Devrimci Teori-Siyasal Pratik Diyalektiğinde Farklı Uğraklar: “Batı” Marksizm’ine Giriş (Gencer Sümbül)

Yazının başlığı rastgele bir seçim olmaktan öte yazının seyrini belli edecek nitelikte ve birtakım önsel kabulleri içinde barındıracak şekilde seçildi. Öncelikle, herhangi bir yazı yazmak için konu olarak Batı Marksizm’ini seçmek ne kadar keyfilik taşıyor ise bunu teori-pratik diyalektiği üzerinden işlemek de o kadar zorunluluk taşıyor çünkü Marksistler için devrimci teori ve siyasi pratiğin birlikteliği bir zorunluluktur. Bizzat yaratıcıları bu birlikteliği barikat savaşlarında en önde savaşarak kanıtlamışlardır. Böyle bir kabullenmeyi içselleştirememiş olanlar için Marksizm salt zamanı geldiği anda başvurulacak bir kaynak ya da yararlanılacak bir bilimsel yöntemden öte başka bir anlam taşımaz.

Bu yüzden, herhangi bir kavramı işçi sınıfının tarihsel çıkarlarını göz önünde bulunduran siyasi kaygılarla birlikte, bu kavramı yaratan tarihsel koşullar içerisinde ve tarihselliğin şekillendirdiği devrimci teorinin penceresinden analiz ederiz, devrimci teorinin kendisini yaratan tarihselliği değiştirme hedefi olduğunu bilerek. Ancak böylesi bize doğru sonuç verebilir çünkü devrimci teori ancak eylemle kurduğu ilişki oranında ve gerçekliği değiştirebilme potansiyelini hayata geçirebileceği anlarda son ve doğru halini alabilir. Hatta günümüzün devrimci teorisinin bütün potansiyelini kullanarak “kendini gerçekleştirdiği” an olan sınıfsız ve sömürüsüz toplum için Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı’da “Felsefe proletarya ortadan kalkmadan kendini gerçekleştiremez, proletarya felsefe gerçekleşmeden kendini ortadan kaldıramaz.” der.

Gelelim ikinci kabule: birinciden yola çıkılarak Batı Marksizm’indeki “Batı” ibaresinin, teori –pratik ekseninde yanlış uğraklarda duran “Marksistlerden” kaynaklandığını söyleyebiliriz. İlk kabule ters düşmemesi için bu insanların ilk kabulde tariflenen biçimiyle marksistliğini tartışmakta da fayda olduğunu düşünüyorum.

Konuya odaklanmadan önce not etmekte yarar var: yazının amacı Gramsci, Adorno, Horkheimer, Marcuse, Althusser, Lukacs, Korsch gibi “batılı” birçok teorisyenin düşüncelerini açıklayıp Marksizm’in Avrupa’daki tarihsel gelişim seyrinin bütünlüklü bir analizini yapmak değil. İndirgemecilik ve toptancılık yapmak pahasına bütün bu isimlerin aynı coğrafyadan gelmelerinin ötesinde birçok ortak noktaya da sahip olduklarını kısaca belirtmek ve bu sayede teori-pratik birlikteliğinin önemini bir kez daha vurgulamak. Batı Marksizm’inin genel özelliklerini maddeler halinde sıralayacak olursak

- 1. Büyük Paylaşım Savaşı sonrası Almanya, Avusturya, Macaristan ve İtalya’da sosyalizmin yenilgisi ve Sovyetlerde Ekim Devrimi ile başlayan iç savaş sonrası Komintern’in ancak 1920de etkisini göstermeye başlaması, bu tarihselliğin başlangıcı olarak alınabilir. Avrupa’da Marksizm’in yeniden doğuşunun “yenilgi” sonrasına denk gelmesi sadece tarihsel bir rastlantı olmaktan öte Batı Marksizm’inin temel karakterini de belirlemiştir. Daha sonraki süreçte, “yenilgi” Sovyetlerin sosyalizm inşasında gösterdiği başarıyla kompanse edilmediği oranda belirleyici olmaya da devam etmiştir.

