Doğu Batı’nın Beş Benzemezlerinin Benzerliği: Sosyalizme Düşmanlık (Behçet Gültekin)

Türkiye sosyalist hareketinin tarihine yönelik “eleştirel bakış”, yeni moda değil. 12 Eylül, dünya sosyalist sisteminin çözülüşü vs. Türkiye solcusunun kendi geçmişine yönelik apolojist, yer yer inkarcı bakışını besleyen unsurlar oldu. Bütün bunlara, AKP Türkiyesi’nin son 100 yıllık ülke tarihini yeniden yazma girişimi eklenince, ortaya tuhaf durumların çıkması kaçınılmaz hale geldi.

Öyle ya, Türkiye sosyalist hareketi zaten doğumunda İttihatçılıkla, Kemalizmle, Üçüncü Enternasyonal’in en geri unsurlarıyla (belki de bizatihi kendisiyle) lekelenmişti. Türkiye’nin başına hangi musibet geldiyse, bu İttihatçı, Kemalist, vesayetçi ve elitist zihniyetten dolayı gelmişti. Kendisini bu matris içerisinde tanımlayan sol da, bir, bu musibetlerin suç ortağıydı iki, kendisini o matristen kurtaramadığı, hatta kurtarmak istemediği için de gelişemiyor, kitleselleşemiyor, derinleşme kanallarından yoksul kalıyordu. Oysa Kemalizm ve İttihatçılıktan kopup demokrat hale gelen bir solun önü açıktı.

İşin ilginç yanı, kendi tarihini de bu musibetin uzantısı olarak gören solcuya, kendisinin de iyi mi, kötü mü olduğuna bir türlü karar veremediği bir dış destek geliyordu: “Resmi tarih”i hallaç pamuğu gibi atan, Kemalist otokrasiye darbe üstüne darbe indiren liberal ve muhafazakar ideologlar, eleştiri oklarını solun geçmişine ve bugününe de yöneltiyor, sol nasıl yapsa da Türkiye’de büyüse ve güçlense diye kafa yoruyorlardı. Sol, solu kendisinden daha çok düşünen bir dost bulmuştu! “Sağcı dediğin 9 ışıktan şaşmamalı arkadaş” diyen solcu olmadığı halde, sağ karalar bağlamış, nasıl etsek de şu sol adam olsa diye meşveret meclisini toplamıştı.

Bu yolda bildiği gerçekleri tahrif etmek, bilmediği konular hakkında ahkam kesmek mübahtı. Solun tarihini yeniden yazanlar eşek olmadığı için, kendilerine “Çüş!” diyecek kimse çıkmazdı.

Doğu Batı’nın beş benzemezlerinin benzerliği
Solun tarihinin yeniden yazılmasına bir katkının da Doğu Batı dergisinden gelmeyeceğini düşünmek gerçekten büyük talihsizlikti. Ne de olsa hem konunun, hem de dergimizin alıcısı çoktu. Vericisi de, sağdan-soldan devşirilebilirdi: Bir tutam Oya Baydar, iki yemek kaşığı Mahmut Mutman, bir su bardağı Fikret Başkaya’yı kısık ateşte pişirip üzerine büyük düşünür Hasan Bülent Kahraman sosunu döktük mü, yemeğimiz servise hazırdı.

Sadede gelelim: Doğu Batı dergisinin “Türk Sosyalizminin Eleştirisi” başlıklı son sayısının kısa giriş yazısı, kılıcını önden atıyor. İmza Taşkın Takış’a ait, başlık “Beraber ve Solo Şarkılar”:

