş özlemini çağrıştıran ve deviasyon olarak niteleyebileceğimiz düzenlemeler gerçekleşti. Ardından gelen 82 Anayasası birçok açıdan (basın, üniversiteler, sosyal haklar...) 61 Anayasası’ndan çok gerilerde olmasına rağmen traji-komik bir şekilde devletin egemenlik hakkından feragat niteliğindeki birçok özelleştirme uygulaması 82 Anayasası engeline takılmaktadır.
Kökünü 70’lerdeki petrol krizinden alan alt-yapı ve üst-yapı arayışlarına dünya ölçeğinde bir çözüm bulunması şarttı! Ülkemizde bunun izdüşümü, 24 Ocak ile olmuştur. Ancak 24 Ocak’a dayanan ekonomik ve siyasi yapısal değişim süreci artık vadesini çoktan doldurmuştur. 24 Ocak ve 12 Eylül 1980, aslında bugünleri anlamamızda kritik tarihler. Özgürlük, insan hakları, adalet, eşitlik, adil paylaşım gibi kavramların “göreli” olarak en etkin şekilde ifade bulduğu 61 Anayasası’nın ve sonrası toplumsal muhalefetin, kısmen 12 Mart ile bastırılması ancak 12 Eylül ile tamamen bitirilmesi ile denklemdeki bilinmeyenli değişkenlerin sayısı yok edilmiştir. Artık değerlikleri ve işlemin seyri baştan belli bir oyun sahnelenmeye başlanacaktı!
Süreç bu şekilde akarken dünyada 70’lerdeki petrol krizi ile başlayan yapısal dönüşüm arayışları ile şekillenen mevcut üstyapı ve olasılık arayışlarına da çok gecikmeden bir çözüm bulunacaktı. Kamu, kamusal hizmet gibi kavramlar, 80’lerde deregülasyon politikaları ile çözülecek, 90’larda bozulan yapıya regülasyon ile şekil şemal verilecek ve 2000’lere gelindiğinde ise işin vernik kısmı kalacaktı! Sivil Anayasa ile deli gömleğini giydirmek ise “an” meselesi idi!

Güçler ne zaman birleşir, ne zaman ayrılır?
Bir zamanların Monarşiye karşı söylenmiş meşhur sözü ile ifade bulan “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” hem tarihi hem sosyolojik hem de bir o kadar da ideolojik misyon taşıyan bu anlayış, artık tarihin müzesine kaldırıldı ya da kaldırılıyor! Birinci Meclis’ten beri çok zaman geçti bu ülkede “güçler birliği”nin uygulanmaması için... Süreç, tarihi baş aşağı etmediğine göre o zaman başka bir hal vardır ki “güçler birliği”ne geçiş olsun!
Belki de bütün bu gelişmeler aslında bu topraklarda süregelen mücadelenin yeni bir ivme kazandığının, dolayısıyla da yeni ayrışmalara, saflaşmalara neden teşkil edeceğinin habercisidir.
Önce mutlak sonra meşruti monarşi... Daha sonra egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olduğu “Konvansiyon Dönemi” ya da “Tiranlığa karşı özgürlüğün despotluğu” günleri... Sonrasında ise “güçler ayrılığı” dönemi... Peki, şu anki “güçler birliği” anlayışı tekrar nasıl canlandı, nasıl su yüzüne çıktı? Yoksa “güçler ayrılığı “ ve “güçler birliği” adı ile gündeme gelen gerçekte iki ideolojinin savaşımı mı idi? Ya da monarşinin günümüzdeki izdüşümü adına “güçler birliği” anlayışının yavaş yavaş egemen olması mıdır? Belki de ”Güçler ayrılığı” ve “güçler birliği” kavramları, mücadele halindeki “ilericilik” ve “gericilik” isimli iki kutbun, iki ideolojinin, hukuk teorisi düzleminde ifadesinin vuku bulmasından başka bir şey değildir.
Egemenliğin kayıtsız şartsız Tanrı’da olduğunu iddia eden bir din devletindeki meşrutiyet mücadelelerinden, işgal edilen bir ülkedeki bağımsızlık mücadelesine, oradan artık bağımsız bir ülkede olması gereken “demokrasi” için verilen mücadeleden çıkmış ülkemizin dinamikleri, şimdilerde ise oturtulmak istenen “güçler birliği” anlayışına karşı nasıl ve ne şekilde konumlanılması gerektiği ve mücadele edilmesi gerektiği sorusu ile karşı karşıyadır! Bir zamanların devrimcileri güçler birliğini desteklemişti. Çünkü işgal altında bir ülke var idi ve meşrutiyet mücadelesinden yeni çıkılmıştı. İşgalden kurtulan ülkede kurulan yeni cumhuriyet ise yavaş yavaş “güçler ayrılığı“ adı verilen sisteme geçiş yapması bir zorunluluk iken 1971 sonrası süreç, anayasal ilke olarak benimsenmiş “güçler ayrılığı” ilkesinde sapma olarak niteleyebileceğimiz uygulamalarla mevzi mevzi geriye dönüş yolunu açmıştır.