- Pery Anderson, Marx’ın zamanla felsefeyi geri plana atarak önce siyaseti sonra ekonomiyi ön plana koyduğunu Batı Marksizm’inin ise bunun tersine, siyaset ve ekonomiyi geri plana atarak felsefeyi ön plana koyduğunu söylüyor. Marx konusunda katılmasam da (Marx’ın farklı dönemlerinde felsefe, ekonomi ve siyaseti seçmekten öte bir bütünlük içerisinde zaman zaman farklı noktalara odaklandığını düşünüyorum) Batı Marksistlerinin ekonomi-politik yerine büyük oranda felsefeyle uğraştıklarını deyim yerindeyse birer “akademisyen” olup çıktıklarını söyleyebiliriz.

- Ekonomi-politikten uzaklaşılması beraberinde inceleme nesnelerini de sınıf, devlet , siyaset, hukuk vb. gibi alanlardan kültür, sanat gibi daha “iddiasız” alanlara kaydırmıştır. Dönüştürme misyonu biçilmeyen teori akademik kaygılarla inceltilip, odak noktası yoğunlaştırılarak saptırılmış ve devrimci mücadelenin ihtiyacı olduğu esneklik yok edilmiştir.

- Marx’ın yazdığı döneme göre burjuva devlet aygıtı ve burjuva demokrasisinde yaşanan değişimler sonrası bu alanda yaşanan boşluk neredeyse rastgeleliği andıracak şekilde yeniden doldurulmuş ve teori, ilerde demokrasicilik, sınıf-reddi, aydınlanmaya düşmanlığı gibi birçok sapmayla kendini gösterecek şekilde yeniden oluşturulmuştur.

- Marx ve Engels’in Marksizm’inden arta kalan bütünlüklü bir mücadele stratejisinin bulunmayışına ek olarak, Metin Çulhaoğlu’nun “birbiri peşi sıra gelen her siyasal konjonktürde devrim ve siyasal iktidar perspektifine sahip olma, işçi sınıfının öncü örgütünün özel konumu ve rolü ve işçi sınıfına kendi özel koşullarıyla sınırlı kalmayıp toplumsal formasyonun bütününden hareketle yönelme” olarak tariflediği Leninist Ortodoksluğun devrimci pratikle buluşturulamaması, yok sayılması yada reddedilmesi, bırakın yanlış mücadele biçimlerini mücadelesizliği bile beraberinde getirebilmiştir.

- Faşizm dönemiyle gelen yeni bir yenilgi dalgasının, Sovyetlerin Faşizm karşısındaki zaferiyle, anti -“sovyetik” ve anti - “stalinist” olan kesimlerde teorik bir yenilenmeye ve doğrultu düzeltmeye evriltilememesi Batı Marksizm’inin önündeki “batı” ibaresini kaldıracak son şansı da kaybettirmiştir. Bu süreç Sovyetlerin çözülüşüne hayırhah bakmaya kadar ilerlemiş, Sosyalizmin olmadığı bir dünyada sadece Stalin eleştirisi yapılarak devrim yapılabileceği sanılmıştır.

- Bir de Marksist aydınlar ve parti arasındaki bağ var. Burada iki faktörün negatif belirleyiciliğinden söz edebiliriz: teori üretimine salt bir akademik çaba olarak bakan ve bunu devrimci siyasete kanalize edemeyen aydınlar ve parti yönetimi arasındaki çatışmalar ile parti yönetiminin bazı durumlarda devrim ve iktidar perspektifine sahip olamamaları sonucu bu aydınları yeterlilikleri oranında devrim mücadelesinde var edememeleri.

Tekrarlamakta fayda var: bütün bu yazılanlar Batı Marksistlerinin hepsi için ortak olamayacak kadar genel özellikler. Fakat bu özelliklerle ayrı ayrı tanımlayabileceğimiz Batı Marksistlerinin hiçbiri teori-pratik diyalektiğinde altın oranı temsil etmiyor. Amaç, hiçbir zaman bu oranı tam olarak bulmaya çalışmak olmamalı elbet. Ama en azından unutmamakta fayda var: “doğru devrimci teori ancak gerçek bir devrimci hareketin pratik eylemiyle kurduğu yakın ilişkiyle son şeklini alır” (Lenin, Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı).

Gencer Sümbül