“Öncelikle, Türk solunun geçtiği güzergah birçok bakımdan sorun teşkil etmekteydi... Başta, Türkiye’de devletçi zihniyet ve iktidarın tarihsel, toplumsal ve kültürel çekim gücü, liberal ve muhafazakar akımlar üzerinde olduğu kadar sol üzerinde de büyük bir kısıtlamanın, ayartmanın sahibiydi... Hâkim bürokratik zihniyetin ünlü solcu aydınlarımızın düşünüş ve davranış kalıplarını belirlemesi pek de şaşırtıcı gelmemeli. Az sayıdaki seçkin ve eğitimli kadrolar sol ütopyayı bir batılılaşma/modernleşme projesinin parçası olarak tanımlayageldi. Sosyalizmi batılılaşmayla, batıyı da daima evrensel olanla özdeş kıldı. Dolayısıyla geniş ve yoksul tabakaların bilinçaltında sol kadrolar ve kuşaklar bürokratik üst sınıfın temsilcilerinden ibaretti.”

İşte bu kadar! “Bürokratik zihniyet”, “batılılaşma/modernleşme” ve “bürokratik üst sınıfın temsilcileri” dediniz mi, akan sular durur. Sol ütopyayı batılılaşma/modernleşme projesinin parçası olarak tanımlayan seçkin ve eğitimli kadrolar kimdir sosyalizmi kimler batılılaşma ile özdeş kılmaktadır Taşkın Bey geniş ve yoksul tabakaların bilinçaltının nabzını ne zaman ve nerede tutmuştur, bunlar önemli değil. Takış, çerçeveyi çizerek malumu ilam etmiş, bizi ilerleyen sayfalarda neyin beklediğini faş etmiştir. Yalnız, “milliyetçilik” anahtar kelimesini unuttuğu için, onun eksiğini Oya Baydar tamamlayacaktır.

Tabii, Türkiye solunun tarihini yapısökümüne uğratmak için, Türkiye tarihini de teşrih masasına yatırmak gerekmektedir. Oya Baydar, kemik testeresini eline almak konusunda pek heveslidir:

“(...) çoğu İttihatçı gelenekten çıkmış asker-sivil bürokratlar, Mustafa Kemal’in damgasını vuracağı projenin hem sahibi, hem de koruyucuları olarak devlet kadrolarını oluşturmuşlar burjuva devriminin taşıyıcısı sınıfların yeterince oluşmadığı, olgunlaşmadığı bir tarihsel-toplumsal ortamda bürokratik oligarşinin iktidarını kurmuşlardır.”

Bir alıntı daha yapmam gerek:

“Ancak Türk devletinin burjuvaziden ve sınıflardan mutlak değilse de görece bağımsızlığı, devlete bürokratik oligarşinin egemen olduğu, yani klasik bir burjuva devletiyle karşı karşıya bulunulmadığı gözlerden kaçırılıyor, sosyalist mücadele burjuvaziye ve sermaye sınıflarına, yani burjuva devletine karşı mücadele olarak kavranıyordu.”

Baydar, teorisini “konuşturuyor”! Taşkın Takış’ın “bürokratik üst sınıf”ı gitti, yerine bir maymuncuk olarak “bürokratik oligarşi” geldi. İkincisinin daha afili durduğunu kabul etmek durumundayız. Yine de iki hatırlatma yapmak gerekiyor:

1) Burjuva devrimlerinin gerçekleşmesi için, mutlaka gelişkin bir burjuva sınıfına gereksinim yoktur. Kendisinden önceki devrimlerin bilgisine sahip olan siyasi kadrolar, burjuva sınıfının sınıf egemenliğini pekiştirecek, sermaye birikiminin önünü açacak düzenlemeleri zorlamayla, hadi muarızlarımızın seveceği şekilde söyleyelim, “tepeden inerek” gerçekleştirebilir. Dahası, en “liberal” ülkelerde dahi, kapitalizmin devletin regülasyonu ile geliştiğine tarih ve Marx şahittir. Tarihin ve Marx’ın müşahitliğini merak edenler, İngiltere’de kapitalizmin nasıl geliştiğini görmek için Kapital’e başvurmalıdır.