Devrim ve karşı devrim saflaşması
Yakın Türkiye tarihine damgasını vuran bu iki kavramın sembolize ettiği saflar, aslında dünyada da süregelen çatışmanın izdüşümünden ibarettir devrimci ve karşı-devrimci güçlerin çatışmasının tarihsel seyrinden başka bir şey değildir. Kimi zaman monarşik yapı, kimi zamansa da ABD patentli darbelerin getirisi ile “güçler birliği” ve benzeri anlayışlar egemen olmuştur. Güçler birliğinin uygulandığı ilerici nitelikte olan tek dönem vardır o da bizdeki meclis hükümeti ya da Fransızların Konvansiyon Dönemidir. ”Güçler Ayrılığı” ise ilerici hareketlerin olağanüstü dönemlerden geçen (meclis hükümeti ya da konvansiyon dönemi gibi) süreçler sonrası zorlamalar ile uygulanmak istenmiş ve hep bunun mücadelesi verilmiştir.
Aslında ilk başlarda kafa karışıklığına sebebiyet verecek gibi görünen ancak özde ilericilik-gericilik saflaşmasından başka bir şey olmayan bu iki teorinin sembolize ettiği ideolojilerin mücadelesi ülkemizde uzun yıllardır devam etmektedir. Sadece şu anda görünen, saflaşmanın netleştiği ve ayrışmanın belirginleştiğidir. Mutlak monarşi, liberalizm, İngiliz Muhipliği (!), otorite, gericilik… Ve karşısında ise bağımsızlık, aydınlanma, hürriyet, kamuculuk ve özgürlük durmaktadır. Böylesi bir ayrışmada nasıl saf tutulmalı?
1923 ile “egemenliğin kayıtsız şartsız millete” ait olarak Cumhuriyet rejimi ile çerçevelenmiş bir siyasi oluşumda, aşama aşama devletin üç erki olarak niteleyebileceğimiz yasama, yürütme, yargı hukuki ve Anayasal zeminde çerçevelenmiş, kayıtlanmış ve belirlenmiştir. Oysa 61 ile zirve yapmış monarşik etki ve özlemlerden arınma çabaları ve başarısı 71 sonrası bir düşüşe geçmiştir. Buna paralel olarak dünyadaki, liberalizm adı verilen “trend” de bütün bu gelişmelerin zeminini oluşturmuştur. Kamu hizmetinin “sorunsal” (!) haline getirilip, tasfiyesinin amaç edinilmesi ile elbette egemenlik kavramının revize edilmesi de şart olmuştur. İşin trajik yönü ise Türkiye gibi hem bağımsızlık hem egemenlik hem hukuk devleti hem de kamusalcılığı aynı anda yürütmek zorunda kalan bir ülkede işler oldukça karmaşık hale gelmiştir. Meşruti mücadelelerin yanı sıra egemenlik ve bağımsızlık mücadelesi, buna ek olarak da kamusalcılık, aydınlanmacılık, demokrasi için sürekli adım atmak durumunda olan Türkiye de bu dönüşümden payını almıştır. Monarşik özlemle Liberalizmin “oryantal versiyonu”nun el ele olduğu bir dönemde karşı güçler neler olmalıdır? Nasıl hareket etmelidir?

Cemal Süreya müstakbel anayasaya ne derdi?
Dünyada 70’lerde başlayan süreç, Türkiye’yi 80’lerde etkisi altına almıştır. Bunun sonucu olarak “idare”den “işletme”ye de geçişin önü açılmıştır. Doğaldır ki egemenlik hakkına hasredilmiş yetkilerin, görevlerin, yükümlülüklerin, teamüllerin, hizmetlerin yavaş yavaş terk edilmesi ile bugünlere gelinmiştir. Yargının dahi özelleştirme kapsamında olduğu, Yürütme içinde konumlanan idarenin çoğu unsurunun özelleştirildiği günümüzde güvenlik gibi tam kamusal hizmetin bile özelleştirileceği aşikârken “egemenlik”ten bahsetmek nasıl açıklanabilir! Elbette Teftiş Heyetlerinin lağvedilmesi bu tabloda çok normaldir! Teftiş edilecek pek bir şey kalmadığı için, sadece adı kalmış “idarede” teftiş heyetlerinin de pek bir lüzumu kalmamaktadır. Yürürlüğe girmiş 5018 sayılı Yasanın kardeşi olan 5227 sayılı Yasa ile bu ülkede yıllarca verilmiş mücadele sonucu oluşan milli egemenlik, erkler ayrılığı, hukuk devleti, sosyal devlet, doğal yargıçlık, Anayasanın üstünlüğü, demokrasi bir anda karma karışık olacak uçup gidecektir. Halen güçler birliği anlayışına göre kanunları yasama organı, çıkan kanunların uygulanmasını yürütme ve çıkan ihtilafları da yargı koordine ettiğine göre yargısı özelleştirme kapsamında olan, Yürütmesinin ve idaresinin önemli bir bölümünün özelleştirme sürecinde olan bir ülkede “bağımsız” bir yasama organından bahsetmek mümkün müdür?
Ya da bütün bunlara ses çıkarmayan bir “egemenlik” var mıdır? Var ise bu “egemenliğin” “milli”liği ne derecededir? O halde “egemenlik” kimdedir?
Aslında başkenti de İstanbul yaparsak süper olacak gibi! Abdülhamit’ten Prens Sabahattin’e Ali Kemal’e kadar birçoklarının başkenti... Peki, Ankara kimlerindir?
Cemal Sürreya bir şiirinde 24 Anayasasını “akasya”ya, 61 Anayasası’nı “gül”e ve 82 Anayasa’sını “zakkum”a benzetmişti. Yaşasa idi “müstakbel”e ne derdi acaba?

Uluğ İlve Yücesoy