2) Türkiye’deki “modernleşme” sürecinin de bu bakımdan bir özgünlüğü bulunmamaktadır. Baydar’ın bahsettiği “bürokratik oligarşi” ile Türkiye sermaye sınıfının vektörel kuvvetleri çok nadir durumlarda bakışımsız olmuştur olmadığı durumlarda sermaye sınıfının galebe çaldığına da yine tarih şahittir. Bahsedilen “oligarşi”nin sermaye sınıfıyla uyumu, o çok üzerinde durulan “darbeci gelenek”in şahsında mevcuttur. İlla bir ayrım aranacaksa, vektörel değil, skaler büyüklük ve şiddetin bakışımsızlığı veri alınmalıdır. Sermaye sınıfı ile siyasi kadroları arasındaki “tezcanlılık” farkı mevcuttur. Asimetri, burjuva sınıfının zayıflığından ya da bürokratik oligarşinin aşırı şişkinliğinden değil, burjuvazinin siyasi kadrolarının siyasi hedefleriyle ideolojik nüfuzları arasında muazzam bir boşluk olmasından kaynaklanmaktadır.

Uzatmaya gerek yok. Oya Hanım, en kaba haliyle doğru bir biçimde, Türkiye solunun iki kaynağı olduğunu söylüyor: Bir, Ekim Devrimi iki, Ulusal Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in inşası. Ancak Baydar bundan sonra uydurmaya başlıyor. Komintern’in Doğu’da ulusal kurtuluşçulukla ittifak araması, Baydar’a göre, “Türk solunda emperyalizme karşı mücadelenin ve ulusal bağımsızlıkçı hareketlerin sosyalizme eşitlenmesi ve ulusalcılık atfedilen güçlerle (ordu) ittifak arayışı, gerekçesini bu stratejide bulacaktır.” Ulusal bağımsızlıkçı hareketleri sosyalizme eşitleyenler kimler, belki de ben bilmiyorumdur. Öte yandan, orduyu stratejisinin merkezini yerleştiren tek hareket Doğan Avcıoğlu’nun Yön’ü olmuştur. MDD’nin ise onlarca varyantı vardır dahası, Mihri Belli MDD’si de kabaca “cuntacı-darbeci” deyip geçilebilecek bir strateji peşinde pek olmamıştır.

Ancak Baydar tabii ki burada kalmayacak, Mustafa Suphi’ye kadar uzanacak. Suphi ve yoldaşları, “Komintern kararı uyarınca Mustafa Kemal’le yazışarak Anadolu hareketine destek için” Türkiye’ye gidiyorlar. Aynen böyle! Oysa genç TKF’nin ve Suphi’lerin Anadolu yolculuğunun, gerek Bakü partisinin içindeki bir bölüm tarafından, gerekse de Doğu Şurası ve Komintern tarafından pek hoş karşılanmadığı belgelerle sabit.

Belki daha sonra daha geniş yazarız, ancak Baydar özetle şöyle söylüyor: Türkiye solunun teorik geleneği zayıftı, Türkiye solunun kitleselleşememesi hem neden hem sonuçtu, Türkiye solu hep devletten yanaydı, elitti, darbecilik nedeniyle kitlelere açılamadı, öncülüğü fetişleştirdi. Ama bence tartışmaya değer mevzu şu: Türkiye’de sosyalizmin bir halk hareketine dönüşememiş olmasının en önemlilerinden birisi, sol ile “dindarların” buluşup barışamamaları...

Bu durumda, 60’lı yıllar solunun liberal zevat tarafından “milliyetçilik” ile özdeşleştirilmesine başka bir açıdan bakmanın zamanı gelmiştir: Sosyalizmi çeşitli ideolojilerle ya da ideolojik motiflerle eklemleme çabasına giren sosyalistler, bilerek ya da bilmeyerek şu sorunun cevabını arıyorlardı: Türkiye’de sosyalizm, hangi ideolojik kaynaklara basarak topluma nüfuz edecek? Başka bir deyişle, sosyalizm bizim ülkemizde nasıl “yerli” hale gelecek? Meselenin özü budur.

Bunun dışında, Türkiye solunun geçmişinde ve genlerinde sürekli milliyetçilik ve Kemalizm arayanların genetiğinde, bizim de “peygamber soyu” aramamız doğal hale gelecektir.

Büyük düşünür yine büyük düşündü
Tabii arada Türk Foucault’su, büyük düşünür Hasan Bülent Kahraman’dan da bahsetmek lazım. Sol ile ilgisi en fazla sosyal demokrasiye akıl vermekten ibaret olan bu vasat yazarın konu sosyalizme gelince on kaplan gücünde olacağını düşündüklerinden olsa gerek, Doğu Batı editörleri genişçe bir yer ayırmışlar.

HBK, Türkiye’nin 12 Eylül’e giderken içinde bulunduğu ekonomik durumu alıntılarla süslerken, Türkiye’nin ne iyi edip de piyasa ekonomisine yelken açtığını, zaten tam o sıralarda Avrupa’da da komünist partilerin birer birer komünist olmaktan vazgeçtiklerini yazıyordu. Ama uydurmanın sınırı yoktu, HBK, bilmediği konular üzerine ahkam kesecek ve şunları yazacaktı:

“19. yüzyıl Pozitivizminin materyalizmden etkilenmiş, onu Marxizmin sınıfsallığı ile bütünleştirmiş söz konusu rejimler, ‘halka rağmen halk için’ anlayışı etrafında örgütlenmişlerdi ve altyapının dönüştürülmesi, kişisel millî gelirin artırılması, orta sınıfın inşa edilmesi gibi somut-materyalist bir modernleşme anlayışıyla hareket ediyorlardı. Bu tamamen bir 19. yüzyıl kalkınma-büyüme anlayışı idi. Yanı sıra Pozitivizmin elit hegemonyasına dayalı bir yapıyı tercih ediyordu.”

Aynen böyle! Büyük düşünür Hasan Bülent Kahraman Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkelerden bahsediyor. Bu ülkelerdeki yönetimler, “orta sınıfın inşa edilmesi” gibi “somut-materyalist” bir modernleşme anlayışıyla hareket ediyorlardı! Hangi orta sınıf, materyalizmin bir de soyut olanı mı var, yahut somut idealizm olur mu, düşünürümüz allahtan bu mevzulara girmiyor.

Ve faşizmi açıklamada liberal apolojizm: Bolşevizm olmayaydı faşizm de olmazdı!

“İşin ilginç yanı sosyalist bloğun 1920’lerde inşa edilmesine mukabil Avrupa bir manada ona karşı, bir manada onu taklit eden bir yöntemi 1930’larda benimsemişti. 1930’larda Batı Avrupa’nın (göreli) demokrasilerini kasıp kavuran Faşizm dalgası uygulamadaki bazı özellikleri itibarıyla bu modelle tepeden tırnağa benzeşiyor ve örtüşüyordu.”

Kautsky’nin uyduruk tezi “Faşizm Bolşevizmin kontrpuanıdır”, büyük düşünürümüz eliyle “Türk sosyalizmini” eleştiren bir dergiye saçılmıştı. Tabii faşizm, “bazı uygulamaları itibarıyla” sosyalist kuruluş sürecini taklit etmişti, ama bu modelle “tepeden tırnağa benzeşiyor ve örtüşüyordu”. Bazı uygulamalar ve tepeden tırnağa örtüşmek... Büyük düşünürümüz ya kimsenin Türkçe bilmediğini zannediyor ya da üst perdeden attığı edebiyat eleştirilerini tamamen çöpe atmak gerekiyor.

Ama daha güzeli geliyor. İşte HBK’dan Türkiye siyasetinin yapısal analizi:

“Bu darbelerin bir diğer temel maksadı Kemalist ideolojinin kurduğu apolitik siyasetle güçlenerek öne çıkmış merkezin siyasallaşma neticesinde çevreye kaptırdığı iktidarı geri almak istemesidir. Burada merkez derken siyasal merkezi işaret ediyoruz. Onu elinde tutan kuvvetleri Tarihsel Blok olarak adlandırıyoruz. Tarihsel Blokun kompozisyonunu ordu, bürokrasi ve aydınlar meydana getirir. Çevre ise amorf ve otantik halktır. Merkez ve Tarihsel Blok apolitik bir anlayışla kültürel bir toplumsal dönüşümden yanadır. Çevre ise politiktir ve aktif bir modernizasyon talep etmekte ve desteklemektedir.”

Şerif Mardin sinirinden ağlayabilir! Mukallit aydınımız, sokakta “halk” görse yolunu değiştirecekken, birden halkın bağrındaki “otantizmi” keşfediyor. HBK, halkı otantize ediyor, “somut-materyalist” bir olgu olmaktan çıkartıyor, halkı bir bütün halinde gerçekte olmayan, kurgusal bir halk yaratıyor. Dahası, HBK’nın uydurduğu “Tarihsel Blok”un da gerçeklerle ilgisi bulunmuyor. Hiç değişmeyen otantik halkla Tarihsel Blok’un kör dövüşü, “apolitik siyaset yapan” Merkez’in, “politik” Çevre’ye karşı umutsuz darbe girişimlerinden ibaret.

Hasan Bülent Kahraman özensiz, cahil ve müfteridir. Türkiye solunun askeri darbelerle biçimlendiğini, solun asıl kurucu ögesini ve “bilinçdışını” doğrudan doğruya ordunun ve Kemalizmin meydana getirdiğini yazacak kadar sığdır. Paternalizmi Kemalizm zanneden, Yeşil Ordu’yu “TKP’yi bölmek için” Mustafa Kemal’in örgütlediğini yazabilen, Mehmet Ali Aybar’ı “işçici” bilen bir zır-cahil ile karşı karşıyayız. Belki de İstanbul’da 25 kuruşa bira içen lümpen kitleden olduğumuz için, HBK'nın ıkınarak yaptığı teoriyi anlamıyor, muhafazakar devrimci AKP'nin faziletlerini kavrayamıyoruz. Otlu peynir kokusu alsa midesi bulanan Kahraman, sola düşman olmak için popülizm bile yapar. Problem yok!

Kindar bir terkipçi: Fikret Başkaya
Kısaca Fikret Başkaya’ya da değinip bitirmek gerekiyor. İtiraf etmem gerekir ki, Doğu Batı’nın bu sayısında Türkiye solunun geçmişine edilen en ağır küfürler, en “solcu”dan geliyor. Türkiye solu Kemalizmle hesaplaşmayarak “devletçi” bir sol haline gelir ve yabancılaşır, ancak burada bitmez. Bir de “Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşma” vardır. Böylece, bu iki “yabancılaşma” kaynağı, Türkiye solunu kendine, kendi toplumuna ve coğrafyasına yabancılaşır. Ve Başkaya, buna “resmi ideoloji ile hesaplaşma” der! Özgücülük ile anti-kemalizm birleşince de ortaya bir ucube çıkar.

Uzatmak istemiyorum, yazıp bitireceğim: Başkaya, 1970’li yılların sonuna gelindiğinde Türkiye solundaki fraksiyon sayısının 40 civarında olduğunun tahmin edildiğini, böyle bir ayrışmanınsa teorik, ideolojik, politik nedenlere değil, “patolojk nedenlere” dayandığını söylüyor.

“1960’lı yıllarda Türkiye’de geçerli sistemin ‘yarı-feodal’ olduğu teziyse, Stalinist otokrasinin maaşlı memuru ideoloji üreticilerinin bir uydurmasıydı” satırlarını yazarken bütün kinini uydurma bir biçimde kağıda döken birisinin bunu siyasal, ideolojik veya teorik nedenlerle yapabileceğini düşünmüyorum. Başkaya’nın akıl yürütmesini kabul edersek, geriye herkesin tahmin edebileceği tek bir neden kalıyor.